Ali Kaya
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Diyanet İşleri Başkanlığı ile Türkiye Diyanet Vakfı’nca Anadolu Gösteri ve Kongre Merkezi’nde düzenlenen II. Uluslararası Kültür Şöleni’nde şunları söylemiş:
“Kim ne derse desin, ne söylerse söylesin, bizim kültürümüz ve medeniyetimiz bir barış kültürüdür. Son dönemde, özellikle 11 Eylül sonrasında, İslam’ı terörle ya da aşırılıkla özdeşleştirmeye çalışanlar ne kadar vahim bir hata içinde olduklarını bu neslin temsil edeceği yeni İslam anlayışıyla anlayacaklar.
“Yine yakın coğrafyamızda, mezhep farklılıkları üzerinden Müslümanı Müslümana kırdırmaya çalışanlar, din farklılıkları üzerinden asırlarca aynı sokağı, şehri, mahalleyi paylaşmış Müslümanları, Hristiyanları, Sünnileri, Şiileri, Nusayrileri birbirinden ayırmaya çalışanlara bu yeni İslam anlayışı içinde yetişen yeni nesil en güçlü cevabı verecek.” (http://www.haber7.com/dis-politika/haber/1033695-davutoglu-onlara-cevabi-yeni-nesil-verecek
Sorunlu bir “dil”, sorunlu bir anlatım..
Aslında, Batı’nın “terör” ve “aşırılık” tanımlarının yürütmekte oldukları psikolojik savaşın araçları olduğunu Davutoğlu benden daha iyi bilir.
Savunmacı ve özür dilemeci bir dille onların kavramlarını ödünç almanın davayı baştan kaybetmek anlamına geleceğini de yine benden daha iyi kavramış biridir.
Ancak, Dışişleri Bakanı olmanın verdiği “sorumluluk” duygusuyla, dinî konularda “sorumsuzca” konuştuğu görülüyor.
Yaptığı “barış” vurgusundaki “temel” yanlışlığın anlaşılması için, merhum Elmalılı’nın 1920’lerde, 30’larda yazdığı tefsirinde yer alan ifadeleri onun da, kendisini “sessizce” dinleyen Diyanet yetkililerinin de okumasında (veya bir kez daha okumasında) yarar var (Bakara Suresi’nin 190. ayetinin tefsiri):
Bu noktada Avrupalıların, İslâm dini hakkında iki çelişkili fikir yaymakta olduklarını görüyoruz:
1- Bir kısmı, doğrudan harp ilanının kararlaştırılmış, caiz bir mesele olduğunu bahane ederek İslâm’ın, saldırgan ve sırf kılıç kuvvetiyle yayılmış bir din olduğunu iddia etmek suretiyle onun ilmî, edebî, hukukî, ahlâkî, sosyal bakımdan müsbet olan manevî nüfuzunu inkar etmek istiyor. Bu fikir, İslâmî delillerin ilmî kuvvetine karşı koyma imkânı göremediklerinden dolayı; İslâm’ın hiç bir dinde görülmemiş olan yayılma mucizesini, sırf kılıç kuvvetine dayandırarak onu Hıristiyanlık taassubuyla hissî bir yoldan vurmak isteyen eski Hıristiyanların neşriyat kalıntılarıdır. Halbuki bunlar, bu saldırı ile kendi davalarını iki yönden çelişkiye düşürmektedirler. Çünkü bir taraftan Hıristiyanlığın emrine aykırı olarak, Haçlılar devrinden beri Hıristiyanları hep silaha ve tecavüze sevketmişler; diğer taraftan da genel olarak harbi, din fikrine ters göstermekle hem kendilerini, hem de mensub oldukları geçmiş ilâhî kitapları yalanlamışlar; aynı zamanda bununla son Peygamber’in cihad ile görevlendirileceği hakkında geçmiş kitaplardaki mucizeleri gizlemek istemişlerdir.
İslâm’ın sırf kılıçla yayıldığı iddiası, tarihe ve İslâm’ın hükümlerine karşı iftiradır. Gerçek şu hadis-i şerifin içindedir: “Allah Teâlâ, Kur’ân ile defetmeyeceği bazı kötülükleri kılıç ile defeder.”
İlmî ve aklî deliller söz anlayan, ilme saygı duyan, insafı olanlar içindir. Bunları tanımayan ve fırsat bulduğu zaman her hakkı ve her çeşit mukaddesatı çiğneyen ve çiğnemek için bekleyenlerin bozgunculuğunu önlemek, ancak kılıçla mümkün olur. Bunun için aslında iyi bir şey olmayan harp, ilim ve akıl, öğüt ve irşad dinlemeyen ve sırf şehvetlerden, garazlardan doğan büyük büyük fitnelere göre şerrin en zararsızı olur. Böylece itibarî bir güzellik kazanır. İcabına göre müdafaa, icabına göre taarruz harplerine girişmek, dinî bir vazife ve güzel görünen bir şey bile olur. Böyle olması için de bunun ancak Allah yolunda, hak yolunda, hak uğrunda yapılması ve bu niyetle hareket edilmesi lazım gelir. Çünkü başka maksat takib edenler, fitneyi defetme bahanesiyle daha büyük fitneler icad ederler. Zulme boyun eğmek, zulmü desteklemek olduğu zaman, dinin gereğine aykırı olacağı gibi; hak ve hayrı genelleştirmeye çalışmamak da din fikrine aykırıdır. Fitneler hem bastırılmalı, hem önüne geçilmelidir. Hak ve hayra engel olan şeyler ortadan kaldırıldığı zaman İslâm, her hâlde bütün insanlığın koşarak geleceği tek ilâhî dindir.
2- Buna karşılık ikinci kısma gelince bunlar: “İslâm dininde harb yalnız müdafaa halinde meşru kılınmış, müdafaa mecburiyeti olmadıkça harb caiz görülmemiş ve İslâm silahla değil; silahı terk etme teorisiyle, ilim ve akla, hak düşünceye verdiği önemle, ikna gücü ve diliyle yayılmıştır” diyorlar. Bunlar İslâm’ı savunur gibi görünerek Kur’ân‘daki bütün savaş emirlerinin, müdafaa harbine mahsus olduğunu ve müslümanlıkta doğrudan harp ilanına ve taarruza cevaz olmadığını iddia ediyorlar. Bunlar da Avrupa ve Hıristiyanlık açısından daha ince ve derin bir siyaset fikri takib eden, bazı yeni kalem sahiplerinin fikirleridir. Bu zatlar, pek alâ bilirler ki harbin caiz olmasının müdafaa hali ile sınırlı olması, netice itibariyle müdafaa imkanının da çekilip alınmasına sebeptir. Gerektiğinde düşmanın önüne geçebilmek için doğrudan taarruz edebilme hakkından mahrum olanlar, her zaman denemezse de çoğunlukla müdafaa gücüne de sahip olamazlar. Bu ise müdafaa hakkının da alınması demektir.
Bunu bildikleri için işgalleri altına aldıkları müslümanları maddi ve manevi bakımdan, silahtan soyutlamak için görünürde İslâm dininin lehinde görünen telkinlerle yine İslâm aleyhinde ince bir tertib yapmış oluyorlar.
Birinciler: “Müslümanlık ne fena şey! Çünkü silah emrediyor” diyorlar. Berikiler de: “Müslümanlık ne iyi şey! Çünkü silahı bırakmayı emrediyor” diyorlar. Bu iki fikir, netice itibariyle müslümanların silahını almak maksadında birleşiyor. Yeni olan, bu ikinci fikri gerçekten insanlık ve İslâmiyet lehinde ilmî bir fikir zannederek bu sayede İslâm’ın yayılmasına hizmet edeceğiz hayaliyle desteklemeye ve yukarıdaki nesih meselesini aksine yorumlamaya çalışan bazı İslâm yazarlarını da işitiyoruz….
Doğrusu İslâm dininde ilk emirlerden itibaren müdafaa hakkı meşru olduğu gibi, ihtiyaç hâlinde, Allah yolunda olmak üzere taarruz hakkı da meşrudur. Hatta gerektiğinde bir vazifedir…. Allah yolunda olma kaydı, her harbin esasıdır. Bu, düşünülmedikçe harp ve çarpışmaya asla cevaz yoktur.
Bundan dolayıdır ki Avrupalıların düşündükleri mânâ ile, “Saldırgan harbin, İslâm dininde yeri yoktur” demek caiz olabilir. Din fikrine ters düşecek harp de ne müdafaa, ne taarruzdur. Allah yolunda ve hak bir iş uğrunda olmayan, tağut fikri ve sırf saldırma maksadiyle olandır. Halbuki İslâm’da harp halinde bile, harbi güzel gösterebilecek gayeye aykırı olarak saldırma haramdır. Bunun için taarruz harbinde de riayet edilmesi gereken harp hukuku vardır. Bunu, insanlık tarihinde ilk önce İslâm dini ortaya koymuştur. “Haksız yere taarruz etmeyiniz. Çünkü Allah, haksız taarruz edenleri sevmez.” (Bakara, 2/190). Bu bakımdan, “İslâm dini sırf silah kuvvetiyle yayılmış bir saldırı dinidir” demek, sırf iftira olduğu gibi, “İslâm’ın yayılmasında silahın hiç hizmeti yoktur” demek de Kitap ve Sünnete aykırı bir yalan olur.
Davutoğlu, Elmalılı’yı okumak suretiyle sadece İslam’ı değil, uluslararası siyaseti de daha iyi anlama (veya anlatma) imkânına kavuşabilir.
Evet, onun konuşmasındaki sorunlu alanı, yanlış bir “barış” vurgusuna dayanan ve İslam’ın hakikatlerini küresel sistemin çıkar hesaplarına feda etmek anlamına gelen “yeni İslam anlayışı” söylemi oluşturuyor.
İslam ve İslam anlayışı söz konusu olduğunda “yeni” kelimesini kullanmak, daha baştan işe yanlış başlamak demektir. Çünkü İslam, dinde bid’ati, yani kendisinde yenilik yapılmasını kesin bir dille yasaklamış, dalalet/sapıklık olarak tanımlamıştır. Bid’at, ibtida kelimesi ile aynı kökten gelir ve bir yenilik başlatma anlamını taşır.
“Yeni” İslam anlayışından değil, sahih İslam anlayışından söz etmek gerekir. Bu da, Kur’an ve Sünnet çerçevesinde ümmetin/cemaatin benimsediği anlayıştır. Ve bunun, yeni bir İslam anlayışı üretmek ya da türetmekle bir ilgisi yoktur.
Söz konusu sahih İslam anlayışı, tarihte, Müslümanlar’la gayrimüslimlerin birarada yaşamasını başarıyla sağlamıştır. Bu birarada yaşa(t)ma muvaffakiyetini gösteremeyen, topraklarında farklı inanç mensuplarına hayat hakkı tanımayanlar, Hristiyanlar, Budistler vs. idi. İspanya Hristiyanlar’ın eline geçince sadece Müslümanlar değil, Yahudiler de katliama uğradılar. Yahudiler’e yönelik Nazi soykırımının üzerinden henüz bir asır bile geçmiş değil. Benzer şekilde Sırplar’ın Boşnaklar’a yönelik soykırımı çok yakın bir zamanda, daha 15-20 yıl önce yaşanmış bulunuyor.
Son örnek, Myanmar/Burma..
Bosna’da, Gazze’de, Myanmar’da vs. yaşanan Müslümanlar’a yönelik zulümler BM ve Batılılar tarafından ilgisizce seyrediliyor, fakat Suudiler gibi Batı etkisi altına girmeyi kabul etmeyip de “Biz gerçekten bağımsız olarak İslam hukukuna göre yaşayacağız” diyen birileri ortaya çıktı mı, Batı dünyası, bu tür “aşırı”lardan diğer “normal müslümanlar”ı kurtarmak için derhal harekete geçiyor.
Afganistan’da olduğu gibi..
Mesela, Suriye halkını Esed’den gerçekten kurtarmayı düşünmek gibi bir dertleri yok. Ama şimdiden, “Belki Nusra da iktidarda söz sahibi olur” diye sancılanmaya, kıvranmaya ve Türkiye gibi ülkelere akıl vermeye başlamış durumdalar.
Ne hikmetse, İslam ülkelerinde gündeme getirilen “yeni İslam anlayışları” daima Batılılar’ın böylesi kaygılarını yatıştırıcı bir mahiyet taşıyor.
* * *
Bazılarının da, adına “yeni” demeden “bid’at” düşünceleri Ehl-i Sünnet’e aitmiş (Sünnet’e dayanıyormuş) gibi gösterdiklerini görüyoruz.
Mesela, bu tip yazarlardan biri, 31 Mayıs 2013 tarihli yazısında, bir kısmı doğru, bir kısmı yanlış lafları sıralıyor, “Efendimize biatlı ve irtibatlı ol. Efendimizin bu devirdeki halifesi, vekili, varisi kim ise ona da biat ve itaat et. Biatsiz ölme, çünkü biatsiz ölen sanki cahiliyet ölümüyle ölmüş olur” diyordu. Ardından da, “Bu fakir yukarıdaki bilgileri kendi kafamdan yazmıyorum. İhyâ gibi kitaplardan öğrendiklerimi özetle nakl ediyorum” iddiasında bulunuyordu.
Böylece, İmam Gazzâlî’ye iftira ediyor, daha doğrusu kendi “yeni” yalanlarını “yutturmak” için İmam Gazzâlî’yi yalancı şahit haline getiriyordu.
Bir defa, Ehl-i Sünnet’in hilafet anlayışı çerçevesinde Hz. Peygamber s.a.s.’in halifesi ümmet tarafından seçilir. Ümmet kimi seçerse, o, halife haline gelir. Bu seçim öncesinde belirlenmiş bir halife, vekil ya da varis söz konusu değildir.
Böylesi bir vekil ve varis anlayışı Şia’ya aittir.
Ulemanın “peygamberlerin varisi” (Hz. Peygamber s.a.s.’in değil, bütün peygamberlerin varisi) olması ayrı bir meseledir. Konuyla ilgili hadîste, buradaki verasetin sadece ilimle sınırlı olduğu açıkça ifade edilmektedir.
Şimdi bu şahsa, “Mugalata ve demagojiyi bırak da, İhya’dan (veya ‘gibi’ kitaplardan) konuyla ilgili ifadeleri aynen aktar” çağrısında bulunmanın bir anlamı yok (Bunu, İhya tercümesini baştan sona okumuş biri olarak söylüyoruz). Çünkü, tanıdığımız kadarıyla, ifadeleri kafasına göre özetlemek (daha doğrusu tahrif etmek) yerine aynen aktarmaya yanaşmayacak, kurnazca “Bana itiraz edenlere nasıl laf ‘sokuştururum’, meseleyi nasıl çarpıtırım” diye düşünmeye başlayacaktır.
Evet, bir de böylesi “yeni” icatlar yapan fakat Ehl-i Sünnet edebiyatını da kimseye bırakmayan tuhaf tipler var.
* * *
Bazılarının da, İmam Şaranî’ye atfen, “Her peygamber bir şeriat ile gelir, her veli de zamanına göre yeni bir anlayış getirir” şeklinde bir söz naklettikleri ve bu sözü sanki bir “usûlü’d-dîn” ilkesiymiş gibi kabul ettikleri görülmektedir. Ancak, bu sözü aktaranlar da, açık ve net bir kaynak göster(e)miyorlar. O nedenle, aktarılan söz gerçekten İmam Şaranî’ye mi ait ve ne kadar doğru (“özetlenmeden”) aktarılıyor bilmiyoruz. Fakat bu sözün bu şekliyle ona ait olmadığını tahmin ediyoruz, çünkü yanlışlığı açık bir sözdür.
Gerçekte, her peygamber bir şeriat ile gelmemiştir. Bazen bir peygamber (veya peygamberler), kendilerinden önceki bir peygamberin şeriatine tâbi olmuşlardır.
“Zamanına göre yeni bir anlayış getirme” meselesi ise, ilme bağlıdır; ilimsiz olmaz. Bu görüş ancak, “Ezmanın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz” (Mecelle, madde 39) hükmü çerçevesinde değer taşıyabilir:
“Allâme Zahid el-Kevserî’nin bu husustaki tespiti de çok önemlidir: Zamanın, mekânın değişmesi ile hükmün değişmesi, hükmün değişik hâllere göre tafsilâtından ibarettir. Yoksa zamanın değişmesi ile mutlak mânâda hükümlerin değiştiğini düşünmek, ilâhî nizamı insan ürünü kanunlar seviyesine indirmek demektir. (Kevserî, Makalât, s. 87).” (Ergün Çapan, “Kur’an’ın Evrenselliği ve Tarihselci Yaklaşım”, Yeni Ümit Dergisi, Sayı: 58, Ekim-Kasım-Aralık 2002;
http://www.yeniumit.com.tr/konular.php?sayi_id=58&konu_id=45&yumit=bolum3
O yüzden, yeni bir anlayış getirme iddiasıyla ortaya çıkanların çoğu, özellikle de ilim bakımından boş olanları, aslında bid’atçi veya dalalet ehlidir. Nitekim birçok tarikat bu şekilde bozulmuştur. Muhtemelen bu bozulmaya direnenlere de, İmam Şaranî’ye atfedilen yukarıdaki söz gibi sözlerle itirazda bulunulmuştur.
Ayrıca, “Zamanına göre yeni bir anlayış getirme” sözü, bizden öncekilerin “anlayışının” bu zamana uymadığını söylemek anlamına gelir. Bu, dünyevî konularda bazen geçerli olabilir. Fakat din söz konusu olduğunda, zamana göre değişen bir anlayıştan söz edilemez. Çünkü din (İslâm), esas itibariyle kıyamete kadar aynen geçerlidir.
Zamana göre yeni bir anlayışın gerekliliğinden söz edildiğinde, bize en uzak zamanın anlayışının en yanlış ya da geçersiz/elverişsiz anlayış olduğunu kabul etmemiz gerekir. Bu durumda, bize en az uygun düşen anlayış, sahabenin anlayışı haline gelir.
Öte yandan, İmam Şarani’ye atfedilen bu söz, ayet ya da hadîs değildir; yani tek başına delil olamaz; başka bir deyişle dinî açıdan reddedilemez bir delil niteliği taşımamaktadır, salt kanaatlerden bir kanaat (ya da en iyi ihtimalle bir ictihadî görüş) kabul edilebilir.
Ayrıca bu söz, “genelleme” içermesi itibariyle kesinlikle yanlıştır, çünkü her velinin zamanına göre yeni bir anlayış getireceği ileri sürülmektedir. Böylece “yeni bir anlayış getirme”, velîliğin şartı haline getirilmektedir. Böyle birşey yoktur.
Üstelik, zamanın değişmesi ile bazı ahkâmın (hükümlerin) değişmesi, mutlaka değişecekleri değil, değişebilecekleri anlamına gelir. Bunlar da aslında sadece ictihadî nitelik taşıyan hususlarla ilgilidir. Ayrıca, yeni veya eski farketmez, ictihatlar hatalı da olabilir.
Bazen (ictihat anlamında) yeni bir anlayıştan söz edilebilse bile, bunun Kur’an ve Sünnet’le çelişmemesi gerekir. Hz. Ebubekir r. a. en büyük velî olduğu halde, halife olunca irad ettiği ilk hutbesinde şöyle demiştir:
“Ben sizin en hayırlınız olmadığım halde sizin başınıza halife seçildim. Ey insanlar! Ben de sizin gibi bir insanım. Bilmiyorum, belki Hz. Peygamber’in yapabildiği şeyleri bana da teklif edeceksiniz. Halbuki Allah Teâlâ, Hz. Muhammed’i (s.a.s.) alemlerden üstün kılmış ve onu afetlerden korumuştu. Ben ise ancak Hz. Muhammed’e tabi olan birisiyim. Kendiliğimden hiç bir şey icat edemem. Eğer ben doğru hareket edersem bana uyunuz. Eğer doğruluktan uzaklaşırsam beni düzeltiniz. Hz. Peygamber vefat ederken, hiç kimsenin, onun üzerinde bir çöp darbesi kadar bile hakkı yoktu. Benimse, bir şeytanım vardır. Zaman zaman bana galebe çalar.”
Evet, Hz. Ebubekir r.a., kopardıkları yaygarayla Ehl-i Sünnet postunu haksız olarak gaspetmiş Şiî eğilimli bid’atçilerin iddialarının aksine, “Ben Resulullah’ın varisi ve vekili olduğum için bana tâbi oldunuz” demiyor, “Sizin tarafınızdan seçildim” diyor. Ama şu anda tartıştığımız konu bu değil. Sadece, Hz. Ebubekir’in, “Kendiliğimden (yeni) hiçbir şey icat edemem” sözüne dikkat çekmek istiyoruz.
Şayet yukarıda aktarılan söz İmam Şaranî’ye aitse, onun kendi kanaatidir; dolayısıyla yanlış da, doğru da olabilir. Çünkü İmam’ın yanılmazlık ve ismet gibi bir sıfatı bulunmamaktadır. Nitekim İmam Şaranî’nin kendisi, “Gerçek Şeyhler ve Sahteleri” adıyla Türkçe’ye çevrilen kitabında (İstanbul: Bedir Y., 1997) Hz. Ömer’in şu sözünü aktarmaktadır: “Bu, Ömer’in görüşüdür. Eğer doğruysa Allah’tan, yanlışsa Ömer’dendir.” Hz. Ömer’in görüşleri yanlış olabilirse (ki olabilir, bazen olmuştur da), İmam Şaranî’ninkiler ve ayrıca sözünü ettiği velîlerinki haydi haydi olabilir. Peygamberlerin masumiyetine karşılık, velîlerin masumiyeti yoktur. Bu nokta gözardı edilmemelidir.
Bu bir yana, kimin velî olduğu da öyle kolayca bilinebilen birşey değildir. Şeyhlik başka birşey, velîlik başka birşeydir.
Dahası, önemli olan yeni bir anlayış getirmek değil, Kur’an ve Sünnet’e bağlılıktır.
Bir hadîste, bu ümmetten kendisine ilham olunanlar (muhaddesûn) bulunduğu, Hz. Ömer’in de onlardan olduğu bildirilmiştir. Hz. Ömer için hadîs mevcuttur, ama yaşayan hiç kimse hakkında böyle bir şer’î delil yok. (Yine de Hz. Ömer’in her sözüne “Ona ilham geliyor” diye itirazsız bir şekilde itimat edilmemiştir.) Ayrıca, İslâm alimleri (Ehl-i Sünnet uleması) ilham ve keşfi şer’î delil olarak kabul etmeme konusunda müttefiktir. İlham veya keşfin doğruluğunun alâmeti Şeriat’le çelişmemesidir. Bu durumda da delil yine şer’î bilgilerdir, ilham değil.
İmam Nevevî’nin Riyazü’s-Salihîn’e aldığı şu hadîs bu konuda bize ölçü olmalıdır:
“Şayet biriniz mutlaka arkadaşını methedecekse, eğer söylediği gibi olduğuna da gerçekten inanıyorsa, ‘Zannederim o şöyle iyidir, böyle iyidir’ desin. Esasen onu hesaba çekecek olan Allah’tır ve Allah’a karşı hiç kimse kesin olarak temize çıkarılamaz.” (Buhârî, Şehâdât 16, Edeb 54; Müslim, Zühd 65; Ebû Dâvûd, Edeb 9; İbni Mâce, Edeb 36.)
İmam Şaranî, şeyhlerle ilgili bir “tabakat” kitabı da yazmıştır. Bununla birlikte, yukarıda adı geçen kitabını, şeyhler konusunda dikkatli olunması ve ihtiyatlı davranılması için kaleme almış bulunmaktadır. Ayrıca, kendi dönemindeki bazı şeyhleri sözkonusu “tabakat” kitabında konu edinmiş olmakla birlikte, “Gerçek Şeyhler ve Sahteleri” adlı kitapta onlardan şikayetçi olmakta, kendisinin onlara yaptığı bazı haklı uyarıları dikkate almamak bir tarafa, bu yüzden kendisine karşı tavır aldıklarını, hatta sürgün edilmesi için uğraştıklarını, karalamak için kitaplarına yanlış ilaveler yaptırdıklarını aktarmaktadır. Yani onlar için, “Yeni bir anlayış getirmişlerdir” dememektedir.
Tebyin.wordpress