Ramazan Ayı’nı şanına yaraşır şekilde karşılayan ve uğurlayanlardan olmak duasıyla başlıyorum.
Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi Hakk’a tabi olan Mü’minlerin üzerine olsun. Muhterem Genç Birikim okuru! Biliyorum, sürekli malum medyada yeterince korku ve panik havası estirilmeye çalışılıyor, yeterince insanlar ruhsal bunalıma sürüklenmeye, onuru, şerefi ayaklar altına alınmaya gayret gösteriliyor. Böyle bir ortamda, Mü’min ve mutmain bir kalp nasıl ferah bulur, bunun cevabı Kerim kitabımız Kur’an’da mevcuttur zaten. O’na sarılmak, O’nu sımsıkı tutmak, O’nunla amel etmek en büyük tesellimizdir. Ancak bize hatırlatılmayan, saklanan, unutturulmaya çalışılan bazı meseleler var ki bunlardan bahsedeceğim biraz ve bunun, bizi virüs paranoyasına değil ama –inşallah- tevhidi bir uyanışa sevk etmesidir Rabbimizden niyazım.
Malumdur ki tarihte örneğine belki hiç rastlanmayacak, belki nadir rastlanacak ama böyle giderse daha da sıkıntılı süreçlere şahit olacağımızı işaret eden bir Ramazan Ayı’nı idrak ediyoruz. İnsanlık, nereden geldiğini sezemediği -açıkçası böyle bir saldırı altında olup olmadığının bile farkında olmadığı- tarihin en acımasız ve orantısız saldırısı altında hayatta kalma mücadelesi vermekte belki de. Şöyle ki; zaten modern hayatın, Müslümanları dünyevileşme kıskacına iyice aldığı, ufak bir refah ile insanların Allah’ın dinini ikinci, hatta üçüncü, beşinci plana attığı, Allah’ın kitabının süslü partilere, gösterişli törenlere meze yapıldığı, Müslümanların, İslami görev ve sorumluluk bilincinin kaybolmaya yüz tuttuğu bu ahir zamanda daha ne kadar birbirlerinden uzaklaşabilir, daha ne kadar ibadetlerini yüzeyselleştirebilir, daha ne kadar pasifleştirilebilirlerdi bilemiyorum doğrusu.
“Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak savaşanları sever” (Saff, 4).
Rasulullah’ın, “Namazda, aranızdan şeytanların geçmesine izin vermeyin!” sözüne mukabil, hayali bir paranoya ve korku üzerinden öyle bir mesafe koyduk ki aramıza, artık herkes birbirini potansiyel virüslü (sözde tedbirlere uymayanları katil olarak niteleyen “ahmaklar” bile türedi) olarak görüyor. Hani Mekkeli müşrikler, Allah Rasulü’nün davetini engellemek ve Mekke dışından gelen kabileleri ondan uzak tutmak için “O bir sihirbazdır; çünkü baba ile evladın arasını açan biridir”, demişlerdi. Bugün Müslümanların arasını ayıran, dedeyi torundan uzaklaştıran, ana-babayı evladına hasret bırakan bu zalim uygulamaları ihdas edenler de birer sihirbaz değil midir? Yıllardır, “aptal kutusu” dediğimiz televizyonlar maharetiyle öyle hipnotize ettiler ki zihinleri, beyaza kara deseler bile şeksiz şüphesiz inanacak bir kitle meydana getirdiler.
Şu an, zihinsel ve fiili işgalden farklı bir durumda değiliz. Normalde eğer ortada bir hastalık varsa tedavisine yoğunlaşılır ve farklı alternatifler değerlendirilerek en doğru sonucu veren yöntemler uygulanır ve Allah’ın şifasına ulaşacak vesileler aranır. Eğer bir yerde “bunun tedavisi şudur” diyen biri varsa, tavsiyeleri dinlenir ve bunun gibi tüm öneriler dikkate alınarak bir sonuca gidilmeye çalışılır. Tabi dert, hastalığı tedavi etmek, insanlığın derdine derman olmaksa, bu böyledir. Fakat modern tıpta amaç, hastalığı tedavi etmek değil, insanları ürününüze ömür boyu bağımlı yapacak formülleri geliştirmek olduğu için, işler, insan aklıyla dalga geçecek seviyede aptalca yürütülüyor. İnsanların faydasına olacak her ne öneri sunan varsa; medya baskısıyla lince uğruyor ve insanlara sürekli korku ve stres pompalayan kiralık silahşorlar ön plana çıkarılıyor. Güç ve iktidarı ellerine geçirdiklerinde yaptıklarının, “ekini ve nesli yok etmek” olduğunu Kur’an’dan öğrendiğimiz Yahudilerin kontrolünde olan ilaç endüstrisinin, yoğun algı ve propagandasıyla tek çare olarak sunulan “aşı”ların, çok masum iyilik meleği olduğuna inandırıldı tüm dünya. 7,6 milyarlık insanlığın aklıyla dalga geçmektir bu. Ne yani, bu kadar insandan bir tek bu sonuç mu çıkıyor? Ve dahası, 7,6 milyarın tamamına, bu aşıları gönüllü/gönülsüz uygulanmasıyla bu işin sonuçlanacağını dillendirdiler. İnsanlık nüfusunu köleleştirme ve seyreltme planları yapan, bunun için Afrika’da hastalık tedavisi bahanesiyle yaptığı aşılar neticesinde binlerce çocuğu felç eden sakat bir zihniyetin desteklediği, içeriği ve ne yapabilirliği oldukça şaibeli bir sıvıyı, insanların vücutlarına zerk etme derdine düştüler. Ülkeler, hayatı kilitleme ve insanları tüm sosyal yaşantısından mahrum bırakma uygulamalarına zorlandı. Bu sözde virüs tedbirlerini, kısıtlamaları ve aşılama programlarını reddeden devlet başkanları, şaibeli bir şekilde öldüler ve yerlerine geçenlerin ilk yaptığı iş, bu protokolleri ülkelerinde uygulamak oldu. Buradan, tüm dünyada dayatılan bu cinnet halinin amaçları ve yöntemleri itibariyle sağlık konusu olmaktan çok siyasi bir hüviyete sahip olduğu, net olarak anlaşılmaktadır.
1918’de ortaya çıktığı iddia edilen İspanyol gribi sırasında, dünyada ne uygulanmışsa tüm tıbbi ve teknolojik gelişmelere rağmen 100 yıl sonra da benzerlerinin uygulanıyor olması, yapılanların bir pagan ayininden farksız, kabalist bir ritüel olarak icra edildiğini düşündürüyor. Zira kameralar önünde maske takıp, yayından sonra maskeyi çıkarıp atan devlet ricalini gördükçe “köleler ve efendiler” metaforu akıllara geliyor. “Artık maskeyle yaşamaya alışın” mesajları, dünyaca ünlü dergi kapaklarında maskeli köleler vurgusu, dünyanın ne denli şeytani bir süreçten geçtiğinin açık göstergesi olmuş durumda.
Birileri, dünya çapında bir oyunu tetikliyor ve insanları istedikleri yöne doğru kanalize ediyor. Müslümanlar ise bu oyunda figüran, edilgen rolü çoktan kabullenmiş durumda maalesef. Şöyle bir baktığımız zaman hayatımıza; sadece işe gitmenize izin veriliyor. Onun dışında size ait hiçbir hayatınızın olmasına müsaade etmiyorlar. Toplu seminer, konferans, toplantılar ikinci bir emre kadar yasak. Toplu iftarlar, tebaaya yasak ama saray ahalisine serbest. Ancak kendileri belirledikleri şekilde sosyal hayatınızı idame ettirmenize, ibadetlerinizi gerçekleştirmenize izin veriliyor. Cenazelerinizi bile kısıtlı sayıda insanla kaldırmanıza müsaade ediliyor; ancak bu yasakları koyanların yakınlarında bir cenaze olursa, orada herhangi bir sınır olmuyor. Sıradan halk olarak gördükleri insanların tüm sosyal hayatlarını elinden alıyorlar; fakat devlet ricali, kendi menfaatleri doğrultusunda hiçbir sosyal etkinlikten taviz vermiyorlar. Oteller, pansiyonlar, tatil köyleri, kongreler “lebaleb dolu” ama üç kişi cemaat olup teravih namazı kılacak olsa, annesi vefat etmiş biri komşularıyla oturup Kur’an okuyacak olsa kapıda polisler beliriyor ve fahiş cezalar uygulanıyor. İnsanlar ruhsuz, jest ve mimikler belli değil, adeta bilim kurgu filmlerinden fırlamış “robot-insan” karışımı bir halde kendilerine ayrılan zamanda ihtiyaçlarını karşılayıp, ev hapsine dönme derdindeler. Çoluk çocuk herkesin ağzına taktırdıkları petrol türevi plastik maskelerin öyle bir reklamı yapılıyor ki sokak ortasında adam öldürene ses çıkarmayan toplum, maskesiz birini gördüğünde direkt linç etmeye kalkıyor. Üstelik “sağlık” adına dayatılan bu bez parçasının ileride yol açacağı kronik sağlık problemleri, henüz kimsenin umurunda değil. Yeter ki artık bir kölelik emaresi olmuş olan masken yüzünde olsun, gerisi önemli değil.
Aylardır bilimi put edinenlerin dilinden düşürmedikleri aşıların; kısa vadede ölüm, felç, nörolojik tahribat vs. gibi yan etkileri olağan kabul edilip tüm topluma dayatma cüretkârlığının yanında bazı Müslüman kimliğiyle ön planda olanların da aşılara karşı -haklı- çekinceleri olanları vebal altında addedecek kadar alçalıyor olması, insanı daha derinden üzüyor. Dindar Yahudilerin bile içeriğindeki birtakım maddelerden dolayı caiz görmediği aşılar hakkında doğru dürüst bir malumat sahibi olmadan, başkalarının yönlendirmeleriyle âlimlerimiz rahatça “olunmalı” fetvası verebiliyor maalesef. Özellikle genetiği değiştirilmiş (GDO) gıdalarla asırlardır süregelen ekini ve nesli ifsat etme planlarını uygulayan bu zihniyetin ürünü olan bir gen aşısının, kısa ve uzun vadede neler getireceğini/götüreceğini, umarız, bu bol keseden aşı fetvası veren âlimlerimiz iyi hesaplamışlardır(!).
Yıllardır, Müslümanların önem addettiği her ay/gün ve gecelerle alakalı karın ağrıları hiç dinmeyen bir güruh var bir de bu memlekette. Yıllar önce bu topraklara atılan necis kâfir tohumlarının tezahürü olan bu nesebi belirsizler, her fırsatta Müslümanların ibadetlerine, yaşam şekillerine o pis dillerini uzatmaktan vazgeçemediler. Önce hastalığın Umre’den dönen Müslümanlar tarafından ülkeye girdiğini iddia ettiler; diğer tarafta, dünyanın her yerinden ülkeye giriş yapan binlerce insanı görmezden gelerek. Sonra, Ayasofya Camii açılışındaki Müslümanların heyecanına olan kinlerinden tırnaklarını ısırarak güya salgın bahanesiyle saldırdılar. Ve geçtiğimiz günlerde, Mübarek Ramazan Ayı ile birlikte beyefendiler, teravih namazının kılınıp kılınmayacağının derdine düştüler. Hadi bu kâmalist vesayeti anlarım da “Bizim canımız yok mu?” deyip de teravih namazının camilerde yasaklanmasını isteyen “namaz kıldırma memurlarına” diyecek bir şey bulamıyorum. Zaten cemaatle namaz kültürü olmayan bir milletiz, zaten bir arada namaz kılmaya bile tahammülü olmayan garip bir milletiz, onun üzerine aralarda birer metre mesafeli ucube bir namaz kılma şekli ihdas edildi, kimsenin doğru dürüst itirazı bile olmadı buna ve maalesef Kâbe-i Şerif’te bile bu şekilde namaz kılınıyor artık. (Her sene hac döneminde bir salgın şayiası çıkarılır; fakat hiçbir zaman bu şekilde namaz ve tavaf düzenine zorlanmazdı insanlar.)
Teravih namazının sünnet mi, vacip mi, oluşunu günlerce tartışsın ilim sahipleri, rekat sayısının kaç olması daha makbul, otursunlar tartışsınlar, ilim böyle kıymetlenir zaten ama çıkıp da dünyaya bir pandemi yalanıyla dizayn vermeye, ayar vermeye kalkan küresel baronların emriyle benim ibadetimin şekline, biçimine kimse el uzatmasın. Merhum Akif şairimiz diyor ya; “Değmesin ma’bedimin göğsüne na’mahrem eli”. Evet, bugün ma’bedimizin göğsüne namahrem eli değmiştir, her şeyi dizayn etme iddiasında bulunan günümüz firavunları, tağutları, Müslümanların ibadet şekillerine bile karışmaya başlamışlardır. Üstelik bu düzeni de bizden gibi görünen ama aslında sömürü düzeninin gönüllü köleleri eliyle sağlamışlardır.
Size, yaşanmış bir olaydan bahsedeyim: Camide teravih namazı kılmak isteyen bir grup Müslüman, yatsı namazından sonra camiinin görevlisinden namazı kıldırmasını talep ediyorlar; fakat görevli, yasak olduğunu belirterek çıkıp gidiyor. Bu arkadaşlar da “O halde biz, kendimiz cemaatle kılarız” diyerek teravih namazlarını eda ediyorlar. Fakat çıkışta, kapıda onları polis ordusu bekliyor adeta. Bu namaz kılma memuru arkadaş; meğer namaz kılan kardeşlerimizi kolluk kuvvetlerine ihbar etmiş. Birileri, “28 Şubat bitti” mi demişti? Ne yani karanlık dehlizlerde mi namaz kılacak artık millet?
Şimdi, bu olayın neresinden tutalım? Kime, ne söyleyelim? Nereden baksanız bir utanç tablosu değil midir? Rasulullah’ın minberine çıkıp da Allah’ın ayetlerini anlatmaktan aciz olanların, iştahla küresel şeytani çetelerin nakaratlarını tekrarlamalarına ne söyleyelim? Beş vakit namaza çağırması gereken minarelerimizi işgal edip bed sesleriyle bize sıla-i rahimden uzak durmamızı salık veren gafillere ne diyelim?
Bu yüzden Ramazan Ayı, bizler için büyük fırsattır. Ramazan’dan sonra da ömrümüz oldukça tüm namazlarımızın ardına, tüm dualarımızın başına Rabbimizden tevhidî bir uyanışı nasip etmesi niyazını koyalım. Evlerimizi, bu uyanışın heyecanıyla yeniden İslam rengine boyamanın gayretini edinelim. Sokaklarımıza, etrafımıza bu boyanın vurulması için her zamankinden daha çok çaba gösterelim. Unutmayın ki bu yeryüzünden ne Firavunlar, Nemrutlar, Ebu Cehiller gelip geçti. İlahlık taslayanların gücü, kuvveti her ne kadar olursa olsun âlemlerin sahibi, Allah’tır. Tağutlar, kendi çaplarında her ne kadar oyun, tuzak kurarlarsa kursunlar, Allah (s.v.t) dilemedikçe hiçbir şeye, hiçbir kimseye zarar veremezler.Tüm bunların üzerine Gazi şehir Kudüs’te, Mescid-i Aksa’da Siyonist zübbelerin tüm tahrik ve saldırmalarına rağmen mescide tekbirlerle akın eden Müslümanları, sokaklara taşan gürül gürül maskesiz, mesafesiz, birbirine kenetlenmiş tuğlalar gibi saf saf kılınan namazları görünce, içime tarifsiz bir ferahlık ve burukluk aynı anda doğuyor. İşte, diyorum, işte sadece Allah’a kul olan, küresel hegemonyaya yıllardır direnen, kurbanlar veren Özgür Müslümanlar. İşte tüm teknolojisine rağmen Siyonistlerin yıkamadıkları, parçalayamadıkları o destansı direnişin onurlu yiğitleri. Sokaklarınız işgal edilebilir, evleriniz bombalanabilir, aileniz katledilebilir ama zihinlerinizi işgal ettirmezseniz, sizi yıkmaları mümkün değildir. Tüm teçhizatına rağmen bir ıslık sesinden, bir zılgıttan korkan, tir tir titreyen Siyonist askerlere, her gün suikast korkusunu yaşatan bu yiğitler, uğruna savaştıkları değerlerini, ibadetlerini, dinlerini oyuncak ettirmiyorlar. Uğruna kurbanlar verdikleri, bedeller ödedikleri dinlerine sımsıkı sarılıyorlar. İşte bu, imandır; bu, kâfirlerin oyununu başlarına geçirecek olan güç. İşte bu, kararlılıktır, ilahlık taslayan bu düzenbazları dize getirecek kudret. Bakın, istediğiniz kadar savaş uçaklarınız, bombardıman gücünüz, nükleer kapasiteniz olsun ama yüreğiniz boşsa, bir hiçsiniz. Tüm bu zihinsel işgal denemelerine, yüreğimizi doldurarak karşı koyabiliriz ancak. Yoksa yarın, çok geç olabilir.
“Onlar, ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de Allah, nurunu tamamlayacaktır” (Saff, 8).
Evet, her şeye rağmen Allah, nurunu tamamlayacaktır. Rabbimiz, bu ilahi vaadin gerçekleşmesi uğrunda bizleri memûr etsin. Zalimlerin cezalarını, bizim elimizle versin. Rabbimiz, ümmete feraset versin, basiret versin, hidayet versin, cesaret versin, heyecan versin. Rabbimiz, dünyanın dört bir yanında (Doğu Türkistan’da, Kudüs’te, Myanmarda, Suriye’de, Irak’ta, Mısır’da, Türkiye zindanlarında…) “Rabbim Allah’tır” dediği için zulme uğrayan, hapsedilen, katledilen tüm muvahhid, mustazaf kardeşlerimizin imdadına el uzatacak gücü, kudreti bizlere nasip etsin. Âmin.
“İşte O, Allah’tır. O’ndan başka ilah yoktur. Önünde de, sonunda da hamd O’nundur, hüküm O’nundur. Ve ancak O’na döndürüleceksiniz” (Kasas,70).
Furkan KESER