Gündem Son Sayımız Yazarlar

Soğuk Savaş İsrail ve Müslümanlar

Varşova Paktı’nın dağılması ile birlikte “soğuk savaş”ın sona erdiği ilân edilmişti. Hatta bunun ABD Başkanı (baba) Bush 17 Ocak 199l’de “geçtiğimiz yıl çok uzun süren soğuk savaş dönemini geride bıraktık…” diye de kendi kamuoyuna ve dünyaya duyurmuştu..

Tabii ki Amerika ve Sovyetler Birliği arasında 1945 Yalta Anlaşması’ndan sonra hiçbir savaş yaşanmadı. Ve hatta savaşın soğuğu da yaşanmadı. Onlar: “Barış içerisinde birlikte yaşamak” için sürekli birbirlerini desteklediler ve “arka bahçe” doktrinini hep canlı tuttular. Yer yer kendilerine muhalefet edecek odakları, kişileri, liderleri de imâl etmekten geri durmadılar. 1960’ların başında “Domuzlar Körfezi” krizi ardından Kennedy ve Kurusçef’in biraraya gelmeleri, dostluklarını, ittifaklarını teyit etmeleri ve yine 1988’de Reagan ve Mihail Gorbaçov ikilisinin MALTA’da Yalta’yı masaya yatırmaları (2-3 Aralık 1988) bu cümledendir. Üçüncü Dünya Ülkeleri için icad edilen Bağlantısızlar Hareketi de ABD-Rusya İkilisinin imalatıdır. Nasır, Tito, Nehru Nkrumah vb.nin muhalif kimlikleri de sadece bir aldatmacadır. Belki Mandela da adı geçen ikilinin İngiltere’ye/Kraliçe’ye karşı geliştirdiği bir figürdür. Hâsılı “soğuk savaş” teranesinin asıl muhatabı üçüncü dünya ülkeleri ve halkı Müslüman olan ülkelerdir. Zira bu ifade ettiğim ülkeler hem 1945-1990 arası hem de 1990 sonrası savaşın soğuğunu da sıcağını da yaşadılar ve halen de yaşamaya devam ediyorlar.

Yalta ile oluşan düzenin ilk ve en önemli icraatlarından birisi BMGK’nin 29 Kasım 1947’de almış olduğu 181 Sayılı Karar’dır. Bu Kararla hem Ortadoğu’nun hem de İslam coğrafyasının bağrına İsrail hançerini sapladılar. Bununla da maliyeti yüksek bir oyuncağı Yahudilerin ve Müslümanların kucaklarına attılar. 15 Mayıs 1948’den beri Müslümanlar ve Yahudiler kendilerinden olmayan bir dünyanın kendileri için icad ettiği tehlikeli bir oyuncakla boğuşup duruyorlar. İlginçtir ki kafalarını çevirip tarihe bakma gereğini de duymuyorlar. Oysa miladi 638’den 1517’ye, 1517’den 1917’ye kadar İsrail Devleti’nin kurulduğu topraklar, huzur ve sükûnun hâkim olduğu topraklardır. Hristiyanların, Yahudilerin ve Müslümanların kendi mukaddeslerine rahatlıkla ulaşabildikleri, dinlerini özgürce yaşayabildikleri mekânlardır. Onlar özellikle 1948’den bu yana sürekli kavga, savaş ve terör içerisinde kan ve barut kokularının arasında, enkaz yığınları içerisinde nesillerini yetiştirirken ya da kaybederken, onlara bu tabloyu bahşedenler “barış içerisinde birlikte yaşama”ya özen gösteriyorlardı.

İsrail Devleti “soğuk savaş” ürünü bir devlettir. Osmanlı sonrası oluşan 9 Mayıs 1916’da resmîleşen Sykes-Picot Anlaşması’nın mahsulü olan bölge ülkeleri; aslında emperyal güçlerin, enerji yamyamı olan odak ve bireylerin “İsrail Devleti”ni koruma ve kollama aygıtlarıdır. Dün, yani Birinci Dünya Savaşı sonrası adı geçen Devletin oluşması için gayret sarfettiler. Keza 1945’den sonra da korunması ve yaşaması için gayret sarfetmektedirler. Onların bu gayretlerine mani olmak isteyen lider, kişi ve oluşumlar ise bir şekilde yok edilmektedir. Nasır ve arkadaşları “Hür Subaylar İhtilâli” ile birlikte Kral Faruk’u devirdikten sonra (1952), sözümona General Necip ve İhvan ile birlikte hareket edeceklerini deklare etmişlerdi. Ne var ki kendilerine o ihtilâli yaptıran güçler, İslâmi aidiyeti öne çıkan İhvan ve mensuplarının yeni Mısır konseptinde yer almasını istemiyorlardı. Nitekim 1954’de İskenderiye’de Nasır’a karşı bir suikast teşebbüsü bahane edilerek Seyyid Kutub, Abdulkadir Udeh ve arkadaşları zindana atıldılar. Akabinde de Abdulkadir Udeh ve altı arkadaşı idam edildi. Seyyid Kutub ise 1964’e kadar devam edecek bir hapis hayatına başladı. 1964’de hapisten çıktı. Ne var ki onun da varlığı tıpkı Hasan El-Benna ve Abdulkadir Udeh’de olduğu gibi emperyal güçlerin menfaatleri ile örtüşmüyordu. Bu yüzden bir suikast bahanesiyle yeniden tutuklandı. 29 Ağustos 1966’da da arkadaşları Yusuf Havvaş, Abdulfettah İsmail ile birlikte idam edildiler.

1945 sonrası Mısır’da olanlar ve hâlen devam eden olaylar ve yine Suudi Arabistan, Ürdün, Suriye, Lübnan, Irak gibi bölge ülkelerindeki tüm değişim ve olayların merkezinde enerji yamyamları ve küresel güç hesabı yapan odakların kavgaları vardır. Bu cümleden olarak dün Nasır vb.nin anti Amerikancılığı bizi aldatmasın. Keza bugünkü Suud Kralı, Ürdün Kralı, Mısır Firavun ve Firavunları, Esed ve hempaları aynı oyunun versiyonlarıdır. Bunlar hâlen “soğuk savaş” konseptinin devamıdırlar. Yani soğuk savaş bütün hızıyla devam ediyor. Bu devamın iki önemli amacı vardır. Birincisi İsrail’in güvenliği ile birlikte enerji kaynaklarına hâkimiyet; ikincisi de Sosyalizm sonrası Kapitalizme tek alternatif olan İslâm’ı devre dışı bırakmaktır.

İnsanlarımız genelde, “yazık değil mi bu Suriye’li kardeşlerimize” veya “Mursi ve arkadaşlarının suçu neydi de idama mahkûm edildiler?”, “Irak’ın çilesi daha dolmadı mı?” vb. yakınmaları sürekli gündeme getirmektedirler. Ah kardeşim! Bu saymış olduğun ülke insanları, onlar nezdinde sadece bir malzeme. Onların hayatı ve değerleri bahsi geçen güç odakları ve onların yerel temsilcileri nezdinde sadece bir hiçtir. Sekiz yıl süren İran-Irak Savaşı’nda 1 milyon 450 bin insan ölmüş, sadece 20  Mart 2003’den bu yana Irak’ta bir milyona yakın insan yok edilmiş, Suriye’de katledilen insan sayısı 300 bine varmış..ne gam! Bunların hiçbirisi o emperyal güç odakları, “soğuk savaş” banileri için, onların yerel temsilcileri için hiçbir anlam ifade etmez.

Dikkat ediyor musunuz, bizler yani Müslümanlar, yani Sosyalist, laik, demokrat olmayan Müslümanlar tüm bu saydığımız katliamlar karşısında feryad-ı figan ediyoruz ama bizim feryadımızı kimse duymuyor. Çünkü onlar için amaçlarına ulaşmak şarttır. Şimdi bir soru; onlar batıl olan, ebedi âlem geleceği olmayan amaçları için sürekli gayret sarf ederken biz Müslümanlar ne haldeyiz? Düşünce, inanç ve davranışlarımızla onları mı, Allah’ı (c.c.) mı, memnun etmeye çalışıyoruz?

Doğrusu bu sorunun cevabı için “ben de Müslümanlardanım” diyen herkes Kur’an aynasında kendisini muhasebeye çekmelidir. Kur’an aynası diyor ki; “Kendi dinlerine uymadıkça Yahudi ve Hristiyanlar asla senden hoşnut olmayacaklardır. De ki ‘Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra onların heveslerine uyarsan and olsun ki Allah’tan sana ne bir dost ve ne de bir yardımcı olur.” (2/120), “Kim İslamiyet’ten başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir. O ahirette de kaybedenlerdendir.”(3/85)

Allah indinde tek din elbette İslâm’dır. Pekiyi İslam ne? Evet, İslam ne? Bu soruyu İslamî kimliğimize rağmen hiç kendimize sorduk mu; Kur’an’a, Hz. Peygamber’e (a.s.) sorduk mu? Hayır. Eğri oturup doğru konuşalım. Eğer bu soruyu Kur’an’a sormuş olsaydık, Hz. Peygamber’in (a.s.) sünnetinde cevabını arasaydık en genelde alacağımız cevap şu idi: “Din, İslamiyet; tevhid akidesinden başlayan ve hayatın bütün şubelerini ihata eden evrensel bir dünya görüşü, ilahi bir nizamdır. Bu nizamın mensupları Allah’a ortak koşmadan, O’nun rabblık sıfatını ve diğer sıfatlarını inkâr etmeden, O’nun göndermiş olduğu nizamın hukukî kaynağının ancak ve ancak vahiy olduğuna iman edenlerdir. Pekiyi, bu tarif karşısında kimilerinin hem demokrat, hem laik hem de Müslüman olmaları ne oluyor? Böyle bir kimlikteki bir insan “Müslümanım” da dese Allah’ı razı edecek mi? Ya da bu kimlikleri ile İslam dışı güç odaklarını memnun edenler dünyada ve ahirette Allah’ın (c.c.) yardımına Allah’ın (c.c.) görünmeyen askerlerinin desteğine kavuşabilecekler mi? Elbette hayır. Öyleyse yapılması gereken “hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, hiç gitmeyecekmiş gibi ahirete bakmak” yerine yeniden kendimize, aidiyetimize bakmak ve dönmek zorundayız.

Eğer Müslümanlar kendi aidiyetlerine dönerler ve hem dinlerini hem de dünyalarını Kur’an perspektifinde görmeye çalışırlarsa hem dostlarını, hem düşmanlarını tanırlar. Esed, Sisi, Kral Abdullah vb.,  şuurlanmış Müslümanlar karşısında hiçbir anlam ifade etmezler. Emperyal güçlerin İslâm coğrafyasında, Müslümanları dinlerinin özünden, hükmedici misyonundan uzaklaştırmak için öngördükleri demokrasi ve onun ibadet ritüeli olan seçimlerine bel bağlamazlar. Şayet bağlarlar ise Cezayir’de, Filistin’de, Mısır’da olduğu gibi tablolarla karşılaşırlar. Demokrasiyi İslam coğrafyasına dayatanlar diyorlar ki  “sizler Allah’ın (c.c.) hâkimiyetini unutacaksınız, yasalarınızın kaynağı vahiy değil, aklınız olacak. Para, makam ve kadına sahip olmayı bir ibadet gibi telakki edeceksiniz. Bunları yaparsanız, sizler bizim dostlarımızsınız. Aksi halde sizlerle bizim işimiz olmaz, sizin için lâyık gördüğümüz son ise yeraltı ve yerüstü kaynaklarınıza sahip olmamız ve sizlerin beden olarak yok olmanızdır.”

Soğuk Savaş’ın İsrail varlığının devam etmekte olan Suriye, Mısır, Irak trajedisinin arkaplanında yatan gerçek, Kur’an’ın öngördüğü dini unutmak, kendimize ait yeraltı ve yerüstü kaynaklarının bize değil, emperyal güç odaklarına ait olduğunu kabullenerek onların sadece “MARABASI” olduğumuzu idrak etmektir. Aksi halde tüm hayat haklarınızın iptal edilerek her türlü zulme, yok olmaya, zillete mahkûm olacağımızı idrak etmektir…

İsrail’in kuruluşunun 68. Yıldönümünde ve Ukrayna, Kırım, Suriye, Mısır’da olan olaylar nedeniyle bunları hatırladım. Hatırladıklarımı da sizlerle paylaşmak istedim. Kur’an’la barışmak dileğiyle…  6 Mayıs 2014

NOT: Bu yazı Genç Birikim Dergisinin 180.Sayısında ( Mayıs 2014) Yayımlanmıştır.

 

Exit mobile version