Cemaat AK Parti çatışmasının ikinci raundu 17 Aralık operasyonları ile başladı. Aslında bu çatışmaya cemaat-devlet çatışması da denilebilir. Zira bu çatışma bugünün olayı değil, bugünkü hâl dünün devamıdır. Cemaatin ve liderinin düşünce kodları ile İslam’ın ve ümmetin diğer kesiminin düşünce kodları oldukça farklıdır. İslam, Kur’an ve Hazreti Peygamber’in (s.a.v.) Sünnetini esas alırken ve yine uygulamada farklılıklar olsa da ümmetin ekseriyeti de aynı şekilde düşünürken, cemaat daha ziyade Risale’i Nur’u esas almaktadır. Keza Said-i Nursi de Tarihçeyi Hayat’da Nur şakirtlerine Risale’i Nur’un yeteceğini ifade etmektedir. Elbette Risale’i Nur Külliyatının Kur’an’a ve Sünnet’e ne kadar uyduğu-örtüştüğü ilim erbabının işidir. Ancak fıkhî tanımıyla mukallit bir Müslüman sıfatımla, her seviyedeki Müslüman’ın birinci ve öncelikli vazifelerinin başında Kur’an ve Hazreti Peygamber’in (s.a.v.) Sünneti ile tanışmak geldiğini rahatlıkla ifade edebilirim. Keza herhangi bir Müslüman muhatabını bu iki temel esasa çağırmak yerine kendisine çağırıyorsa Kur’an ifadesiyle bu çağrı yanlıştır ve hatta böyle yapan kişi kendi elleriyle kendisini “tağut” konumuna getirmiş olur. Bu tür çağrılara da evet diyen kimseler Allah’a değil tağuta itibar etmiş olurlar. Bilindiği gibi İmam Ebu Hanife Hazretleri içtihadda “KIYAS”a önem veren bir müçtehitti. Emsallerine nazaran oldukça fazla “Kıyas”a müracaat ediyordu. Bu yüzden de sık sık tenkitlere muhatap oluyordu. Bir gün birileri ona sordular: “Ey İmam! Bu söylediklerin mutlak doğru mudur? İmam cevap olarak dedi ki: “Benim söylediklerim doğrudur, yanlış olabilir. Başkalarının söyledikleri yanlıştır, doğru olabilir.” Şüphesiz bu yaklaşım diğer müçtehidleri dışlamayan ve kesin nass olmayan konularda başkalarının da içtihadlarının doğru olabileceğinin ifadesidir.
Günümüzde İslâm adına hareket eden, İslâm adına çeşitli konularda görüş ortaya koyan insanların, önderlerin, ilim erbabının yaklaşımlarına baktığımızda ve eğer ciddi bir eğitim düzeyleri de yoksa, akademik bir disipline de sahip değilseler çoğu bilerek veya bilmeyerek İslam adına, ümmet adına cinayetler işlemektedirler. Şahsım, bu yaşıma kadar bu manada çok ciddi cinayetlere şahit oldum: “Allah dedi ki!” “Resûlullah dedi ki!” denilen yerlerde nice kereler: “Efendi hazretleri dedi ki”ye şahit olmuşumdur. Oysa yine mezheb imamlarından İmam Şafii Hazretlerinin, neredeyse İmam Malik Hazretlerini kutsayan Medineli bazı Müslümanlarla sohbet esnasında; İmam Şafinin, ‘Resulullah dedi ki’ ifadesinin ardından; ‘İmam Malik dedi ki’ diyen Medinelilere şöyle dediğini birçoğunuz biliyordur herhalde: “Allah’tan ve Resulünden geleni başımızın tacı, gözümün nûru kabul etmez isek, bizi hangi gök gölgelendirir, hangi yer üzerinde barındırır.” Ve o yüce İmam, dokuz yıl hadis öğrenimi gördüğü hocası İmam Malik Hazretleri Hakk’ında, onun yanlış içtihadlarını konu alan: “Reddiye-i İmam Malik” risalesini yayımlar.
İslâm büyüklerinin Kur’an ve Sünnet karşısında titizlikleri böyle iken ve onlar muhatap oldukları insanları, öğrencileri bu iki esasla buluşturmaya özen gösterirken, biriler çıkıp da bir beşerin ortaya koyduğu ister “Mesnevi”, ister “Risale-i Nur” isterse İmam Rabbani’nin “Mektubat”ı olsun, ne olursa olsun kim ki o iki esasın yerine insanları mutlak bunlara çağırıyorlarsa, bunlar vahiy ve onun en büyük tefsiri olan Sünnetle aklın arasına girmektedirler. Bu cüretleri ile de İslâm’a rağmen hareket etmektedirler. Hazreti Aişe validemize: “Peygamberin ahlâkı nasıldı? sorusu sorulduğunda O’nun “Kur’an’ı okumuyor musunuz? cevabından acaba bu insanlar ne anlıyorlar? Ya da Kur’an’a ve Sünnet’e rağmen bir anlayış ortaya koyanlar ya da bir farzın ifasına tahammül göstermeyenlere şefaat edebileceklerini ifade edenler, Müslümanlara merhamet etmeyen, Yahudi ve Hristiyan’a muhabbet besleyenler, İslâmî bir önderden ziyade Papa’ya ihtiramda bulunanlar bu hâl ve davranışları ile nasıl cennete gireceklerini sanıyorlar acaba?
Anadolu’da bir söz var: “armut dibine düşer” diye. Bizler genelde armutla uğraşıyoruz. Oysa öncelik onu düşüren ağacı tahlil etmektir. Hatırlar mısınız bilmem, merhum Şehid Seyyid Kutub bir kitabında, Amr bin As’ın oğlu ile bir Kıpti’nin at yarışlarından bahseder. Kıpti at yarışında bu valinin oğlunu geçer. Bunun üzerine valinin oğlu Kıpti’ye dayak attırır. Ve kendisinin “hür” olduğunu, Kıpti’nin ise hür olmadığını ifade ile bu dayağı attırır. Durum Halife Ömer’e (r.a.) intikal ettiğinde Hazreti Ömer: Kıpti’ye sopayı verir ve der ki: “Vur! Hem oğluna hem de babasına. Zira bu baba bu zihniyette olmasaydı bu oğul bu fiili işlemezdi..”
Şimdi kafamızı iki elimizin arasına alıp düşünelim. Gerçekten biz Müslümanlar ne yapıyoruz? Olup-bitenler bir süreç mi-sonuç mu? Kabahat armutta mı ağaçta mı? Evet, bunları ciddi şekilde düşünmeliyiz, sorgulamalıyız. İmam İbn-i Teymiyye’nin dediği gibi: “Bedenimin hürriyetindense ruhumun ve aklımın hürriyetini tercih ederim.” teslimiyetini iyi tahlil etmeliyiz. Geçici, sıradan bir dünya ve onun imkânları uğruna “eşref-i mahlûkat” kimliğimizi, ahiretimizi tehlikeye atmanın bir anlamı var mı?
Yavuz Sultan Selim hep cengâverliği ile bilinir. Oysa O’na o cengâverliği bahşeden bir iman ve teslimiyet boyutu fazla irdelenmez. Ancak O, 8 yıllık iktidarının son anlarında (Tekirdağ’ın Muratlı İlçesinin Sırt Köyü’nün tepesinde) yine bir sefer esnasında iken rahatsızlığı yoğunlaşır ve Nedimi kulağına eğilerek: “Hünkârım! Hakka yürümenin zamanı geldi.” Der. Hünkâr ise: “Bre Hasancan! Sen bizi şimdiye kadar kiminle sanırdın.” der. Evet, Yavuz’un bu sorusu önemli. Aynalar her gün bize Hakka yürümenin zamanını hatırlatıyor. Acaba biz aynaya bakmadan da Hakk ile beraber olup-olmadığımızı, Hakka hesap verici olduğumuzu hiç düşünüyor muyuz? Hiç kimse hatırından çıkarmamalıdır ki: Hakk ile beraber olmak O’nun emrettiklerini yapmak, yasaklarından kaçmak, sevin dediklerini sevmek, sevmeyin dediklerini sevmemek ile mümkündür. O bizlerin, mü’minlerin dostlarının ancak Allah, Resulü ve bunlara iman eden mü’minler olduklarını söylüyor. Her kim ki ister adının başında şeyh olsun, ister imam, isterse hoca, hoca efendi olsun eğer Hakk’ın rızasının hilafına en ufak bir düşünce ve davranış sergiliyorsa ona itibar etmek Hakk’a karşı gelmektir. Şimdi bu bilinç düzeyi ile etrafınıza bakınız, günceli sorgulayınız, gerçekten insanlar emrinde bulundukları ya da sempati besledikleri efendileri, şeyhleri, imamları, hoca efendileri Kur’an’a ve Sünnet’e uydukları için mi seviyorlar, yoksa, duygusal hamasi nedenlerle mi? Hakk’tan inhiraf ettikleri görüldüğü halde bu bahsi geçen unvanları, insanları iki nedenle sevmeleri mümkündür. Birincisi, kendilerini Kur’an, Sünnet ve bu iki esasa dayalı düşünce ve yorumlarla tanıştırmadıkları için. İkincisi de çoğunluğun onlara meyletmesinden dolayı. Oysa Kur’an diyor ki: “İnsanların çoğunluğuna uymayınız. Zira onlar sizi Hakk’tan saptırırlar.” (6/116) Netice itibari ile en azından akîdevi ve ameli davranışlarımızın ilmini Kur’an’dan ve Sünnet’ten öğrenmek mecburiyetindeyiz ve yine çoğunluğun meyletmesine aldırış etmeden, yöneleceğimiz kişi ve yapılanmaların Hakk’la örtüşüp örtüşmediğine bakacağız. Unutmayınız ki Hazreti Nuh 950 yıl yaşadı ve etrafında ne Mevlana’ya, ne İmamı Rabbanî’ye ne de Said-i Nursi ve Fethullah Gülen’e ilgi gösterenler kadar insanlar olmadı. Ne yapalım şimdi, etrafında insanlar olmadığı için Hazreti Nuh’u dışlayalım mı ya da etrafında insanlar çok olduğu için adı geçen zatları baş tacı mı edelim? Hak yolda iseler elbette baş tacı yapacağız.
Şüphesiz bunun da kriteri Kitap ve Sünnet’tir. İmam Ebu Hanife insanları iki grupta tasnif eder: İslam’a iman edenler ve etmeyenler olarak. İman edenleri de ikiye ayırır: “Peygamberler, Nebiler, enbiyalar ile sair Müslümanlar. İlkinin kesinlikle Cennet’te olduklarını, diğerleri için de cennetlik olmalarını ümit ederiz, Cehennemlik olmalarından da korkarız.” der. Dolayısıyla Peygamberlerin dışında masum yok. Peygamberlerin dışında her Müslüman tartışılır, konuşulur, güzellikleri doğruları alınır, yanlışlıkları, çirkinlikleri varsa onlar da reddedilir. Korkmayalım, Ebu Hanife’yi de, İmam Yusuf’u da, Seyyid Kutub’u da, Said-i Nursi’yi de, Humeyni’yi de, Mevlana’yı da, Fethullah Gülen’i de tartışalım. Bunların hiçbirisi masum değildir. İnandığım din adına tasarrufta bulunan, konuşan yazan kimseleri elbette dinim adına inceleyeceğim. Bu bir Müslüman olarak benim görevimdir. Yere düşen armutlar kadar, onların düştüğü ağaçlara da bakılmalıdır.
SİYASİ BOYUT
17 Aralık’tan bu yana Türkiye’de AK Parti – Cemaat tartışmaları devam ediyor. Hakan Fidan’ın Mayıs 2010’da MİT Müsteşarlığı’na atanması ile beraber önce İsrail eski Savunma Bakanı Ehud Barak, Hakan Fidan’a karşı tepkisini ortaya koydu. Senkronize bir şekilde Cemaat de Hakan Fidan’a tepkisini göstermeğe başladı. 7 Şubat 2012’de şüpheli sıfatıyla ifadeye çağrılması bunun bir işareti idi. Ardından 2013 Mayıs’ının son günü İstanbul Taksim’de “gezi olayları” başladı. Bu olaylara ilişkin olarak Emre Uslu’nun: “İsteseydik bu olayları kısa bir sürede bitirirdik.” mealindeki açıklamasından da anlıyoruz ki, hedef Erdoğan ve AK Parti iktidarı. Sonrasında dershane tartışması, Fethullah Gülen’in bedduası, 17 Aralık yolsuzluk operasyonu ve âkim kalan 25 Aralık operasyon girişimi. Tüm bunlar ve ifade etmediğimiz “Mavi Marmara” olayı, Davos’taki “one minute” olayı, bunların hepsi Cemaatin dolaylı ya da direkt olarak ilgilendiği ya da içinde bulunduğu olaylardır. Ve bu olayların ortak yanı da Londra, New York, İstanbul Boğaz sakinleri ve Cemaatin ortak yapımı görünümü vermesidir.
Cemaat, bilhassa AK Parti iktidarı döneminde olağanüstü gelişti. AK Parti kadrolarının ‘alnı secdeye gelenlerden zarar gelmez’ mantığının ve vefa duygusunun sınırlarının belirsiz oluşunun sonucunda 11 yıllık iktidar süresince devletin birçok biriminde örgütlendiler. İş öyle bir noktaya geldi ki: “Biz ve ötekiler” tasnifi hemen her yerde hissedilmeye başlandı. Prof. Dr. Burhanettin Duran’ın ifadesiyle: “Eğitim ve emniyet kadrolarında Cemaatten olanların hızlı yükselmesi ve kontrolü ele aldıkları yerlerde diğer grupları tasfiye ettikleri algısı kemikleşmiştir. MİT krizi ile devlet içindeki Gülen Cemaati’nin müntesiplerinin kendisine operasyon yapma noktasına ulaştığı kanaatine ulaşan ve bu örgütlenmeyi sınırlandırmaya çalışan AK Parti iktidarı, diğer İslâmî grupların Gülen Cemaati rahatsızlığını kendisine desteğe çevirmiştir…
Yukarıda bahsedilen sıkıntıların ortaya çıkardığı en önemli sonuç Gülen Cemaati’nin Türkiye’deki İslâmî Hareketin Sünnî kodlarından ayrılışıdır.
…Gülen Cemaatinin tedbir siyaseti Sünnî sabır siyasetinin ötesine geçerek Şia’nın takiyye siyasetine yaklaşmıştır.
…(Gülen Cemaati’nin) Sünnî kodlarından ayrılışına tepki olarak diğer dini gruplar Sünnî bir refleksle Başbakan Erdoğan’a verdiği desteği perçinlemektedir. Ümmetten ve Türkiye’deki İslâmî Hareketten kaderini ayırmakla eleştirilen Gülen Cemaati, AK Parti ile mücadelesinde gittikçe görünür ve radikal bir konuma oturmaktadır. Sünnî cemaatlerin klasik siyaseti etkileme arayışından öteye giden Gülen Cemaati siyaseti radikal bir şekilde bizzat dizayn etmeyi hedeflemektedir…(Star, Açık Görüş, 29/12/2013)
Elbette Cemaatin sıraladığımız çıkışları rastgele ve kendiliğinden değildir. Hatta biraz daha ileri giderek şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki Fethullah Hoca ve Cemaati, Milli Görüş çizgisi ve onun siyaset algı ve uygulamalarına da hiçbir zaman pirim vermemiştir. Nitekim 1995 seçimleri arifesinde de bu soğukluk apaçık ortaya çıktığından Zaman Gazetesi yazarı Ali Bulaç, Fethullah Gülen’in de aralarında bulunduğu bir toplantıda şu soruyu sorma gereği duymuştur: “Sizin Refah Partisi’ne alternatif bir hareket geliştirdiğiniz veya RP’nin önünü kesmeye çalıştığınız yönünde bazı spekülasyonlar var, bunların doğruluk derecesi nedir?” (Zaman 11/7/1995)
Evet, o günleri bir çoğumuz yaşadık. Merhum Erbakan’ın İslâm ülkelerine olan ilgisi, ortak para birimi girişimi ve keza içeride ekonomik havuz projesi, aynen bugün olduğu gibi Londra, Tel Aviv, New York, İstanbul Boğaz Sakinleri ve Cemaati rahatsız ediyordu. Nitekim, 28 Şubat darbesine maruz kalan Refahyol Hükümeti ve onun Başbakanı Erbakan’a hiçbir ilgi göstermeyen Fethullah Gülen’in 1998 yılbaşı mesaj ve tebrikini, 28 Şubat’ın mimarı Çevik Bir’e gönderdiğini hepimiz biliyoruz.
Kuzeyin petrolü, Kuzey Irak’ın petrol ve doğalgazı, yani Azerbaycan ve Irak Kürdistanı’nın petrol ve doğalgazının Türkiye’ye akması, bu vesileyle Türkiye’nin kasasına yılda ortalama, 16,5 milyar dolar paranın girmesi başta İsrail, Yahudi Lobileri ve Londra’yı rahatsız etti. Bu biliniyor. Bu saydıklarıma adeta paralel bir anlayış sergileyen Cemaat ve onun lideri Fethullah Gülen neye rahatsız oldu, onu anlayamadım!
Acaba diyorum PKK A.Ş. tasfiye sürecine girmeseydi, onu besleyen altyapı ve ekonomik yapı çökertilmeseydi ya da sabote edilen Birinci Açılım Süreci (2008) ardından 2009-2010 tarihleri arasında yapılan Oslo görüşmeleri olmasaydı, Oslo görüşmelerinin bir sonucu olarak 28 Aralık 2012’de Başbakan Erdoğan yeni bir barış sürecini başlatmasaydı, karşılıklı olarak bu ülkenin çocukları canlarını vermeye devam etse idiler, AK Parti ve Tayyip Erdoğan muhalefeti bu boyuta gelir miydi? Emir-komuta zinciri içerisinde oluşan muhalefet dalgalarını seyreder miydik?
Sonuç olarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, elbette AK Parti sütten çıkmış ak kaşık değil. Onun da iktidarı boyunca başarılarının yanında yanlışları ve başarısızlıkları da olmuştur. Yolsuzluk, evet bu baş belası fiil olmuş olabilir. Buna karşı birlikte mücadele etmemiz de gayet doğaldır, elzemdir. Ama bunu bahane ederek Türkiye’deki mevcut yönetimi devirmeye çalışmak kabul edilemez. Soruşturmada öne çıkan; YOLSUZLUK FATİH BELEDİYESİ ve SİT alanlarının imara açılması, HALKBANK operasyonu, bunlar ayrı ayrı hususlardır. Gürültü-patırdı çıkarmadan da bunların soruşturulması devletin hiyerarşik disiplini içerisinde yapılabilinirdi. Birbirinden kopuk üç ayrı soruşturmanın birlikte yapılması; niyetin üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek olduğunu ortaya koyuyor. Hiç kusura bakmayın bağcıyı döveni de döverler..
Askeri vesayet dönemin bittiği söyleniyor. Ben de “var mıydı ki” diye soruyorum. Eğer askerler, bilhassa yargı bürokrasisi ve diğer bürokrasi birimlerinin desteği olmasaydı, vesayet rejimi inşa edemezlerdi. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat darbe ve muhtıralarında bahsi geçen kesimlerin desteklerini aldıkları için neticeye vardılar. Aynı askerler Ergenekon, Balyoz, Ay Işığı vs. teşebbüslerinde niçin başarılı olamadılar? Çünkü arkalarında yargı desteği yoktu..
Bugün, 17 Aralık’tan itibaren ortaya çıkan çatışmanın ana amaçlarından bir tanesi de ve belki en önemlisi, 30 Mart 2014 seçimlerinde AK Parti’nin oylarını 2009 yerel seçimlerinden daha aşağıya çekerek bunu Ağustos 2014’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kaldıraç olarak kullanmak. Diğer yandan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Tayyip Erdoğan seçilemezse, bunu, genel seçimlere tahvil etmek. Keza seçilmesi halinde de Parlamento’da ya zayıf bir AK Parti iktidarı ya da CHP-MHP koalisyonu temin etmektir. Ankara’da Mansur Yavaş, İstanbul’da Mustafa Sarıgül adaylığı da buna mebnidir ve bu işler organize işlerdir. Nitekim Mustafa Sarıgül’ün kendi ifadesiyle üç kez Fethullah Gülen kendisini kabul etmiş ve dahi kendisini evladı gibi severmiş. Gözümüz yok, varsın sevsin. Keza Allah, kıyamet günü insanları sevdikleri ile haşredecektir.
2 Ocak 2014
NOT: Bu Yazı Genç Birikim Dergisinin 176.sayısında (Ocak-2014) Yayınlanmıştır.