Tarihimizde Bedir de, Uhud da var.. Keza Cemel de var, Sıffin de. Kerbela’yı da unutmayalım. Bedir, Uhud, Cemel ve Sıffin’de savaşanlar peygamber eğitiminden geçmiş insanlardı. Bedir ve Uhud müşriklere karşı yapılan bir savaştı. Cemel ve Sıffin Müslümanlar arası bir savaştı. Kerbelâ ise evlad-ı Rasul’e karşı yapılan bir katliam…
Müslümanlar Bedir Savaşında silah ve asker sayısı bakımından müşriklerden az ve geri idiler. Ama Allah’a güven, O’na dayanma, O’nun rızasını kazanma ve buna paralel olarak istişare ve tedbirler fevkalâde önde idi. Hani, Hz. Peygamber (a.s) Bedir mevkiinde savaş mahallini belirledikten sonra Hazrec’li Hubâb b. Munzir (r.a) Peygamber (a.s)’e gelir ve: “Ey Allah’ın Rasulü, bu konakladığımız ve savaş mahalli olarak tercih ettiğiniz yerde, ne ilerleyip ne de gerilemeden durmamızı sana Allah mı emretti, yoksa bu kendi görüşün ve savaş stratejin mi?” der. Hz. Peygamber (a.s) bunun sadece kendisinin görüşü olduğunu belirtir ve Hubâb (r.a) bunun üzerine: “Burada konaklamayalım. Ey Allah’ın Rasulü, düşman yakın kuyuların en büyüklerinden birisinin yanına varıncaya kadar ilerleyelim. Orada konaklayalım. Zira Bedir kuyularını arkamıza alır isek bizler su ihtiyacımızı rahat karşılarız, karşı taraf ise karşılayamaz ve biz böylece stratejik bir üstünlük sağlamış oluruz.” der. Hz. Peygamber (a.s) Hubâb’ın görüşünü sağlıklı bulur ve kabul eder, harp mevkiini yeniden tanzim eder. Burada dikkat çekici ve günümüz önder ve tâbi olanlarının davranışlarını tahlile yarayan boyut da şudur: Hz. Peygamber’in (a.s) etrafında bulunan sahabeler Hubâb’ın itirazı karşısında ona; O, bir peygamber, O’na itiraz edilmez, O’nun bilmediklerini sen mi bileceksin, haddini bil vb. bir şey söylemediler. Açıkça Hubâb, eğer vahyin dışında bir tercih ise itirazını bildiriyor ve başta Hz. Peygamber (a.s) olmak üzere etrafındakiler de buna itiraz etmiyorlar. Ne olur şu tablo, şu ilişki, istişare biçimi bugün de Müslüman yönetici, önder, şeyh vb. ile yönetilenler, müritler arasında da olsa ihtilaflar, kavgalar acaba asgari düzeye iner mi, inmez mi?
Hubâb b. Munzir’in teklifinin kabulü ardından Hz. Peygamber (a.s) Bedir mücahitlerini harb nizamına sokar ve o günün şartları içerisinde tüm imkânlarını seferber ederek yüce Allah’a yönelir: ‘Ya Rab! Bugün bu topluluğu zafere eriştirmezsen sana yeryüzünde ibadet edecek kimse kalmayacaktır.’ der ve ardından: ‘Mesafesi yer ve gökyüzü arası kadar olan cenneti kazanmak üzere harbe hazır olun.’ komutunu verir. Ve Allah’ın Rasulü bir ara uyuklar ve uyandığında yüzünde bir gülümseme ile uyanır ve Hz. Ebu Bekir’e (r.a) döner: “Neşelen ey Ebu Bekir; Allah’ın yardımı geldi. İşte Cebrail, elinde bir atla geliyor, savaş için hazırlanmış.” der. Ve Hz. Allah: “Siz Rabbinizden yardım istiyordunuz, O da: “Ben size birbiri ardınca bin melek ile yardım edeceğim” diye duanızı kabul buyurmuştu. Allah bunu ancak müjde olsun ve kalbiniz bununla yatışsın diye yapmıştı. Allah daima üstün, hüküm ve hikmet sahibidir.”(Enfal 9–10) buyurmakta. Özellikle Bedir Savaşında gördüğümüz gerçek odur ki; kim Allah’a, O’nun emirlerine uyarak, O’ndan korkarak, O’na güvenerek itaat ederse, yani Allah’a yardım ederse, Allah da mutlaka ona, onlara yardım edecektir. Allah’ın vaadi yalnızca peygamberlere ve ashabına değil, kıyamete kadar tüm iman edip-salih amel işleyenleredir..
Şüphesiz Bedir kadar ders almamız gereken bir de Uhud gerçeği vardır. Bedir’deki komutan ve askerler Uhud’da da mevcuttur. Yine imkânlar seferber ediliyor. Hz. Peygamber (a.s) Bedir’e katılmış genç ve yaşlı mücahitlerle istişare ediyor. Savaşın Medine içerisinde kalarak bir savunma savaşı olması ya da Medine dışında saldırı savaşı seçenekleri üzerinde duruluyor. İstişarede ilk sözü kısmen yaşlı olan İbn Ubey alıyor: ‘Bizim şehrimiz, bize karşı hiçbir zaman saldırıya meydan bırakmayan bakire bir şehirdir. Biz bu şehirden büyük kayıplar olmaksızın hiçbir düşmana saldırı için çıkmadık…’ der ve Medine’de kalarak savunma savaşından yana tercihini ortaya koyar. Keza Hz. Peygamber (a.s) de aynı şekilde düşünmekte. Ancak genç mücahitler savunma savaşını bir acziyet gibi telakki ettikleri için şehrin dışında saldırı savaşını tercih ederler. Ve içlerinden birisi; “Ey Allah’ın Rasulü! Bizi düşmanın yanına götür. Onların, bizim korktuğumuzu ve zayıf olduğumuzu düşünmelerine izin verme.” Der. İstişare sonucunda gençlerin dediği olur ve Medine dışında savaşa karar verilir. Hz. Peygamber (a.s) istişare sonucuna kendisinin aksi kanaatine rağmen ‘Evet’ der ve kararlılık gösterir. Savaş başlamadan önce de yine stratejik tembihlerini yapar, bilhassa Okçular Tepesi denilen mevkiye yerleştirdiği müfrezeye hitaben: “Sakın ha! Bizden bir emir almadıkça hiçbiriniz mevziyi terk etmesin. Bizler aşağıda ganimet paylaşıyor da olsak, bizleri kurtlar, kuşlar parçalıyor da olsa asla bizden emir almadıkça yerlerinizi terk etmeyin.” buyurur. Ne var ki, Uhud Savaşının ilerleyen anlarında Müslümanlar galibiyete ulaşmışlar gibi ve yine müşrikler harb meydanını terk ediyorlarmış gibi okçular tepesindeki savaşçılar bir kanaate varırlar, okçular tepesi komutanı Abdullah ve on arkadaşının dışındakiler aşağıya ganimete koşarlar. İşte tam bu zaman diliminde askeri bir deha olan Halid bin Velid komutası altındaki süvari birliği ile okçular tepesini kuşatır, orada bulunan on bir mücahid şehit olur ve Uhud Savaşı’nın kaderi müşriklerden yana değişir. Niçin? Çünkü Uhud Savaşı’nda Bedir’de olduğu gibi Allah’a ve Rasulüne itaatte zaaf gösterildi. Peygamber’in (a.s) emrine rağmen okçular tepesi terk edildi. Allah da, kendisine yardım etmeyenlere yardımı kesti. Bedir’de gördüğümüz Allah’ın görünmeyen askerlerini, melekler ordusunu Uhud’da göremiyoruz. Dolayısıyla zafer de hezimet de kişilerle kaim değil, Allah’a ve Rasulüne teslimiyetle kaimdir. Bedir de, Uhud da, Müslümanların hayatında bir numune tablosu olarak mutlaka yerini almalıdır. Ve bu tabloları kültür olsun diye değil, yaşadığımız bireysel ve toplumsal hayatın içerisine meczetmek için göz önünde bulundurmalıyız.
Bedir ve Uhud, Müslümanlar ve müşrikler arasındaki savaşlardı. Cemel ve Sıffin ise Müslümanlar arasında cereyan eden savaşlardı. Tıpkı Bedir ve Uhud’da olduğu gibi bu savaşın tarafları da Hz. Peygamber’in (a.s) ashabından oluşmakta idi. Elbette ashaba dil uzatmayacağız, ölçüyü, edebi elden bırakmayacağız ama lütfen izin verin de stratejik olarak tahlillerimizi yapalım. Aksi halde karşılıklı ‘Allah-u Ekber’ nidaları ile birbirlerini katleden ve de Müslüman olduklarını söyleyen fert ve cemaatlerin cinayetlerini, kavgalarını nasıl çözüme kavuşturacağız. Cemel ve Sıffin savaşlarında on binlerce Müslüman öldü. Aralarında Talha ve Zübeyr gibi öncü Müslümanlar da vardı. Birbirlerine silah çeken bu insanların bazılarının dünyada iken cennetle müjdelendikleri de söylenir. Ben bu konuda İmam Ebu Hanife hazretlerinin görüşünü tercih edenlerdenim. O, bir soru karşısında; Peygamberler ve nebilerin dışında hiçbir kimse için ‘cennetliktir’ hükmünün verilemeyeceğini ve devamla sair Müslümanların cennetlik olmalarını ümit edeceğini, cehennemlik olmalarından da korkacağını ifade eder.(M. Ebu Zehra, Ebu Hanife)
Saddam Hüseyin 23 Eylül 1980’de İran’a karşı savaş başlatmıştı. Sekiz yıl sürdü bu savaş, batılı ülkeler, silah tüccarları Vietnam Savaşı sonrası oluşan tüm savaş stoklarını, konvansiyonel ve modası geçmiş silahlarını bu savaşta tükettiler. Petro-dolarları ceplerine indirdiler. İran ve Irak toplam bir milyon dört yüz elli bin kayıp verdi. Savaş devam ediyorken dünya Müslümanları çağrı yaptılar, bu savaşın durdurulması için. Bilhassa devrim önderi Humeyni’ye baskıyı artırdılar. Zira savaş üstünlüğü İran’ın eline geçmişti. FAO yarımadası, Hacı Umran bölgesi ve daha nice Irak toprakları İran’ın elinde idi. Ateşkes ve barış çağrıları karşısında Humeyni dünya Müslümanları önderlerine şu çağrıyı yaptı: ‘Geliniz, Kur’an’ın hükmüne göre hareket ediniz ve saldırgan tarafı belirleyiniz. Kim saldırgan ise ona karşı tavır geliştiriniz ve Kur’an hükmü ne ise biz ona razı olacağız’ dedi ve Hucurat Suresinin dokuzuncu ayetini örnek verdi: “İki Mü’min gurup birbiriyle çatışıp çarpışırsa hemen aralarını bulup barıştırın. Barış sağlama çabasına rağmen biri diğerine yine saldıracak olursa o zaman saldırgan tarafa karşı Allah’ın barışla ilgili emrine gelinceye kadar siz de savaşın. Saldırganlıktan vazgeçip Allah’ın emrine uygun çizgiye geldiklerinde aralarındaki anlaşmazlığı adil bir şekilde çözüme kavuşturun ve her daim insaflı olun. Şüphesiz Allah adalet ve insaf sahibi olanları sever.”
Tüm İslam coğrafyası alev alev yanıyor. İnsanlar yok oluyor. Sabiler, kadınlar, ihtiyarlar, gençler ölüyor, öldürülüyor, yakılıyor, yok ediliyor. Yalnızca Irak’ta 20 Mart 2003’ten bu yana ölen-öldürülenlerin sayısı bir milyon’un üzerinde. Afganistan, Pakistan buralarda her gün onlarca insan öldürülüyor. Ölen de öldüren de kendilerini İslam’a nispet ediyor. Mursi’nin atadığı Sisi 3 Temmuz’dan bu yana yüzlerce insan öldürdü. İran’ın çok önem verdiği Lübnanlı, Şii Ayetullah Musa Sadr’ın 1973’de verdiği fetva ile Şia’nın bir kolu kabul edilen Nusayrilerin iktidarı Suriye’de, yüzbin’in üzerinde insan katledildi. Şimdi İran’ın bugünkü yönetimine sormak gerekmez mi, dün Humeyni, Hıristiyan ve Şam doğumlu Mişel Eflak’ın kurduğu BAAS yönetiminin Irak uzantısı ile sekiz yıl savaştığı ve BM. 598 sayılı ateşkes kararını da kabul ederken: ‘Bu kararı kabul etmek bana zehir içmekten daha zor geldi.’ derken; bugün aynı Baas’ın veya Mişel Eflak’ın diğer çocuğu olan Esed yönetiminin, Saddam ve onun yönetiminden farkı ne? Ne diye çifte standart uyguluyorsunuz, utanmıyor musunuz? Neden Esed ve rejimine Amerika’dan, Avrupa’dan, Rusya’dan önce siz ‘Dur’ demiyorsunuz? Allah’ın hükmünü uygulama ve hükme uyma konusunda niçin çifte standart uyguluyorsunuz? Suudilere bir şey demiyorum. Zira onlar İslâmi manada mükellef değiller! Allah’tan korkmadan 31 Temmuz 1987’de Mekke’de ‘Rabbim Allah’tır’ diyen hacıları katleden, Mısır’da Sisi ve yandaşlarının darbe ve katliamlarını öven, destek olan o zalimlere bir şey demiyorum. Zira onların İslâmi bir iddialarının olduğunu da düşünmüyorum. Onlar doların, Amerika’nın, saltanatın, lüksün, sefahatın kölesi olmuşlardır. Ama İran, senin İslâmi bir iddian var. Ankara Büyükelçin Suriye’de bunca kan dökülürken neredeydi? Amerika denilen emperyal güç Suriye’ye müdahale kararı alınca mı sorunun halli için bir araya gelme ihtiyacını duydunuz. Açık söylüyorum, Suriye’de akan her damla kanın vebali başta İran olmak üzere bölge ülkelerinin boynundadır. Dünün mücahidi, bugünün katil severi Nasrallah, kendiliğinden Beşşar Esed canisine destek olmuyorsa onun da sorumlusu sizlersiniz. Ve Rafsancani’nin kimyasal silah açıklaması da sizi kurtarmaz.
Allah aşkına bana söyleyin, Peygamber sünnetine uymak sadece namazı, orucu, haccı vd. ibadetleri onun gibi yapmakla bitiyor mu? O’nun stratejik sünnetine uymak diye bir sorumluluğumuz yok mu? O kutlu Rasul (a.s) hiçbir zaman müşriklere, düşmanlarına saldırı meşruiyeti vermedi. Adına El-Kaide denilen, El-Nusra denilen, Selefi vs. denilen kuruluşlar, onların arkasındaki akıl hocaları, liderler sizler hangi sünnet anlayışı ile zalim Esed rejiminin çoluk-çocuk, kadın-ihtiyar insanlara silah kullanmasına meşruiyet imkânı verdiniz? Sisi’nin darbe deklarasyonunu yayınladığı gün, sözüm ona Selefi Nur Partisi’nin lideri hangi İslâmi anlayışla, hangi Sünnet telakkisi ile o salonda yer aldı?
Seyyid Kutub ve arkadaşları Yusuf Havvaş, Abdulfettah İsmail 29 Ağustos 1966’da idam edilmişlerdi. Şehid Kutub ısrarla Müslümanları bir konuda uyarıyordu; Emperyalist küfür dünyasından medet ummamaları, kendilerine ait olmayan sistemle hükmetme konusunda cömert davranmamalarını yani yönetime talip olmamalarını salık veriyordu. Sanki o nasihatler hiç yokmuş gibi, sanki o günün Firavunu Nasır; Kutub ve arkadaşlarını rastgele idam etmiş gibi umursamıyoruz. Bu gün Amerika’nın ve bazı müttefiklerinin Suriye’ye müdahale kararı almaları birçok Müslüman’ı ve İslâmi çevreleri sevindiriyor. Acele etmeyin ve sevinmeyin. Afganistan ve Irak tablosu ortada iken sevinmemizi gerektiren bir şey yok. Ağlanacak halimize gülmeyelim. Ve hem birey olarak hem de tüm İslam dünyası olarak utanalım, sıkılalım, Allah’a tevbe edelim. Zira bu meseleyi kendimiz halletmeli idik. Özellikle Türkiye’nin 15 Mart 2011 ile Ağustos 2011 arası Suriye’ye ilişkin olarak yaptığı yapıcı politika eğer İran ve bölge ülkelerinden destek bulsaydı bugün Esed ve rejimi sonrası Suriye’yi, bölgeyi konuşuyor olurduk. Heyhat! Hem sorumluluğumuzu yerine getirmedik, hem de Amerika’nın kesinleşen müdahale kararına seviniyoruz. Bunun adı cellâdına gülümsemektir. Cellâdınıza tıpkı Afganistan, Irak, Pakistan ve Bosna’daki gibi gülümseyecekseniz varın gülümseyin. Ama hatırlatırım, ahirette ağlamayı göze almayı da sakın ihmal etmeyin… (02.09.2013)
NOT: Bu yazı Genç Birikim dergisinin Eylül 2013 sayısında yayımlanmıştır.