Arşiv Yazarlar

Rasulullah’a Nazil Olan Vahiydir; Vahyi Yaşaması, Sünnettir

İslam ilim medeniyeti, kapalı ve tek düze bir ilim anlayışını benimsememiştir. Makul ihtilaflar rahmet olarak anlaşılmış, İslam’ın zenginliği olarak kabul edilmiştir. Faklı görüşlerin tedris edildiği eğitim sistemi, doğruya en yakın olma çabası ile hayırlı bir ilmi mücadeleye alan açmıştır. Bireysel kırıcılıkla, toplumsal çatışmalara sürüklememiş, ne zaman siyasi tarafgirliğe malzeme olmuşsa o zaman sıkıntılar yaşanmıştır. İlmin, bilimin var olduğu her din ve ideolojide hırs, taassup, bencillik çatışmaların zeminini hazırlar. İstikamet sahibi ilmi çalışmalar, her ne kadar ihtilaf etseler de çatışmaya alan açmamışlardır. Ümmetin ihtilaflardaki en büyük düşmanı; kasıtlı ayrılık girişimleri, İslam dışı mihrakların fitne çıkarma arzusu ve konu hakkında yeterli bilgiye sahip olmayan ilimde cehil olarak kabul dilebilecek kesimdir.

Konumuzun temel iki kavramı, vahiy ve sünnettir. Vahiy ile sünnet aynı kişide görülen ilahi nizamdır. Vahiy, peygamber şahitliğinde insanlara tebliğ edilen Allah’ın ayetleri; sünnet, ayetlerin kendisine nazil olduğu peygamberin İslami yaşantısı ve ayetleri tebyin etmesidir. Bu şekilde bakıldığında vahiy-sünnet ilişkisi makuldür. Lakin kimilerinin konuya sadece nakli yaklaşımı, kimilerinin akli yaklaşımı, kimilerinin de duygusal yaklaşımı konuyu bağlamından koparıp çok farklı meselelerin tartışıldığı saikler oluşturmuştur. Meseleyi ehlisünnet bakış açısı ile anlatmaya, anlamaya gayret edeceğiz. Tanımlar ve âlimlerin görüşleri ile açıklamaya çalışacağız.

Vahiy; “Bir dinin/şeriatın manalarının, malum lafızlar çerçevesinde, seçilmiş kimselere, aracılar (melekler vb) vasıtasıyla Allah’ın bildirmesidir. Bu manaların lafızlarla, tertibi; sabit ve değişmez olup ve onların formlanması/dizayn edilmesi (suret kazanması) ise Peygamber/peygamberler tarafından değil, doğrudan Cebrail tarafından yapılmıştır. Lafızların taşıdıkları ilahî anlamlar ise hem Peygamber ve hem de diğer insanlar tarafından sürekli anlam üretecek/yorumlanacak yetenektedir. Anlamların bu lafızların iz düşümünden sonsuzca üretilmesi; ilahî ilmin sonsuz mana tecellilerinin, sabitlenen formlar içerisinde, değişik zaman ve mekânlarda belirmesidir. Bu anlamıyla vahiy, en geniş ve en bağlayıcı anlamını izhar etmektedir.”[1]

Sünnetin kaynaklardaki genel tanımı; Şer’î ıstılahta sünnet denilince, Rasûlullah’ın (s.a.) Kur’ân dışındaki söz ve fiil olarak emir, yasak ve teşvikleri (nedb) anlaşılır. Bu sebeple de şer’î delillerden maksadın Kitap ve sünnet yani Kur’ân ve hadis olduğu ifade edilmiştir.

Bir tanımda da; “Hz. Peygamber’in ihtiyâr ettiği ve Allah’ın ahkâmıyla âmil olarak gittiği yol”[2] denilmiştir.

İhtilaf edilen konularda hakkaniyetli davranmak, imana yakın olandır. İmam Eş’ari gibi delillerin tükendiği yerde mensubiyetini değiştirebilme erdemine sahip olunmalıdır. İslam, körü körüne bağlılığı reddetmiş, herkesin bir delil üzere yaşaması gerektiğini önemsemiştir. İtikat kitaplarımızda taklit ile imana cevaz verilmemiş, sadece çok sınırlı durumlar istisna edilmiştir. Yani deliller ortada, ilmi miras ve emekler önümüze konmuştur, bizlere düşen; ilim, akıl, istişare ekseninde anlamak ve taassubi olmayan bir yol izlemektir.

Konu, yüzyıllardır tartışılan hatta kimileri tarafından ayrıştıran bir mesele olmaya çalışılmıştır. Sünneti külliyen vahye ait kılanlar, kısmen kılanlar, sünneti ahlaki öğreti görenler ve peygamberi sadece postacı görenler…

“Kur’ân’ın hem lafız hem mana olarak Hz. Peygamber’e (sas) vahiy yoluyla geldiği hususunda Müslümanlar arasında görüş birliği vardır. İslam kaynaklarında Hz. Peygamber’e Kur’ân dışında vahiy gelip gelmediği meselesi ise tartışmalıdır. Bu konuda üç ayrı görüş ortaya çıkmıştır:

Birinci görüşe göre sünnetin tamamı, vahiy mahsulüdür. Hasan b. Atiyye, Evzâî, Buhârî, İbn Hibbân, Ebû Hafs Ömer b. İbrahim el-Ukberî, İbn Hazm ve İbnu’l-Vezîr gibi âlimler, bu görüşü benimsemişlerdir. Bu âlimlerden Tâbiî Hasan b. Atiyye, “Cebrail, Kur’ân’ı indirip öğrettiği gibi, sünneti de Hz. Peygamber’e indirip öğretiyordu” diyerek daha sonra oluşacak sünnetin vahye dayandığı fikrinin öncülerinden olmuştur. Bu görüşü savunanlar, “O, kendi arzusuna göre konuşmaz. O (söyledikleri) vahyedilenden başkası değildir” ayeti ile “Ben, ancak Rabbimden bana ne vahyolunuyorsa ona uyarım” ayetini, ayrıca sorulan bazı sorulara Hz. Peygamber’in cevap vermeyip vahyi beklemesini ve diğer bazı delilleri ileri sürerek sünnetin tamamının vahye dayandığını söylemişler ve başka deliller de getirmişlerdir. Hz. Peygamber’e Kur’ân dışında vahyin geldiğini ve sünnetin vahye dayandığını gösteren delillerden biri, Resul-i Ekrem’e, Kur’ân’ın yanı sıra hikmetin de indirildiğini bildiren ve kendisine daha önce bilmediği şeylerin öğretildiğini açıklayan ayetlerdir. Nitekim “Allah, sana kitabı ve hikmeti indirdi, sana bilmediğin şeyleri öğretti” mealindeki ayette Kur’ân ile anılan hikmetin, Resûlullah’ın kavlî ve fiilî sünnetini belirttiği kabul edilmektedir. İleri sürülen başka bir delil de kıblenin tahvilinden önce Hz. Peygamber’in Mescid-i Aksa’ya doğru namaz kılmasıdır. Kur’ân’da böyle bir hüküm yer almadığına ve Hz. Peygamber de kendi başına böyle bir hüküm koymadığına göre Mescid-i Aksa’ya doğru namaz kılması, Kur’ân dışı bir vahiy (vahy-i gayr-i metlüvv) ile sabit olmuştur ki bu da sünnetin vahye dayandığını göstermektedir. Yine Cibril hadisi, namaz vakitleri, rek’atları, kılınış şekli, sefer namazı, ezan, eti haram olan hayvanlar ve diğer bazı hükümler, Hz. Peygamber’in kendi başına belirleyeceği hükümler olmayıp bunlar, Kur’ân dışı vahiyle belirlenmiştir. Dolayısıyla sünnet, vahye dayanmaktadır. Sünnetin vahiy mahsulü olduğunu savunan âlimler, Allah Resulü’nün hatalarının düzeltilmiş olmasından hareketle, düzeltme yapılmamış sünnetlerin vahyin onayından geçtiğini kabul etmişlerdir. Bu bağlamda sünnetin Kur’ân vahyinden farkı, sadece lafızları itibariyledir. Kur’ân, hem lafzen hem manen vahiydir, sünnet ise manen vahiy olup lafızlar Hz. Peygamber’e aittir.

İkinci görüş sahipleri ise Kur’ân dışında Hz. Peygamber’e herhangi bir vahyin verilmediğini ileri sürmüşlerdir. Bu görüşü, ilk dönemlerde marjinal bazı gruplar ile bazı şahsiyetler savunmuş, günümüzde de Hint alt kıtasındaki Ehl-i Kur’ân hareketi benimsemiştir. Bu görüşte olanlar, Kur’ân’ın, Hz. Peygamber’in beşer yönüne vurgu yapması, Kur’ân’ın her şeyi beyan etmiş olması, Hz. Peygamber’in bazen hata yapması ve bundan dolayı uyarılması, Kur’ân’da dinin kemale erdiğinin bildirilmesi, Hz. Peygamber’in Kur’ân dışında hadisleri yazdırmayı yasaklaması ve hadislerin çoğunun ahad yolla gelmesinden hareketle sünnetin vahiy kaynaklı olmadığını ifade etmişlerdir. (Bu görüş sahiplerinin çelişkili yönü şu ki, hadisi ya da sünneti inkâr eden, vahiy ile bağlamını reddedenler, rivayetleri, ravileri sorunlu görmüşlerdir. İnsanın hata yapabileceği ve sünnetin rivayet yolunun güvenilir olmadığını da delil olarak getirmişlerdir. Fakat sünnetin vahiy ile bağlantısını reddeden bu kişiler ve gruplar, kendileri için zabt-adalet-güvenilirlik gibi sözün sıhhatini etkileyen durumlarda yapılan eleştirilere, sert karşılık vermiş/veriyor ve kabullenemiyorlar. Kendileri dışındakilere “beşer hata yapar” kuralını dolu dolu uygularken, kendi görüşlerinin hata içerebileceğini göremiyorlar. Kur’an’ı tefsir eden müfessirlerin, hadisleri değerlendiren muhaddislerin Kur’an’ın anlaşılmasında perde olduklarını yüksek sesle dillendirirken, kendilerinin de her ayet için tefsir, her hadis için yorum ve açıklama yaptıklarının sanki şuurunda değillerdir. Hadis âlimlerine itibar suikastı yapanlar, kendilerini güvenilirlik soruşturmasından muaf tutmaktadırlar.)

Sünnet-vahiy ilişkisi tartışmalarında üçüncü görüş sahipleri, sünnette hem beşerî/içtihadî unsurların var olduğunu hem de vahye dayanan esasların bulunduğunu söylemişlerdir. Tabiîn âlimlerinden Şa‘bî, ayrıca İmam Şâfiî, İbn Kuteybe, İmâmu’l-Harameyn el-Cüveynî, Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, Şah Veliyyullah Dehlevî ve Abdülğanî Abdülhâlık gibi âlimler bu görüşü benimsemişlerdir. Bu âlimler, kendi görüşlerine, Hz. Peygamber’e istişare etmeyi emreden ayet ile Hz. Peygamber’in bazı içtihatlarının düzeltilmesiyle ilgili ayetleri, ayrıca Hz. Peygamber’in Medine’de hurma aşılama olayından sonra söylediği “Ben, ancak bir beşerim. Size dininize ait bir şey emredersem bunu yapın, şahsi görüşüme göre bir şey söylersem ben ancak bir beşerim” hadisi ile diğer bazı hadisleri delil getirmişlerdir.

Çağdaş bazı âlimler ise sünneti vahiy olarak değil de ilham çerçevesinde ele almış, Kur’ân vahyinden ayırmıştır. Buna göre Cebrail vasıtasıyla gelmiş olduğu bildirilse de bazı hadisler Kur’ân vahyi gibi değil, ilham, yakaza veya uyku halinde Peygamberin kalbine ilka edilen bilgiler olarak değerlendirilmiştir. Kanaatimizce bu yaklaşım, vahiy olgusunun tam anlaşılmamasından kaynaklanmaktadır. Zira Kur’ân vahyi ile ilham arasında ne tür bir farkın olduğunu ancak bu olguya muhatap olan Peygamberler bilebilir. Vahiy ve ilham konusunda ileri sürülen görüşler, tahmin ve yorumdan öteye geçmemektedir. İmam Şâfi‘î (204/819), Kur’ân’ı; vahy-ı metlüv (okunan vahiy) saymış, bunun karşılığında sünnet veya hadislere de vahy-i gayr-i metlüv (okunmayan vahiy) demiştir. İbn Kuteybe (276/889) ise sünneti üç grupta değerlendirmiştir; 1. Cebrail’in Allah’tan getirdiği sünnet. 2. Allah’ın, Resulüne bıraktığı, hakkında kendi re’yini açıklamasını emrettiği sünnet. 3. Hz. Peygamber’in edeb olarak belirlediği sünnet.

Bazı âlimler de Hz. Peygamberin tebliğ göreviyle alakalı sünnetlerinin vahye dayandığını, tebliğ göreviyle ilgili olmayanlarının ise vahye dayanmadığını söylemişlerdir.[3]

Aşağıdaki ayetler, Enbiya Yıldırım hocanın, “Kur’an Bize Yeter Söylemi” kitabından mevzu ile ilgili bölümde yorumlanmış, hadisin vahiy mahsulü olduğu ince bir bakış ile Kur’an’ın bütününe taşınmıştır.

“Sana bey’at edenler gerçekte Allah’a bey’at etmektedirler…” (Fetih-10)

Rabbimiz, peygamberine şahsi uygulama imkânı vermiştir. Bu durum, peygamberin gözetim altında olduğunun ve yaptığı uygulamaların Kur’an dışı vahiyle desteklendiğine işarettir. Öyle bir bey’at ki savaş ve ölüm üzerine verilmiştir. Böyle girişime, Rabbimizin emri dışında karar verilebilmesi zor gibi görülmektedir. Konu ile ilgili ayetlerin Medine’ye dönüş yolunda nazil olması, bey’atın ve anlaşmanın övülmesi, peygamberin vahiy dışı bilgi aldığını desteklemektedir, Allahu âlem.

“Bunlar, Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse Allah onu içerisinde sonsuza kadar kalacakları altından ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte büyük kurtuluş budur. Kim de Allah’a ve Peygamberine karşı gelir ve Allah’ın koymuş olduğu sınırları aşarsa onu da içerisinde ebedi kalacağı ateşe sokar. Onun için aşağılayıcı bir azap vardır.” (Nisa -13,14)

Yukarıda da kısaca değindiğimiz itaat ayetleri, itaati ikiye bölmüş, “Allah’a ve resulüne itaat”. Eğer peygamberin şahsi söz ve davranışlarına itaat vacib olmasa idi, tebliğ ettiği Kur’an ayetlerine muhatap olan toplum, Kur’an ayetleri dışında itaat etme mecburiyetinde bulunmayabilirdi. Kur’an’dan anladıklarını uygulama serbestîsi oluşurdu. Çünkü “peygamber, beşer olarak hata yapabilir!” denir ve insani durumu göz önüne alınırdı. Fakat gerek müşrikler gerekse de ehli kitap birçok yerde sahabenin Resulullah’a olan itaatlerini hayretle anlatmışlardır.

“Onlara ayetlerimiz apaçık bir şekilde okunduğunda bize kavuşmayı ummayanlar: Bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir, derler. De ki: Benim onu kendiliğimden değiştirmem söz konusu olamaz. Ben ancak bana vahyedilene uyuyorum. Ben, Rabbime karşı gelirsem büyük bir günün azabından korkarım.” (Yunus-15)

Uymak, genel bir ifadedir. Şöyle istisna yapılabilir, “ben, şahsi davranışlarım dışında Kur’an’a uyuyorum fakat ayet olmayan konularda sizlerle uyuşabilirim.” Hıristiyan ve Yahudilerin dinlerini tahrifi, böyle başlamıştır. Mekke döneminde İslam’ın birçok meselesi daha nazil olmamıştı. Buna binaen ayetlerin sınırları dışına çıkabilmesi mümkündü. Mesela kıble, abdest, namaz ve rekâtları, riba, içki vb konular da kendi nefsine daha esnek olabilirdi. Fakat ayetler nazil olmamış olsa da, ayetler dışında başka türlü bir vahiy (sünnet) ile sınırları çizilmiş, yapması gerekenler öğretilmiş olmalıdır.

“Ey peygamberler! Temiz şeylerden yiyin ve iyi işler işleyin. Ben, sizin yaptıklarınızı bilirim.” (Müminun-51) “Size içinizden, sıkıntıya düşmeniz kendisine ağır gelen, size oldukça düşkün, mü’minlere karşı şefkatli ve merhametli olan bir Peygamber gelmiştir.” (Tevbe-128)

Sosyal ve bireysel hayatın bütününde Resulullah övülmüştür. İnsanlar, peygambere her hali ile sunulmuştur, “önüne geçmeyin…” ayeti gibi. Bu ayet, peygamberi, ayetleri tebliğ etme dışında, hayatın her alanında var olan olarak öne çıkarmıştır.

Sonuç olarak bu mevzular/tartışmalar İslam dünyasında, özellikle son yüzyılda savaşlar, işgaller, yokluk, kargaşa içinde asgariye inmiştir. Fakat Batı, emperyalist hedefleri için gücünü topladı saldırılara hazır hale geldi ve her konuda saldırıya da geçti. İşte o zaman eski tartışmalar tekrar gündem olmaya başladı. İslam toplumunun cehalet ve yokluk içinde olması, fitnenin daha hızlı ve daha tesirli yayılmasının önünü açtı.

Peygamberimiz, Rabbimizin emri ile risalete başlamıştır, onun hayatı Kur’an’ın tefsiri olmalıdır/olmuştur. Müslümanlara, Kur’an ve sünneti nakleden âlim ve fadıl sahabenin de hayatları, ilk nesil ve ilk talebeler olmaları münasebeti ile önemlidir, korunup kollanmalıdır.

Haydar ÖZALP

 

 

[1]  Siyer Araştırmaları Dergisi, Sayı: 2, Temmuz-Aralık 2017

[2] Çakan, İ. Lütfi, Hadis Usûlü, İstanbul Ts., S. 26

[3] Siyer Araştırmaları Dergisi, Sayı: 2, Temmuz-Aralık 2017

Exit mobile version