Türkiye ve Dünyadaki Son Gelişmelerin Tahlili
Genel Gündem İktibas

Türkiye ve Dünyadaki Son Gelişmelerin Tahlili

Ahmet Turgut ULUCAK

İnsanlık yoğun bir kırılma süreci yaşarken, Müslümanlar olarak biz de bu süreçlerden etkileniyoruz. Bilginin çok yoğun ve hızlı dolaştığı bu zaman dilimlerinde, insanlarda müspet etkiden ziyade menfi etkilerin daha fazla egemen olduğunu görüyoruz. Bir anlamda bilgiye hükmeden, toplumu dönüştürmede de bir güç haline geliyor. Müslüman bir şahsiyetin, yaşamış olduğu hayatta gelişen hiçbir olaya karşı umarsız olması düşünülemez. Yaşadığımız olaylar, dolaylı ya da dolaysız bizi etkilemektedir. Hayatı bir bütünlük içerisinde sağlıklı olarak okuyamamanın, değerlendirememenin getirmiş olduğu yansımalar, tarih boyu en büyük sıkıntılarımızdan biri olsa gerek. Elbette herkesin aynı alanda, aynı oranda ihtisas sahibi olması düşünülemez ancak; hayatın içerisinde, mü’min olma iddiası taşıyan her şahsiyetin, hiç olmazsa, vasati anlamda belirli bir okuma biçimi olması gerekir.

İnsanlık tarihine baktığımızda, özellikle şu son 30 yıllık zaman içerisinde, inanılmaz ve hızlı bir değişim süreci yaşandığını ve bu sürecin hala devam ettiğini görmekteyiz. Önceden değişim ve dönüşümler, 100 yıllık zaman dilimi içerisinde gerçekleşirken – o da çok nisbi anlamda- enformasyon çağı denen günümüzde ise bu zaman dilimleri artık yıllarla ifade edilir hale gelmiştir. 1800’lü yıllara damgasını vuran sanayi devriminin akabinde özellikle bu son yüzyılın son 30 yılını ele aldığımızda  çok ciddi bir kırılma süreci yaşandığını müşahede etmekteyiz. Bu kırılma süreçleri toplumların kendi inisiyatifinden mi kaynaklanmaktadır?

Türkiye’de gelişen olaylara geçmeden önce, özellikle Osmanlı sonrası gelişen akımlara dair kısa bir panorama sunmak yerinde olacaktır. Bugün her ne kadar laik Kemalistler kabul etmemiş olsa da bugünkü mevcut rejim Osmanlı’nın bir devamıdır. Son dönemde seslendirilen Neo-Osmanlıcılık, Türkiye’deki muhafazakâr ve sağ kanadın öne çıkardığı bir anlayıştır. Dikkat ederseniz, bugün birçok kurum ve kuruluş vardır ki, kuruluş tarihleri 150, 180’lere dayanır. Bu toplumda, Osmanlı’ya ait ne kadar emare varsa silinip kazınmaya çalışılmışsa da cumhuriyet, bir anlamda, Osmanlı’nın enkazı üzerine kurulmuştur. Türkiye’de özellikle cumhuriyet sürecine baktığımız vakitte, egemen olan güç askeriye idi ve bu egemen güç, kendisini laik Kemalist anlayış üzerine inşa ederken ellerindeki güç ve otoriteyi kullanarak toplumu da yönlendirmişlerdir. Bu yönlendirme ve baskı, şekli değişmekle birlikte hala devam etmektedir. Her ne kadar bugün liberal anlayışlar egemen görünse de Türkiye ‘de egemen olan anlayış laik Kemalist anlayıştır. Bu anlayış aynı zamanda belirleyici ve dönüştürücüdür de.

Milliyetçilik akımı daha çok, kendini   İslam’a da nispet eden muhafazakâr ve sağ kanat tarafından temsil edilmiştir. Muhafazakâr algı hep iktidardan yana, korumacı ve sahiplenmeci bir algıdır. Milliyetçilik tanımı, M. Kemal’in ilkeleri içerisinde yer almışsa da süreç içerisinde, sağcıların kullandığı bir kavram ve dile dönüşmüştür. Ulusçuluk anlayışı ise, her ne kadar “ulus devlet” anlayışı Batı’nın üretmiş olduğu ya da mimarlığını yapmış olduğu bir proje gibi görünse de aslında ulus devlet anlayışı Müslüman dünyasına bu kavramla olmasa bile asabiyet ve milliyetçilik duygusuyla çok yaygın olarak girmiştir. Hatta Rasulullah’a isnad edilen “vatan sevgisi imandandır” sözü Mişel Eflak’a aittir. Bu kişi Hıristiyan ve Baasçıdır, ama ilginçtir ki bu söz, bugün hala hadis diye bilinmektedir.

Orta Doğu’da yaşanılan süreçlerle Türkiye’de yaşanılan süreçleri birlikte değerlendirmek gerekmektedir. Zira; kavram olarak bizim çok hoşumuza gitmese de karşılığını bulamadığımız küreselleşme dediğimiz bir olgu var. Buna küreselleşme deyin, globalleşme deyin ne derseniz deyin –bu bizim kavramımız değil ama- bu bir vakadır ve dünyada yaşanan her bir olay istisnasız her toplumu etkilemektedir. Buna bigâne kalmak mümkün değildir. Bunun için Türkiye’de yaşanan olayları dünyada yaşanan olaylardan, plan ve projelerden bağımsız düşünecek olursak fotoğraf net olarak görülemeyecektir.

Türkiye bir darbeler ülkesidir. Bu darbelerin temelinde insanlar üzerinde tahakküm kurmak ve bu tahakkümü sürdürebilmek yatmaktadır. Yoksa “vatan, millet, Sakarya” edebiyatı ya da toprak sevgisi değil elbette. “Yapılan her darbe, Türkiye’yi 10 yıl geriye götürmüştür” iddialarını darbelerin savunucuları dahi dile getirmişlerdir. Asker, kendini bu ülkenin yegâne sahibi olarak görmektedir. Türkiye’nin en büyük firmaları olan İş Bankası, Oyak’ın gizli ortakları vardır ve askeriye de bu firmaların ortağıdır. Bugün İş Bankasının en büyük sermayederi CHP’dir. Dikkat edilirse, 1940’lara gelinceye kadar Türkiye’de CHP neredeyse sermaye diyebileceğimiz her alanda belirleyicidir. Yine hatırlanırsa Oyak, üç yıl önce özelleştirilirken Kardemir’i satın almış ve daha sonra da çok yüklü bir miktarla tekrar satmıştır. 28 Şubat da post-modern bir darbedir. Bu süreç Türkiye’de yaşandı ve kalıntıları hala alabildiğine devam etmektedir. Ergenekon süreci, 28 Şubat süreci, sadece son 15–20 yılın profili değildir. Baktığımızda Türkiye’nin kendi içinde yüzleşmesi söz konusudur. Bir anlamda küresel egemen güçler şunu söylemişlerdir: laik Kemalist ideoloji ve kafa, yobazlaşmıştır, fosilleşmiştir. “ Biz artık bunlarla işi götüremeyiz. Bizim tahakkümümüzü sürdürebilmemiz için, bizim çıkarlarımızla ters düşmedikleri sürece, o günkü toplum içinde yaygın olan anlayış ne ise onları yönetime geçirmeliyiz.” İşte Türkiye’deki AKP süreci bu algının bir yansımasıdır. Bu noktada Müslümanların AKP sürecini çok sağlıklı okuyamadıklarını görmekteyiz. Bugün Türkiye’de bir AKP gerçeği vardır; bunu inkâr edemeyiz. Bu parti, cumhuriyet tarihinin halka en yakın olan partisidir. Bir anlamda Kemalist rejimin tıkanan damarları, Müslüman olduğu iddia edilen şahıslarla, kurumlarla açılmıştır ve açılmaya devam etmektedir. Fakat bugün Orta Doğu’da yaşanan süreçleri doğru okuyabilme adına, Türkiye’de başlatılmış olan 28 Şubat sonrası AKP iktidarındaki baharı “devrim”i öne çıkarmamız gerekiyor. Türkiye bu yönüyle model bir ülkedir. Duruma, sadece harita olarak bakmayıp kültür olarak, jeopolitik konum, statü ve geçmişteki tecrübeleri baz alarak baktığımız vakit, tüm egemen güçlerin en fazla üzerinde durdukları iki ülke görmekteyiz: Mısır ve Türkiye. Mısır, Arapların abisi konumundadır. Türkiye’nin ise Orta Doğu, Balkanlar, Avrupa, Kafkasya ve Asya ile bağları vardır. Türkiye’de olası bir müspet veya menfi değişim, birçok coğrafyayı etkileyeceğinden Türkiye kilit noktası durumundadır. Bundan dolayı, Türkiye’de rejimin, sistemin işleyişindeki egemen güçlerin zaman zaman çıkar çatışmaları olmuştur. Doğu bloğu olarak adlandırılan komünist mantıkla batıcı algının zaman zaman çatıştığını görmekteyiz. Turgut Özal’ın öldürülmesinin arka planında da bu çıkar çatışmaları yatmaktadır.

Türkiye’de AKP süreci hala devam etmektedir. Baktığımız zaman AKP’yi tek başına sırtlayan bir R. Tayyip Erdoğan görmekteyiz. AKP eşittir Tayyip Erdoğan demek, çok da abes olmasa gerek. Burada cevabı aranan soru şu olmalıdır: Türkiye bu sürece geldi mi getirildi mi? O dönemlere bakıldığında Türkiye, kendi siyasi yelpazesi içerisinde lider çıkaramayan bir konumda idi. Çıkarılan liderlerin de ölmediği müddetçe diskalifiye edilmesi mümkün değildi. Bu bir Osmanlı geleneği idi; baştaki lider, yönetici, şeyh, adına ne derseniz deyin, vefat etmediği sürece indirilmesi söz konusu olmazdı. Maalesef bu, Müslüman toplumlarda da egemen bir anlayıştır. Süleyman Demirel bir üniversitede sunum yaparken bir öğrenci ayağa kalkar ve şöyle der: “Dedemi sen yönettin, babamı sen yönettin,  artık bırak beni sen yönetme.” Bu liderler, kazara ayrıldıkları vakitte parti içindeki uyduları vasıtasıyla tahakkümlerini sürdürmüşlerdir. Bugün Türkiye’de Tayyip Erdoğan bir padişahtan çok daha etkindir. Şu an dünyada iki liderden söz edilmektedir: Vlademir putin ve R. Tayyip Erdoğan. Bu liderlerin kendi içlerindeki güçlerini, karizmalarını inkâr etmemek gerekir elbette; ama onları ortaya çıkaran unsurları da çok iyi görmeliyiz.

Dünyada meydana gelen devrimler, ihtilaller her toplumu etkilemiştir. Özellikle Müslümanların en çok etkilendiği alanlar Güney Amerika’daki halkçı sosyalist devrimler olmuştur. Son yüzyıldaki İslami hareketlerin düşünsel bir etkileşimleri söz konusudur ve Müslümanlar Marksist- Leninist örgütlenmelerden etkilenmişlerdir. Bu menfi bir netice vermiştir. 28 Şubat sürecinde Türkiye’de sosyal patlama had safhaya gelmişti. İnsanlar ekonomik sıkıntılar içerisinde, evinin kirasını ödeyememiş, iflas etmiş, borçlar alabildiğine artmıştı. Bir buçuk yıllık ANASOL-D hükümeti döneminde hazinenin uğradığı zarar, 52 milyar dolardır. Bu ne demektir? Bu yeni bir ülkenin inşası demektir. Bugün Türkiye’de bankalara borçlu olmayan kaç insan vardır. Köleliği bu anlamda yeniden güncellemek gerekmiyor mu? Liberal-kapitalist mantığın oluşturmaya çalıştığı en egemen anlayışlardan birisi de budur zaten. Bunun adı, modern kölelik değil de nedir peki?  Bu dini, ırkı, cinsiyeti ne olursa olsun, her insanı direkt ilgilendiren bir konudur. Ve bu ülkede olası bir sosyal patlamaya karşı sürekli bir nabız da yoklanıyordu. Bu noktada R.Tayyip Erdoğan’ın ortaya çıkarılması ve milletvekili olma süreci hatırlanmalıdır. Erdoğan, aldığı mahkûmiyet kararından dolayı milletvekili olması mümkün olmayan birisi idi. Seçimlere katılabilmesi için CHP’nin dahi destek verdiği özel yasalar çıkartılarak milletvekilliği düşürülen Jet-Fadıl (Akgündüz)’ın yerine Siirt’ten milletvekili seçildi ve böylece Türkiye’de birçok coğrafyayı da etkileyecek yeni bir süreç başlatıldı. Buna rağmen Türkiye’de 2002’den sonraki süreçte planlanan Sarıkız, Balyoz, Ay Işığı operasyonları ki, hala yargı aşamasında, sistem içinde ABD’ye rağmen bir çatışmanın tezahürü olarak karşımıza çıkmıştır. ABD’yi yarı tanrı konumuna getiren Amerikancı komploları çok tasvip etmemekle birlikte, ortada görmemiz gereken bir gerçek de vardır: Bugün ABD, dünyanın jandarmasıdır. İsrail’e gitmiştir, B. Netanyahu ile görüşmüş, TC’den özür diletmiş, TC, PKK ile barıştırılmıştır. Bütün bunları görmemek için insanın zihni bir zafiyet yaşıyor olması gerekir. Orta Doğu ölçeğindeki olayların, tamamen ABD’nin tetiklemesi ve yönlendirmesi ile başlamıştır, söylemini abartı bulmakla beraber; süreç içerisinde direkt inisiyatif alamasalar da, süreci yönlendirmeye ve kontrol etmeye çalıştıklarını da yok sayamayız. Mısır’daki Tahlil olaylarını hatırlayacak olursak, 6. gün olmuştu ABD ne yapacağını bilememiş ve H. Clinton, o dönem içerisinde açıklama yapma ihtiyacı hissetmiştir. Evet, bugün ABD, dünyada belirleyici bir güçtür. Fakat ABD’nin belirleyici bir güç haline dönüştürülmesindeki temel etkenler nedir diye baktığımız vakit de, halkı Müslüman olan coğrafyalardaki kukla yöneticilerin sürekli o bölgeye hem siyasal hem de ekonomik anlamda kan pompaladığını görürüz. 11 Eylül olayları öncesinde ABD’deki sadece Suud sermayesi 800 milyar dolardır. Şu an Türkiye’nin gayrı safi milli hâsılası takriben 100 milyar dolar civarındadır. 28 Şubat döneminde TC’nin hazinesindeki para ise 2 milyar dolardır. Hâlbuki ABD, sadece Suud tarafından 800 milyar dolarlık bir sermaye ile dolaylı ya da dolaysız desteklenmektedir. Kendi düşmanımızı kendi ellerimizle beslerken, sadece kahrederek, hakaret ve tahkir ederek onlardan kurtulmaya çalışmak, ümmet olarak aşmamız gereken en büyük handikabımız olsa gerek. Oysaki olayları doğru okumamız, analiz etmemiz ve stratejiler geliştirmemiz gerekmektedir. Bu hükümranlık elbet bir gün bitecektir. Unutulmamalıdır ki Osmanlı, bugünün ABD’sinden daha güçlüydü. Bizans İmparatorluğu, Sasaniler, Endülüs Emevi devleti, Abbasiler, Memluklular… Hepsi dünün güçlü devletleri idiler ama hepsi ecelleri vaki olup tarihin sayfalarındalar şimdi.

AKP Türkiye’ de iktidara geldi/getirildi. ABD ile süreç içerisinde yapılan pazarlıklar vardı. Çünkü TC’nin eli, AB ile alakalı meselelerde artık bir güç haline dönüşmüştü. Bugün AB, hem siyasal hem de ekonomik anlamda bir iflasın eşiğindedir ama hala sömürgeci algısıyla varlığını devam ettirmektedir. Kanaatimce, düşünsel anlamda da yolun sonuna gelmişlerdir. Batı emperyalizminin geldiği son nokta ve düşünce, liberal demokrasidir. Bundan öteye gidecekleri argümanları, düşünce ve anlayışları yoktur.

Türkiye’de bir Güney Doğu, Kürdistan gerçeği vardır. Rejim şövanist milliyetçi faşist duygularla bir devlet inşa etti. Türkiye’nin doğusu ve güneydoğusu diye ifade edilen bölgeye özellikle bu coğrafyanın toprakları içerisinde kalan Kürdistan bölgesine baktığımızda Türkiye’de bir Kürt sorunu vardır. Bu sorunu Müslümanlar çıkartmamıştır. Bu, sistemin ürettiği bir sorundur. Lakin Müslümanlar olarak ‘bu rejimin ürettiği bir sorundur, bizi ilgilendirmez’ deme hakkına sahip değiliz. Zira bizi etkiliyor. Etkiliyor olmasını çıkar anlamında söylemiyoruz. Ortada bir mazlumiyet ve mahrumiyet var. Gönül isterdi ki; doğuda, güneydoğuda Kürdistan’da İslami bir irade çıksın, öncülük yapsın ve belirleyici olsun. Hizbu’l-vahşet diye ifadelendirilen süreçte, kendisiyle tanışıp görüştüğümüz –rahmetli- İzzeddin Yıldırım’a  yaklaşık 20 yıl önce Üsküdar’da bir öğrenci evinde  ‘G. Doğu’daki olayları nasıl değerlendirdiğine’ dair bir soru yöneltmiştim. “Eğer sistemin oyununa gelmezlerse G. Doğu’nun Hamas’ı olurlar” demişti. Ne yazık ki, olaylar öyle tezahür etti ki Hamas olmasını arzu ettiği veya öngördüğü düşüncenin kullanılmış insanları tarafından öldürüldü.

Türkiye’de devamlı düşman üreten bir politika geliştirildi. İlkokul dönemlerinden beri her tarafı düşmanla çevrili ve kendisinden başka hiç dostu olmayan bir ülke olduğumuz zihin dünyamıza kazındı. Bütün bunlar, milliyetçilik akımını sürekli tetikleyen ve besleyen unsurlardı. Hakikaten de coğrafyaya baktığımız vakit, TC’nin iyi ilişkiler içerisinde bulunduğu tek ülke İsrail’dir. Bunun haricinde ise neredeyse her devletle bir kavgası, bir problemi vardır. Yahudilerin Filistin’e özellikle İngiltere tarafından yerleştirilip desteklenerek 1948’te de devlet olarak ilan edildiğinde İsrail’i devlet olarak tanıyan ilk ülke Türkiye olmuştur. Süreç içerisinde İsrail ile TC’nin ilişkileri bir hükümet politikası olmaktan ziyade devlet politikası haline dönüşmüştür. Devlet politikası ile hükümet politikasını birbirinden ayırt etmemiz lazımdır. Genel anlamda hükümet politikaları devlet politikasıyla çatışmamalıdır ama strateji değişikliklerine girebilirler. Sistemin kendi içerisinde zaman zaman vuku bulan çatışmaları da bunun bir eseridir. Cem Ersever, askeriyede yüzbaşıdır ve JİTEM’in kurucusudur. G. Doğu’da PKK’yla özellikle Tansu Çiller’in başbakan olduğu yoğun çatışmaların yaşandığı dönemde “derin devletin” kirli ilişkiler ve yargısız infazlar için kullandığı kilit isimlerden birisidir. Aynı Cem Ersever kendilerine tanınan alanın dışına çıktığı için bizatihi kendi yöneticileri tarafından Adapazarı- Hendek- Düzce üçgeninde öldürülmüştür. Bu üçgene dikkat edin; büyük fotoğrafların şahısları hep oralarda götürülmüştür. Maalesef hafızası zayıf bir toplumuz. Susurluk hadisesinde hayatta bir araya gelmeyeceği düşünülen insanlar bir aradadır: Hüseyin Kocadağ, Abdullah Çatlı, Sedat Edip Bucak. Belli ki, görülenin arkasında büyük olaylar var. Mesela Emniyet Genel Müdürü, Adalet ve İçişleri Bakanı olarak görev yapmış bir kişi olan Mehmet Ağar, neredeyse her karanlık işte parmağı olan, kaldırılan her taşın altından ismi çıkmış bir şahıstır. Bütün bu olayları şunun için hatırlatıyoruz ki; bu sadece ekonomik bir süreç değildir. O dönemde Cavit Çağlar’ a İnterbank’ı sattıkları vakitte, dönemin Yahudi sermayedarları tarafından kendisine para verilmiştir. Siyonist sermeyenin Türkiye çarkını oluşturan meşhur Yahudi sermayedarı Nesim Malki, Ayhan Çarkın grubu tarafından öldürüldü. Onun öldürülmesiyle birlikte parayı vermemeyi düşünürken İtalyan Astaldi firmasına ihale edilen Bolu Tünelinin yapımında, devletten biri olması gerekirken Kamuran Çörtük’ü de ihaleye ortak etmek zorunda kalmışlardı. Kamuran Çörtük kimdir? Süleyman Demirel’in bacanağıdır. S. Demirel, bir tarafında Cavit Çağlar, diğer tarafında Kamuran Çörtük’le fotoğraf çektirirken ‘bu benim aile fotoğrafım’ demiştir. Cavit Çağlar, Siyonist sermaye sahibi tefecilerden sürekli para aldığı için İnterbank’ın batmasına sebep olmuş; 2 milyar dolar bankayı boşaltmıştır. Bu vurgun, ‘Cumhuriyet tarihinin en büyük banka soygunu olarak’ TBMM tutanağına geçmiştir. C. Çağlar, o zaman devletin koruması altında değildi ve neticede konkordato ilan etti.

İşte böyle bir anaforun içerisinde AKP diye bir parti ortaya çıktı. Kendilerini muhafazakâr, ılıman, liberal hatta muhafazakâr demokrat diye bir tabir icat ederek tanımladılar. Necmettin Erbakan döneminde yaşanılan tecrübelerle birlikte aynı hataları yapmamak adına bir parti kurdular ve Türkiye’de zaten tıkanan siyasetin içinde prim yaptılar. R. T. Erdoğan hızlı bir şekilde büyüdü ya da büyütüldü. Kendi var olan bir takım yaptırımlarını, gücünü, karizmasını görmezlikten gelerek tamamen komplocu yaklaşmayı adaletli görmediğim gibi bütün gücü ve yetkisini de sadece onun şahsına bağlamayı da makul görmüyorum. Eğer ABD devreye girmeseydi Cem Uzan’ın bu şekilde batırılması mümkün olabilir miydi? Ergenokon’un ortaya çıkarılması ve üzerine gidilmesi, sadece hükümetin gücünden mi kaynaklanmaktadır? Emperyalist güçler, Orta Doğu’daki Baas rejimlerinin miadının dolmasıyla, Türkiye’deki kemikleşmiş laik Kemalist kafanın artık çağa ayak uyduramamasından dolayı Türkiye’de bir sistem değişikliğine gitmiştir. Rejim değişikliği değildir bu; rejim, temel mantık, anlayış aynıdır. Fakat sahnenin önündeki aktörler, rollerini iyi icra edemedikleri için değiştirilmiştir. Bundan dolayı Türkiye’de bütün bir bölgeyi etkileyecek ve belirleyici olan bir ‘Türkiye Modeli’ öngörülmüştür. Çünkü bölgede özellikle Arap toplumu, örgütlü hareket eden bir toplum değildirler. Arapların geleneğine baktığımız vakit, genellikle aşiret üzerine, krallık üzerine yaşamış bir toplum oldukları için tarih boyu çok fazla devletleşememişlerdir. Hiç devlet olamamışlar denemez elbette ama; Arapların bir devlet kültürü ve geleneği olmadığından dolayı örgütlü hareket etmekten de uzak kalmışlardır. Bu yönüyle süreç içerisinde bilgi, sadece Arapların lehine gelişmedi; yani modern Batılı paradigmaların algısıyla gelişmedi. Etkilenimler yaşanmaya başlandı. Tunus’ta, Mısır’da, Yemen’de, Libya’da özellikle Kuzey Afrika ile Orta Doğu bölgelerinde gelişen olaylar şu demekti: Nasıl ki bir araba hararet yapmaya başlamışsa önce açılır, suyu dumanı alınır, motorun soğuması sağlanarak sıkıntı giderilirse; harareti iyice artmış bölge halkının da hararetinin alınmasının zamanının geldiği demekti. Bölgedeki taleplerin sadece ekonomik ya da sömürge üzerine talepler olmasından öte, zaman içinde bu taleplerin İslami bir kimliğe kavuşup örgütlenerek kontrol dışı bir duruma gelme kaygı ve korkusuyla toplumu etkileme ve yönlendirme noktasında belirleyici olmaya başladılar.

Türkiye’de PKK ile devlet –hükümet demiyorum- barıştırıldı. Son üç aylık zamanda yaşanan gelişmeleri, herhalde şapkadan tavşan çıkarmaya benzetmemek gerekiyor. Elbette bunun bir arka planı vardır ama şahsım adına şunun altını çizerek belirtmeliyim ki; ne olursa olsun kan durmalıydı. Çünkü galibi olmayan bir savaştı ve sürekli mazlumlar ölmekte idi. Bu süreç, Müslüman Kürtler ile Müslüman Türklerin dahi arasındaki makasın ciddi anlamda açılmasına sebebiyet verdi. Sistemin üretmiş olduğu soruna, maalesef, batıda yaşayan Müslümanlar da genel olarak kayıtsız kaldığı için bölge halkında belirleyici olan, en azından yönlendirici olan güçler, ateist, sosyalist, Marksistler olmuştur. Çünkü sol zihniyetin muhalif bir tutumu hep olagelmiştir. Sol algılardan Müslümanlar dahi etkilenme yaşamışlardır. Bunun temel sebeplerine baktığımızda Türk toplumu, muhafazakâr ve sağcı bir anlayışla yetiştirildiği için, genellikle hep iktidar yanlısı, korumacı ve geçiştiricidir. Ve bu yönüyle hiçbir zaman için var olan sürece tepki ve tavır geliştiremez, dahası ona dahil olur. Şimdi PKK ve devlet bir barıştırılma sürecinin içerisinde. Kanaatimce son 30 yıllık zaman diliminde Türkiye siyasal yapısı açısından devrim diyebileceğimiz bir olaydır; eğer doğru bir şekilde işletilebilinirse. Biz vakaya bir projektör tutarak yaşanılan olayları tahlil etme açısından bakalım. Müslümanlar olarak bizim söyleyeceğimiz söz nedir, ne olmalıdır? Dikkat ediniz, 10–15 gündür konuşuluyor olmasına rağmen hiçbir İslami kesimden konuya dair bir düşünce serdedilmemiştir. Çünkü bu toplum içerisinde sağcı, devletçi milli algı, en iyi zannedilen “cemaatler” de bile –üzülerek söylüyoruz- bir illete dönüşmüştür. Türk halkının kahır ekseriyeti şövanist algılardan etkilenmiştir. Bir milliyetçilik damarı, devletçi bir anlayışı vardır. Müslüman kesimin içinde bu algının hala bu kadar egemen olmasının, iman eksenli sağlıklı bir okuma ameliyesinin gerçekleştirilmediği bir problem olduğu unutulmamalıdır.

Bu süreç, ilk elden, hükümet ve Abdullah Öcalan aracılığıyla işleve konuldu ve şekillendirilmeye çalışılıyor. Şu an “akil adamlar” projesi gündemde. Devlet çok ince ve sinsi bir taktik uygulamakta. Bürokrasiden ve devlet kademesinden hiçbir isim bu listede yer almamaktadır. Peki, bu akil adamlar(!) ne yapacaklar: işleyen süreçle alakalı, PKK’nın gerillasının dağdan nasıl ve ne şekilde indirileceği, bölgede özellikle KCK davasında tutuklu bulunan hapistekilerin durumu ile ilgili çalışmalar yapacaklar. KCK, PKK’nın şehir yapılanmasıdır. PKK son 10 yıllık süreç içerisinde, hatta belki de son 5 yılı biraz daha öne çıkarabiliriz, dağ kadrosuydu, dağda güçlüydü. Genel anlamda şehir içi gücü ve etkinliği yoktu. PKK ile Hizbullah çatışmasının yaşandığı dönem içerisinde Hizbullah, PKK’ya 1/3 oranında çok ağır kayıplar verdirmişti. Çünkü o dönemde PKK’nın şehir yapılanması yoktu. Sonrasında bu eksik kapatılmaya çalışıldı. PKK öyle bir algı geliştirdi ki; mesela Batman Belediye Başkanı herhangi bir PKK elemanı gibi. Bölgede il ve ilçe başkanlarından çok sayıda kişi hapiste. İslami kesime geldiğimiz vakitte, maalesef mevcut hükümet, Müslümanları merkezileştirmiş, sağcılaştırmıştır. Bugün hükümet değil politik anlamda, STK bazında dahi en haklı taleplerin oluşması gereken alanlarda bile tamamen muhalefetsiz kalmıştır. Füze rampaları, radar sistemi, yeni yerleştirilen petriotlar buna örnektir. Daha dün Mazlum-Der, Roboski’deki katliamı kınamak adına siyah çelenk bırakmak istedikleri için, polis tarafından tartaklanmıştır. Fatih’te, sizin de isimlerini bildiğiniz STK’lar, ortak bir basın açıklaması yapacaklarken Başbakan’dan gelen ‘hiç kimse bunun hakkında bir görüş beyan etmeyecek’ emri üzerine basın açıklamasını iptal etmişlerdir. Bu örgütler, hiçbir şekilde hükümetle karşı karşıya gelmemek için olabildiğince dikkat ediyorlar. Niçin? Çünkü Müslümanlar sisteme akredite olmuşlardır. Bu akredite olma sadece finansal anlamda bir güç alma değil, düşünsel bir akrediteyi de ifade ediyor. Açık konuşmak lazımdır ki; Müslümanların bu çağa, bu hayata yönelik bir sözlerinin olmaması bir zillettir. Hükümet karşıtlığı ile var olalım anlamında söylemiyorum; ama hükümetin cumhuriyetten bu yana halkın göreceli olarak durumunu iyileştirdiği, bir takım öne çıkartılan artı değerleri, bir sus payı haline dönüştürüldü. Bu aslında bir zihin ve düşünce iflasıdır. Bu toplumda Müslümanlar denenmemişti, muhalif anlamda en azından bir beklenti idi. 1996 yıllarına gelinceye kadar kadın-erkek ilişkilerinden toplumun sivilleştirilmesi projesine varıncaya kadar Refah Partisi ve İslami radyo diye tanımlananlar en büyük zararı vermişlerdir. Ve bu yönüyle birlikte artık sistemin kendi içerisindeki muhalefet alanı yine sistemin belirlediği alanlarla sınırlı olmuştur. Korumacı davranmaktan vazgeçmek, “Kel ölür sırma saçlı olur, kör ölür badem gözlü olur” anlayışı ve duygusallığıyla olaylara yaklaşmamak gerekir. Kabul etmek gerekir ki, Erbakan 28 Şubat sürecinde onurlu bir duruş sergileyememiştir. Erbakan ve Refah Partisi, Müslümanları sisteme entegre etmiştir. “Eğer biz olmazsak, siz radikal İslamcıların önüne geçemezsiniz, biz emniyet sibobuyuz” sözü hala akıllardadır. Partisel bir mücadelenin, Müslüman bir şahsiyet açısından nasıl değerlendirilmesi gerektiği ayrı bir konu olmakla birlikte; toplumun dönüştürülmesindeki en büyük etken, bu zihniyet olmuştur.

Niçin R. T. Erdoğan seçilmiştir? F. Gülen niçin büyütülmüştür? Görmemiz lazım bu resimleri. Kanaatimce Erdoğan ya da o algı, o gelenek ve örf, hiçbir zaman için sistemle çatışmamaktadır. Bugün iktidarı sahiplenenler, hemen önümüze Ergenekonu, askeri, CHP dönemini, halkın yaşadığı sömürüyü getiriyorlar. Bunlarla bir mukayese içine giriyorlar. Müslüman eklemlenmeden, erdemli bir tavır olduğu vakit, bu erdemli tavır kimden gelirse gelsin destekler. Ancak sorun, eklemlenme sorunudur.  Bugün yapılan görüşmeler ve pazarlıklar neticesinde PKK, intihar etmiştir. Bu değerlendirmeyi dışarıdan biri olarak yapıyorum ve bu sözlerden, savaş devam etmelidir, anlamı çıkartılmamalıdır. Lakin sarf edilen bu kadar can, kan, emek, mal… Bu kadar basit mi hallediliyordu gerçekten. Neydi o zaman? Bu olaylar bize, 12 Eylül sürecini de hatırlatıyor. 11 Eylüle gelinceye kadar günde 15–20 kişi ölürken birisi çıkıyor, bir düdük çalıyor ve bir anda her şey bitiyor.  Bunun gerekçesi nedir? Çünkü egemen güçler, eğer kendi karşılarında bir düşman üretmezlerse, varlıklarını sürdüremezler. Kapitalist emperyalist ABD’nin karşısında özellikle doğu bloğu yıkıldıktan sonra mutlaka bir güç çıkarılmalıydı ki bu argümanlarını ve varlığını meşrulaştırıp sürdürebilsinler. Bunu lokal anlamda sistemlerin işleyişinde de görürüz. Onun için bu sistem Alevilerle sorunludur, Kürtlerle sorunludur ve bu sorunlar her seferinde temcit pilavı gibi ısıtılarak tekrar tekrar gündeme getirilir. Liberaller laikleri yönlendirdiler ve şöyle dediler: “siz Müslümanlar üzerinde baskı oluşturdukça onlar koruma içgüdüsü ile hareket ediyorlar. Siz onları serbest(!) bırakırsanız zamanla dönüşecekler.” Hakikaten de öyle olmaya başladı. G. Doğu’da mollaların Diyanet kadrolarına alınması, okullarda Kur’an çalışmaları, Peygamberi sözde tanıtma derslerinin konması… Yakında mecliste başörtülü diye tarif edilen bayanların görülebileceği çok da hayalci bir yaklaşım olmasa gerek. Bugün Kürt halkı gerçekten yorulmuştur. Yıllardır ciddi bedeller ödemişlerdir. Gözyaşının rengi yoktur ki, aynı gözyaşıdır. Biz kuklalarla, figüranlarla olayları anlamaya çalışmayalım, sahnenin arkasını görelim. Bir sürü olaylar var: Heron meselesi, askeriyenin kendi içerisindeki ihanet projeleri, ekonomik oyunlar, özel antlaşmalar… PKK’nın kurucusu Abdullah Öcalan kendisine idol olarak M. Kemal’i almış ve her ne kadar Marksist bir düşünceye sahip olsa da derin devletle ilişkisi olan birisidir. PKK sempatizanları tarafından aşırı şekilde yüceltilen Öcalan ne yapmıştır? Oysaki Öcalan sistemin görünmeyen bir başka ayağıdır. Bugün enteresandır ki Öcalan’ın ortaya koyduğu argümanlara baktığımızda misak-ı milli sınırlarından, cumhuriyet sürecinden bahsetmektedir. Şuan iki öngörüden, iki büyük projeden bahsediliyor: Bu projelerden biri, Türkiye’nin eyalet sistemi olması yolunda uzun soluklu projenin ilk ayağı olmasıdır. Diğeri ise; Kerkük, Musul Türkiye’ye katılacak ve Türkiye’nin bölge içinde büyümesi sağlanacaktır. Çünkü bölge içerisinde model olma, ekonomik yaptırım, siyasal alanla ilgili belirleyici olma noktasında ABD’nin bölgede tahakkümünün sürmesi için yapılan bir takım pazarlıkların öngörüleri olsa gerek. Tabi en büyük etkenlerden birisi de gün geçtikçe İsrail’in çemberinin daralmasıdır. İsrail şuan ciddi anlamda bir güvenlik sorunu yaşamaktadır. İsrail için bölgede tehdit olarak hep İran ve Lübnan’daki Hizbullah gösterilmiş olsa da O. Doğu’da yaşanan süreçle İsrail’in güvenliği günden güne tehdit altına girmektedir. İran’ın bu yönüyle en güçlü argümanı İsrail karşıtlığıdır. Nasıl ki Şiilerin içinde yıllarca Kerbela’yı kullanmışlarsa Devrim’den bu güne kadar da Kudüs ve İsrail’i öne çıkartmışlardır. Bundan dolayı Suriye’deki değişim ve dönüşümle alakalı yoğun hesap ve projeler yapılmaktadır. Bu arada Hamas merkeze çekilmeye çalışılmaktadır. İhvan’ın Hamas üzerinde büyük etkisi olmaktadır. İhvan, Mısır’da bir AKP modeline dönüştürülmüştür. İsrail’le yapılmış herhangi bir antlaşma daha bozulmuş değildir. Bütün bu projelerin kökeni İsrail’in güvenliğidir. Petriotlar Türkiye’ye niçin getirildi, füze ve radar sisteminin amacı nedir? Bu sorulara yüzeysel olarak ‘İsrail’in güvenliği veya İran’ın olası tehdidine karşı’ diye cevap verebiliriz. Fakat hangi pazarlıkların, hangi ikram ya da tavizlerin karşılığında olmuştur acaba, anlamak mümkün değil. Gerçekten Samiri’nin İsrail oğullarını büyülemesi gibi Müslümanlar da büyülenmiş vaziyettedirler. Hiçbir tepkileri yoktur; cılız birkaç ses çıkmakta ise de onlar da bir anlam bulmamaktadır.

Genç Öncü

GRUBA KATIL