Soğuk Savaş Sonrası Halimiz
Gündem Son Sayımız Yazarlar

Soğuk Savaş Sonrası Halimiz

Soğuk Savaş döneminde dünya, bölgemiz biraz daha rahat gibiydi. Zira yapay da olsa iki kutuplu bir dünyada taraflar belli idi. Doğu Bloku (Varşova Paktı) ve Batı Bloku (Nato) içerisinde yer alan ülkeler kendilerince bir aidiyet güveni içerisinde idiler. Mesela Yunanistan ve Bulgaristan birisi Batı Bloğunda, diğeri Doğu Bloğunda yer alıyor ve karşılaştıkları sorunları ait oldukları yere-merkeze havale edebiliyorlardı.

An Iraqi soldier holds US and Iraqi flag

 

1989’da Varşova Paktı dağıldı. Aslında Nato varoluş gerekçesini Varşova Paktı’nın dağılması ile yitirmiş oldu. Nato’nun varlık nedeninin Varşova Paktı ve Sovyet Bloğu olduğunu 1970’li yıllarda Amerika’nın Doğu Avrupa ülkeleri diplomatlarından sorumlu olan Sonnenfeld şöyle açıklıyordu: “Sizler Doğu Avrupa ülkelerine Sovyetleri sevdirmek mecburiyetindesiniz. Aksi halde Varşova Paktı dağılır. Bu dağılma da Nato’yu işlevsiz hale getirir…” Amerika siyasi tarihinde bu yaklaşıma “Sonnenfeld Doktrini” denir.

Yapay olan soğuk savaş döneminin (1945-1990) Varşova Paktı’nın dağılmasıyla birlikte sona ermesinden sonra; Amerika, Nato’nun yaşaması için birçok çareler aradı ve buldu da.. İsterseniz öncelikle şu yapay olan soğuk savaş dönemi öncesi ifadesine bir açıklık getirelim. Evet, o dönem yapaydı. Zira Yalta Konferansı’nda (5-11 Şubat 1945) İkinci Dünya Savaşı’nın galiplerini de mağluplarını da Amerika belirledi. Mesela İngiltere galipler safında yer alırken, Almanya mağluplar safındaydı. Kırk beş yıllık soğuk savaş döneminde Almanlar ekonomik yönden geliştiler, çok kısa bir süre içerisinde savaşın yaralarını sardılar ve istikrarlı bir şekilde yollarına devam etmektedirler. İngilizler ise galipler safında yer almalarına rağmen enerji kaynaklarının yoğun olduğu Ortadoğu’yu ve stratejik üstünlüklerini kaybettiler. ABD karşısında ekonomide, enerji kaynaklarına ulaşımda bir hayli geri kaldılar.

Rusya ya da Varşova Paktı ve üyelerine gelince, doğrusu onlar tamamen berbat halde idiler. Sözümona galipler safında yer alan Sovyetler, tabir-i caiz ise neredeyse o dönemde insanının karnını doyurmakta bile acze düştü. Çünkü Sovyetlerin sırtına yüklenen ülkeler sadece Sovyetlere yük oluyorlardı. Ama ABD’nin ve NATO’nun bünyesine aldığı ülkeler ABD’ye ve NATO’ya katkıda bulunuyorlardı. Bunu fark eden, son Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Gorbaçov, Glasnost ve Perestroyka politikaları ve Malta zirvesi (1988) ile bu oyuna son verdi. Yani soğuk savaş döneminde aslında dünyanın çift kutuplu değil, tek kutuplu olduğunu ilân etti ve önce kendi sorumluluk alanına, ardından da tüm dünyaya Amerika’nın tek kutuplu, diğerlerinin teferruat olduğunu ilân etti. Ve bununla birlikte de Sovyetler dağıldı. Blok’un merkezinde olan Rusya, “herkes evine” dedi. Yani yapay soğuk savaş dönemini bitirdi.

Sonrası, evet sonrasında Amerika çeşitli çareler aramaya başladı. Ortaya çıkan boşlukları doldurmak, yeni sömürü alanları icat etmek, enerji kaynaklarını yeniden kontrol altına almak, kapitalist sisteme tek alternatif olan İslâm’ı devre dışı bırakmak, küresel sermayeye eklenmemiş ülkeleri eklemlemek için birçok teşebbüslerde bulundu ve bulunmaya da devam ediyor.

Dilerseniz dünden bugüne kısa kısa olup-bitenlere göz atalım. Soğuk savaşın bitiminden çok kısa bir süre öncesinde sekiz yıl süren İran-Irak Savaşı, tarafların BMGK’nın 598 nolu kararının kabulü ile sona erdi (Ağustos 1988). Adı geçen savaşta Amerika, Avrupa, Rusya, İsrail vd. her iki tarafa da nükleer silahlar hariç her türlü konvansiyonel, biyolojik ve kimyasal silahları sattılar. Zira iki ülkenin de güç kaybetmesi gerekiyordu. Nitekim sekiz yıl süren savaşın sonunda kaybettiler de. Ancak bilhassa Irak’ın elinde o kadar çok silah vardı ki bunlar İsrail’in güvenliği açısından mutlaka ya yok edilmeli ya da kontrol altına alınmalıydı. Bu yüzden de Irak’ın başına bir gaile açmak gerekirdi. Zaten Saddam Hüseyin bayram çocuğu gibi üzerine giydiği üniformalar, eline tutuşturulan silahlarla halkın içerisinde gösteriş yapan birisi idi. Onun zaaflarını bilen Amerika, Saddam’ı Kuveyt’i işgale sevk etti (2 Ağustos 1990). İşgal ile birlikte, bu kez de onu sıkıştırmaya başladılar. Çünkü Irak’ın elindeki tüm silahların envanteri de kendilerinin elindeydi. Hasılı o silahların bölge için ve İsrail için tehdit oluşturacağı tezinden hareketle 17 Ocak 1991’de Irak’a müttefik kuvvetler adı altında Körfez Harekâtını başlattılar.

Saddam’a 1991-2003 yılları arasında mühlet verildi. Zira elinde avucunda ne varsa bu süre içerisinde tüketti. Irak üç bölgeye ayrıldı. Etnik ve mezhep eksenli parçalanma fiilen gerçekleşti. Bilhassa Erbil merkezli Kuzey Irak Kürdistan kimliğine kavuşturuldu. Petrol bölgeleri ve trafiği denetim altına alındı. Sekiz yıllık Amerika işgali ardından (2003-2011) Irak halkı Şiisi-Sünnisi-Arabı-Kürdü-Türkmeni ile adeta birbirlerine düşman edildiler. Amerika SOFA Anlaşması (16 Kasım 2008) ardından Muharib sınıflarını Irak’tan çekti. Ancak fitne tezgâhını Irak’ta bırakmayı ihmal etmedi. IŞİD’in arkasındaki güç kim? Ürdünlü pilotu yakan, muhalif gördüklerinin kafalarını kesen ya da yüksek katlardan onları aşağıya atan kim? Sakın onlar da Batılı tetikçiler olmasın! Zira bu ve benzeri eylemlerin İslamla ve Müslümanlıkla ve hatta insanlıkla ilgili olabileceğini düşünen var mı?

Soğuk savaş sonrası Suriye’nin de kaderi Irak’tan farklı olmadı. 2011 Mart’ında Dera’da başlayan Arap Baharı versiyonu halk ayaklanması dört yılda 250 bin ölü, yüz binlerce yaralı, sekiz milyon iç ve dış göç mağduru Suriyeli ve yerle bir olmuş Suriye coğrafyası bıraktı. Halklar birbirlerine düşman oldular. Mezhep savaşları tüm hızıyla devam ediyor. İran, sanki daha önce bedel ödememiş gibi zalim yönetim ve yöneticilerle ileri karakolu Lübnan Hizbullah’ı ile katil Esed’in yayında poz veriyor ve birlikte savaşıyorlar…

Mısır, 25 Ocak 2011’den bu yana kan kaybetmeye devam ediyor. Batının kutsadığı demokrasi ile işbaşına gelen Mursi ve arkadaşları içeride ve idam cezaları ile cezalandırılıyor. Demokrasiye meydan okuyan Sisi ve benzeri darbeciler taltif görüyorlar. Sözde Mısır müftülüğü, sözde Mısır mahkemesinin görüş almak için gönderdiği idam dosyalarının 183 adedine olumlu yanıt veriyor. Kim bilir bunların kaçı infaz edilir ya da edilmez; ama asıl mesele Batının; demokrasi namusu (varsa eğer) General Sisi tarafından ayaklar altına alınırken despot körfez emirlikleri ile birlikte işgal edilirken, halen Sisi’ye destek olması. Bir başka önemli nokta da ne Esed’in ne de Sisi’nin Saddam’ın başına gelenlerden ibret almamaları. Behey ahmaklar! Batı, Saddam’ı İran devriminin hemen ardından iş başına getirdi. 22 Eylül 1980’de İran’a savaş açtırdı. Sekiz yıl süren savaş boyunca iki tarafın mümkününü-çaresini tüketti. Ardından da Saddam’a ‘Tamam! Senin rolün bitti.’ dedi. Aynı akıbet sizi de bekliyor. Ama bugün, ama yarın.

İran, devrimin 36. yılını kutluyor. Devrimin ilk on bir yılını soğuk savaş döneminde geçirdi. İlk on bir yıl heyecan verici idi. Zira devrim önderi Humeyni sağ idi (Ö. 4 Haziran 1989), söylemi canlı idi. “Ne Doğu-Ne Batı ancak İslâm” veya “Şiilik de yok Sünnilik de yok” söylemi heyecanlı Müslümanların hem heyecanını artırıyor hem de gelecek ümitlerini yeşertiyordu. Irak ile devam eden savaş İran’a iç kavgalarını unutturuyor, genç mollaların birbiri ardınca Irak cephelerindeki şehadet haberleri halkla-mollalar arasında tutkal görevi görüyordu.

Humeyni’nin “Her Müslüman bir kova su dökse İsrail’i sel götürür” sözü Filistin konusunda hem Filistinlilere hem de diğer Müslümanlara cesaret veriyordu. Keza Humeyni’nin gerek siyasi ve gerekse dini mesajları insan ve ümmet merkezli mesajlar idi. Bilhassa ‘Mustazaf’ kavramı ile ‘Tevhid’de Vahdet’ kavramı hem ezilmişlere hem de dünya Müslümanlarına ümit veriyordu. Savaş bitti (Ağustos 1988), Humeyni öldü ve devrim bitti. İran yeniden acem kimliğine ve mezhebi anlayış ve uygulamalarına geri döndü. Mezhepte Vahdet, Tevhid’de Vahdet’in önüne geçti. Eskiden Sünnilerin hidayeti (!) için dua eden Şiiler, şimdi Esed’in yanında Sünnilerin katledilmesi için gayret sarf ediyorlar.  Kudüs’ün kurtuluşu için oluşturulan Lübnan Hizbullah’ının lideri Nasrullah ‘İsrail’le savaş istemiyoruz’ diyerek Müslümanların değil, İsraillilerin yüreklerine su serpiyor.

Evet, maalesef soğuk savaş sonrası kendi coğrafyamızdan birkaç örnek sundum. Aslında bizim coğrafyamız savaşın sıcağında da soğuğunda da hep sıcak savaş yaşadı/yaşattılar ve daha da yaşatacaklar. Müslümanlar, Yakındoğu coğrafyasında yaşayan insanlar akıllarını başlarına alıncaya kadar ve bilhassa “Müslümanım” diyenler Allah’tan razı oluncaya kadar küresel güçlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin coğrafyamıza yükledikleri olumsuzlukların faturasını ödemeye devam edeceklerdir.

 

GRUBA KATIL