PKK-DHKP-C, Terör İttifakı Ve Dış Güçler
Genel Gündem Son Sayımız Yazarlar

PKK-DHKP-C, Terör İttifakı Ve Dış Güçler

“Terör” ve “terörizm” kavramları, zihinlerde her şeyden önce korku, dehşet, tehdit, şiddet, yasadışılık gibi olguları çağrıştırmaktadır. Arapça tedhiş kelimesinin Fransızcası olan terör, korkutmak, dehşete düşürmek, korkutup kaçırmak, caydırmak gibi anlamları da bulunmaktadır. Bir fikrin, bir görüşün kabul ettirilmesi için, kabul ettirilmek istenilenler üzerinde estirilen korku, korkuya düşürme, korku salma, şaşırtma, korkutma, yıldırma meydana getirerek kitleyi etkileme ve bu yol ile insanları istediği istikamete yönlendirme olarak da tanımlanabilir.[1] İnsanlık tarihi ile yaşıt olduğu belirtilen terörizmin başlangıcı, Hz. Adem’in (as) iki oğlu; Habil ve Kabil arasındaki olaya kadar götürülmektedir. Ancak Habil ve Kabil arasındaki bu olay, terörün lügat tanımına uygun olsa da, günümüzdeki terör olaylarına benzetmek doğru olmaz. Çünkü Habil ve Kabil arasındaki olay, hasede, bağiliğe ve çekememeye dayanırken, günümüzdeki terör ise toplumsal anlamda yıkıcılığa vegenellikle de etnik ya da ideolojik bir temele dayanmaktadır.

Günümüzde terör denilince akla, bireysel ya da örgütsel terör gelmektedir. Oysa bu anlayış, eksik bir anlayıştır. Çünkü bireysel ya da örgütsel terörden daha yıkıcı ve daha ölümcül olan terör, devletler tarafından gerçekleştirilen terördür. Bu terör, bireysel ya da örgütsel teröre göre daha kapsayıcı, daha ölümcül ve daha kalıcıdır. Nitekim Siyonist İsrail’in Filistin’de, ABD’nin Afganistan, Irak ve daha birçok ülkede, Fransa’nın, İngiltere’nin, Almanya’nın, Rusya’nın (Sovyetler Birliği’nin), Çin’in, kısacası emperyal ve Siyonist bütün devletlerin gerçekleştirdiği terör sıradan bir terör olmayıp, insan havsalasına sığmayacak tarzda daha vahşi ve daha insanlık dışıdır. Üstelik bu devletler, kendi ülkelerinden çok uzaklarda, kendilerinden olmayan halklara karşı emperyal amaçlı bu terörü gerçekleştirmektedirler. Bu tür terörü gerçekleştiren emperyal devletlerin dışında, bir de kendi halklarına karşı terör estiren devletler bulunmaktadır. Türkiye’de, Cumhuriyet Döneminden itibaren halka yönelik estirilen terör, bu cinsten bir terördür. Türkiye’de uygulana gelen devlet terörü şimdilerde göreceli olarak azalmış gibi görünse de bu, bizi aldatmamalıdır. Çünkü rejim/sistem değişmedikçe, devlet baskısının halk üzerinden kalkması mümkün değildir.

Türkiye’deki devlet terörüne, 1950’lı yıllardan itibaren bir de bireysel ya da örgütsel terör ilave olmuştur. Bu terör, Türkiye’nin, 1950’li yıllardan itibaren ABD’nin başını çektiği Batı Blok’una dahil olmasıyla birlikte ABD tarafından kur(dur)ulmuş kurumlar ve bu kurumların destekledikleri ya da öncülük ettikleri bir takım nevzuhur örgütler kanalıyla devam ettirilmiştir. ABD’nin kurdurduğu bu kurumların başında Seferberlik Tetkik Kurulu (bu kurul 1965’de Özel Harp Dairesi –ÖHD-, 1990’lardan itibaren ise Özel Kuvvetler Komutanlığı –ÖKK- ismini almıştır) gelmektedir. ABD’nin diğer NATO üyesi ülkelerde de kurdurduğu ve –isimleri ülkeden ülkeye değişse de- genel olarak Gladio olarak adlandırılan bu örgüt, Türkiye’de daha çok ‘kontrgerilla’, ‘Ergenekon’ olarak bilinmektedir. İç kargaşalıklar (6-7 Eylül 1955 olayları, Kahramanmaraş, Çorum, Malatya, 1 Mayıs ve daha birçok bireysel ya da toplu katliam olayları gibi) ve darbeler (27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat postmodern darbesi gibi) bu örgüt kanalıyla gerçekleştirilmiş ve hepsinin arkasında da ABD ve ABD’nin eli kanlı istihbarat örgütü CIA bulunmaktadır. Dönemin Dışişleri Bakanlığı ve uzun süre de Senato başkanlığı ve Cumhurbaşkanı vekilliği yapmış İhsan Sabri Çağlayangil, 12 Mart darbesi ile ilgili olarak –bir dönem Dışişleri Bakanlığı ve parti başkanlığı da yapmış İsmail Cem’e verdiği röportajda- ‘CIA altımızı oydu’ diyerek darbedeki ABD’nin rolü ifade etmiştir.

 

TÜRKİYE’DE, SOL HAREKETLER VE TERÖR OLAYLARI

 

Türkiye’de terör olayları, sol hareketlerin 1961 anayasasının getirmiş olduğu haklar çerçevesinde güçlenmesiyle başlamıştır. Bu çerçevede Doğan Avcıoğlu’nun Aralık 1961’de çıkarmaya başladığı Yön Dergisi ve 1042 kişinin imzasıyla yayınlanan Yön Manifestosu bildirisiyle anılan Yön Hareketi sol hareketler üzerinde çok etkili olmuştur. Ayrıca 1961’de kurulan ve 1965’teki seçimlerde 15 milletvekili ile parlamentoda temsil edilen Türkiye İşçi Partisi (TİP) de sol hareketlerindaha da güçlenmesini sağlamıştır. 1960’ların sonlarına doğru TİP içerisinde yer bulamayan kimi solcular Baas benzeri bir darbeyi hedefleyen Milli Demokratik Devrim (MDD) teorisini ortaya atmışlardır. Bu gelişmeler, sol gençlik içerisinde üç grubun oluşmasına yol açmıştır. Bunlardan biri Deniz Gezmiş’in lideri olduğu Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO-4 Mart 1971 kuruldu), ikincisi Mahir Çayan’ın lideri olduğu Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C -1970 kuruldu) ve üçüncüsü ise İbrahim Kaypakkaya’nın lideri olduğu Türkiye Komünist Partisi/Marksist Leninist (TKP/ML-24 Nisan 1972 kuruldu) olmak üzere. Bu grubun askeri kolu ise Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu (TİKKO) ismiyle faaliyet göstermeye başlamıştır.

DKP2

 

PKK DA, DHKP-C DE MAHİR ÇAYAN’A DAYANMAKTADIR

 

Bugün Türkiye’de terör denildiği zaman hemen akla gelen iki örgüt bulunmaktadır; bunlardan biri PKK’dır, diğeri ise DHKP-C’dir. Bu iki örgüt de, fikirsel ve örgütsel olarak Mahir Çayan’a ve Çayan’ın 1970’de kurduğu Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C)’ne dayanmaktadır. Abdullah Öcalan, Siyasal Bilgiler Fakültesinde okurken Mahir Çayan’ın düşüncelerinden etkilenmiş ve özellikle de Mahir Çayan ve arkadaşlarının Kızıldere’de -Ertuğrul Kürkçü dışında[2]– hepsinin 30 Mart 1972’de öldürülmesi üzerine bildiri dağıtmak suretiyle tepkisini göstermiş ve bunun sonucunda yakalanarak Mamak Askeri Cezaevine gönderilmiştir. Daha uzun süre ceza alması beklenirken, üst makamlardan devreye giren ‘gizli bir el’askeri savcı Baki Tuğ’un daha az ceza vermesini sağlamıştır. Nitekim Öcalan, Mamak Askeri Cezaevinde 7 ay tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılmıştır. Öcalan, Mahir Çayan’dan etkilenmişliğini İmralı’ya kendisini ziyarete gelen BDP milletvekili İdris Baluken’e şöyle açıklamıştır: “Ben Mahir Çayan’ın çizgisiyle, onun sempatizanlığıyla başladım bu mücadeleye. 40 yıldır Mahir’in çizgisinin kavgasını yürütüyorum. Mahir’in bana verdiği bir emanettir ve ben 40 yıllık süre içerisinde bu emaneti kavga boyutu ile en iyi şekilde yerine getirmek için uğraştım. Şu anda da bu emaneti teslim ediyorum…”[3]

Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (DHKP-C) de Mahir Çayan’ın düşüncesini, ideolojisini ve örgütsel anlayışını devam ettirmek için kurulmuş bir terör örgütüdür. Çünkü 1972 yı­lın­da, Ma­hir Ça­ya­n ve arkadaşlarının öldürülmesiyle Türkiye Halk Kurtuluş Partisi – Cephesi (THKP-C) da­ğıl­ma sü­re­ci­ne gir­miş­tir. Ör­güt­te, Ça­ya­n’­ın ye­ri­ne geç­mek is­te­yen aday­la­rın ço­ğal­ma­sı li­der­lik kav­ga­sı­na yol açmış, THKP-C’­nin içinde­ki et­ki­li isim­ler ye­ni ör­güt­len­me­ler ku­rmaya başlamışlardır.1978 yı­lı­na ge­lin­di­ğin­de, İs­tan­bul Üni­ver­si­te­si Or­man Fa­kül­te­si öğ­ren­ci­si olan 26 ya­şın­da­ki Dur­sun Ka­ra­taş, 40 kadar gencin desteğiyle Dev­rim­ci Sol (Dev-Sol)’u kur­duk­la­rı­nı ilan etmiştir. Böylece THKP-C iki ana gru­ba ay­rıl­mış­tır; İs­tan­bul ka­na­dı (Dev-Sol), An­ka­ra gru­bu ise (Dev-Yol) ola­rak fa­ali­yet­le­rine devam etmiştir. Ancak bu ayrışmanın üzerindençok uzun bir süre geçmedengerçekleştirilen 12 Eylül darbesinden sonra Dursun Karataş 30 Eylül 1980’de, Levent Birlik Sokak’ta zengin döşeli bir dairede, lüks içinde yaşarken yakalanmıştır. 3 Kasım 1980’de tutuklanarak İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’na sevkedilmiş veyargılanma neticesinde idama mahkûm edilmiş, bilahare cezası müebbede çevrilmiştir. Karataş,9 yıl cezaevinde kaldıktan sonra 16-17 Ekim 1989 tarihinde Metris Cezaevinden kaçmıştır. Kaçmasını organize eden, Sait isimli, aslen Mardin’li şahıs Köln’de ReisenPlatz isimli bir büroyu işletiyordu. Güvenlik güçleri, Sait’in aslen Mardinli bir Ermeni olduğunu, ASALA ile ilişkisi bulunduğunu ve 1989 Ekim ayı başlarında çok büyük miktarda para ile Türkiye’ye giriş yaptığını belirlemişlerdir.[4]

Öcalan’a özenen ve “önderlik” adı altında kendisini tartışmasız bir lider olarak konumlandıran Karataş, cezaevinden kaçtıktan sonra yurtdışında rahat ve lüks bir yaşam sürdürmeye başlamıştır. Ancak bu durum örgütün en güçlü isimlerinden biri olan Bedri Yağan tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Yağan, Karataş’ın lüks villalarda örgütün maddi imkânlarından yararlandığını, demokratik olmayan baskıcı kararlar aldığını ve kadınlara düşkünlüğünü eleştirmeye başlamıştır.[5]

Karataş cezaevinden kaçtıktan sonra Yunanistan, Fransa ve İngiltere’ye gitmiştir. İngiliz gizli servislerinden ve Scotlandyard (Polis) teşkilatından habersiz ve izinsiz olarak bir sineğin bile giremeyeceği ve dolaşamayacağı Londra’da Dursun Karataş, en konforlu otellerde barınmış ve oradan da Amsterdam’a geçmiştir. Buralarda da aynı şekilde lükse dalmış tabandan ve özellikle de örgütün en önemli adamı olan Bedri Yağan’dan ağır eleştiriler almıştır.[6]

Bu alışkanlıklarından vazgeçmeyen Dursun Karataş en büyük darbeyi, 13 Eylül 1992’de kendi içinden çıkan ve başını Bedri Yağan’ın çektiği muhalif gruptan yemiştir. Darbenin lideri Bedri Yağan, Dursun Karataş’ın mafyatik bazı ilişkiler içinde olan devlet içindeki bir kadro ile ilişki içerisinde olduğunu, bu yüzden Merkez Karar Komitesi’nin işlemediğini, örgüte yeni bir APO’nun dayatıldığı gerekçesiyle liderliği ele geçirmiştir. Yaklaşık 20 yıldır örgütün en ön saflarında çarpışan Bedri Yağan, Dursun Karataş’ın bu kadro tarafından yönlendirildiğini ve kendi hedeflerini ortadan kaldırmada kullandığını düşünüyordu. Ne var ki bu darbe girişimi çok fazla uzun sürmeyecekti.[7]Bedri Yağan ve arkadaşları, Dursun Karataş’ı davadan ve devrimci yaşamdan ayrılmakla ve kontrgerillanın adamı olmakla suçluyordu![8]Yağan örgüt liderliğini ele geçirirken kaldığı villanın bodrum katına hapsedilen Karataş bir süre gözetim altında tutulmuş, Yağan ve arkadaşları tarafından sorgulanmıştı.13 Eylül 1992 tarihinde Almanya’da yapılan bu darbede Bedri Yağan’a, Aslan Şener Yıldırım, İbrahim Bingöl gibi isimler de destek vermişti.

Karataş bir şekilde tutulduğu yerden kaçmış ve Türkiye’deki faaliyetleri yürüten kişilere telefonla ulaşarak Yağan ve arkadaşları tarafından “tutsak edildiği”ni ve en kısa zamanda kendisinin bu durumdan kurtarılması gerektiğini ifade etmiştir. Ancak olaylar Karataş’ın istediği gibi gitmemiş ve Dev-Sol’un Türkiye’deki en etkili isimleri Yağan’a destek vermişlerdir. Bunun üzerine Karataş cezaevlerindeki Dev-Sol’dan bazı isimlere mektup yazarak yeni bir örgütlemeye gitme planları yapmaya[9] başlamıştır.

EskiTHKP-C’li Halit Özkul, Bedri Yağan ile bu konuyu ilk önce kendisinin konuştuğunu, Dursun Karataş’ın devlet içindeki birtakım güçler tarafından kullanıldığını en ince ayrıntılarına kadar anlattığını söylemiştir. Halil Özkul, tıpkı Erol Mütercimler gibi Ergenekon adlı özel bir gücün ipuçlarını vermiş ve: “Eroin gelirinden Türkiye ekonomisine yıllık milyarlarca dolar para giriyor. Dursun Karataş da bu örgütün bir üyesidir. Karataş tutuklu bulunduğu sırada 38 kişinin ismini vermiş biridir. Mahkeme tutanaklarında bunların hepsi mevcuttur. Dursun Karataş’ın avukatı eski 27 Mayısçı Nebi Barlas’ın bürosunu bastırmasının sebebi budur. Tayfun Özkök de tıpkı Dursun Karataş gibi Ergenekon’un adamıydı. İbrahim Seven de Dev-Yol’un içindeki ajanlarıydı. Onu da ben deşifre ettim. İbrahim Seven 1980 yılında başka bir örgüt kurdu. Emekli Oramiral Kemal Kayacan’ın öldürülmesinin sebebi de Ergenekon’un varlığından haberdar olmasıydı. Gün Sazak’ın öldürülme sebebi de kaçakçılığın Edirne noktasını engellemeye çalışmasıydı. Ergenekon’un bir ucu da Mason locasıdır.”[10] demiştir.

Bedri Yağan, Dev–Sol’u dört ay yönettikten sonra gittiği Suriye’de kendisi ile birlikte hareket eden Dev–Sol mensupları ile birlikte sansasyon yaratacak eylemlerde bulunmak amacıyla İstanbul’a geldiği akşam 6 Mart 1993 günü Kartal’da kaldığı evde dört arkadaşı ile birlikte ölü ele geçirildi. Ölenler arasında Dev–Sol’un Türkiye sorumlusu Derya kod adlı Gürcan Özgür Aydın, İstanbul Hemşireler Derneği’nin bir dönem başkanlığını yapan Berrin kod adlı Menekşe Meral ve örgüt üyeleri Rıfat Kasap ve Aliye Kasap vardı. Bedri Yağan ve arkadaşlarının bulunduğu yeri Dursun Karataş’ın ihbar ettiği çokça iddia edilmiştir.[11]Türkiye’yi sarsan derin suikastların emrini veren Karataş bu baskından sonra örgüt içerisinde yeniden rakipsiz kalarak tek adam olmuştur. Karataş liderliğindeki DEV-SOL 1994 yılında Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (DHKP-C) adını almıştır. 1994 Mart ayında Şam’da toplanan Dev-Sol üyelerinin kurduğu DHKP-C, belki de hakkında en az malumat sahibi olunan örgütlerden biridir. Dursun Karataş’ın liderliğinde gelişen örgüt, gizliliğe son derece önem verdiği için hep bir ‘sır küpü’ olarak nitelendirilmiştir.

Görüldüğü gibi PKK da, DHKP-C de aynı kökten, yani Mahir Çayan’ın geleneğinden gelmektedir ve her iki örgütün de içeride derin devletle, dışarıda ise istihbarat örgütleriyle bağlantıları bulunmaktadır.  Dolayısıyla;

1- PKK ile DHKP-C’­nin ör­güt­len­me mo­del­le­ri birbirine ben­zemektedir. Her iki ör­güt de Ma­hir Ça­ya­n’­ın THKP-C’­sin­den et­ki­len­miş ve özel­lik­le “ön­der­li­k” adı al­tın­da li­de­re ko­şul­suz sa­da­kat ve kut­sal­laş­tır­ma var­dır.

2- PKK kır­sal böl­ge­ler­den şe­hir­le­re ya­yı­lan bir ey­lem stra­te­ji­si iz­ler­ken, DHKP-C ise şe­hir­ler­den kır­la­ra ya­yıl­ma­yı amaç­la­mak­ta­dır.

3- Her iki ör­güt de Mark­sist-Le­ninis­t’­dir. PKK Kürt ırk­çı­lı­ğı üze­rin­den kit­le­sel halk ayak­lan­ma­sı he­de­fiy­le ha­re­ket eder­ken, DHKP-C’­de et­nik kö­ken bi­raz da­ha ge­ri plan­da­dır.

4- DHKP-C ile PKK arasında gizli bir uz­laş­ma ve ki­mi za­man da ka­mu­oyu­na ilan edi­len an­laş­ma­lar bulunmaktadır. Bu çerçevede DHKP-C’­nin ya­yın­la­rın­da da ör­güt ku­ru­cu­su Dur­sun Ka­ra­ta­ş’­ın Kürt kö­ken­li ol­du­ğu vur­gu­su ya­pıl­mak­ta­dır:“25 Mart 1952’de bu ka­dim ken­tin (Er­zu­rum) Ce­viz­de­re Kö­yü­’n­de, Kürt bir ai­le­nin ço­cu­ğu ola­rak doğ­du Dur­sun Ka­ra­ta­ş.”[12]

Nitekim 1996’nın son günlerinde PKK ile DHKP-C’nin bir süredir gizli yürüttükleri ittifak çalışmalarını kamuoyuna duyurmuştur. Bu anlaşma, PKK’nın yayın organı Serxwebun, 1996 tarihli, 180.sayısında şu sözlerle ifade edilmiştir:

“DHKP ve PKK olarak! Bu ittifak protokolüyle halklarımızın bu ihtiyaç ve beklentilerine, umutlarına cevap olabilmenin ilk adımını atmış bulunuyoruz. Bu adımın geliştirilmesi, tüm halk güçlerinin bu ittifaka kazanılması, halklarımızın devrimci birliğine duyduğumuz inancın bir gereğidir.”

Yapılan ittifak duyurusunun ayrıntılarında ise diğer Marksist-Leninist gruplara da “gelin birlik olalım” mesajı verilmek isteniyordu:

“Bu ittifakla halklarımızın devrimci cephesini inşa etmekte ve düzenden zarar gören, bu düzene karşı mücadele eden ve etmek isteyen legal, illegal, grup, örgüt, parti ve kuruluşlarının aynı ittifak çatısı altında yer almalarını sağlamak için gerekli bütün çaba ve özveriyi göstermeye hazır olduğumuzu ilan ediyoruz.

“PKK ve DHKP olarak!

Halklarımızın Cephe Birliğini Hedefliyoruz!

Bu birliğin temel amacı; halklarımızın cephe birliğini sağlamaktır. Halklarımızın savaşını her düzeyde ortaklaştırıp geliştirmektir. Bu ittifakla halklarımızın devrimci cephesini inşaa etmekte ve düzenden zarar gören, bu düzene karşı mücadele eden ve etmek isteyen legal, illegal, grup, örgüt, parti ve kuruluşların aynı ittifak çatısı altında yer almalarını sağlamak için gerekli bütün çaba ve özveriyi göstermeye hazır olduğumuzu ilan ediyoruz.”

Partiya Karkeren Kurdistan (PKK)

Devrimci Halk Kurtuluş Partisi (DHKP)[13]

 

DHKP-C’NİN PKK/PYD İLE İŞBİRLİĞİ

 

PKK, içeride DHKP-C ve diğer marjinal sol terör örgütleriyle, dışarıda ise PYD kanalıyla Esad’la, PJAK kanalıyla İran’la ve ABD, Almanya, İngiltere, İsrail vd. batılı devletlerle işbirliği yapmıştır. Dolayısıyla Türkiye’de terörün artmasında, dökülen her damla kanda ve ülkenin yavaş yavaş iç savaşa sürüklenmesinde en az bu örgütler kadar, bu devletlerin de katkı ve destekleri bulunmaktadır. Bu katkılardan dolayıdır ki PKK ve DHKP-C,içeride birbirlerinin yerine terör eylemi gerçekleştirmekte, dışarıda (Suriye’de Kobani, Lazkiye ve Keseb’te) ise ortak eğitim kamplarında teröristlerieğitme kolaylığını yaşamaktadırlar. Gerçi yukarıda da açıkladığımız gibi PKK ile DHKP-C arasındaki işbirliğinin tarihi Mahir Çayan’a dayanmaktadır.

PKK’nın devletleşme süreci, 19 Temmuz 2012’den beri yani Esad rejiminin Kuzey Suriye’de bazı kentleri PYD’ye terk etmesiyle başlamıştır. Bugün itibariyle kim ne derse desin PKK/KCK, düzenli ordusuyla, bakanlar kuruluyla, meclisiyle tam anlamıyla Suriye’de devletleşmiştir. Üstelik başta ABD nezdinde olmak üzere batılı devletler nezdinde –PYD dolayısıyla- meşru müttefik bir güçtür. PKK’nın bu devletler nezdinde terör listesinde olmasının hiçbir anlamı yoktur. ÇünküPYD’ye yapılan her yardım –silah, para, eğitim vb.- aslında PKK/KCK’ya yapılmış bir yardımdır. Nitekim PKK/KCK tarafından Türkiye’de terör olaylarında kullanılan silahların tamamına yakını batılı devletler tarafından PYD’ye verilen silahlardır. Hatta sadece PKK/KCK’ya da değil; aynı zamanda DHKP-C, MLKP (Marksist-Leninist Komünist Partisi), MKP (Maoist Komünist Partisi) ile TKP/ML TİKKO’ya yapılmış gibidir. Çünkü bu örgütler başta olmak üzere diğer marjinal sol birçok örgütün PYD’nin kontrolünde silahlı eğitim gördükleri kampları bulunmaktadır. Ayrıca THKP-C Acilciler grubu başta olmak üzere bazı sol gruplar da Lazkiye ve Keseb kırsalındaki eğitim kamplarında silahlı eğitim görmektedirler.11 Mayıs 2013’deReyhanlı’daki katliamın başında Mihraç Ural’ın bulunduğu Acilciler Grubu gerçekleştirmiştir. Bu örgütlerin elemanlarının tamamı bu kamplarda eğitimden geçirildikten sonra Türkiye’ye gönderilmektedir.

Geçmişte, 68 kuşağı olarak bilinen solcular için Filistin ne anlam ifade ediyorsa, bugün Kobani de marjinal terörist sol gruplar için aynı şeyi ifade etmektedir. Aralarındaki farkise, 68 kuşağı solcular, ABD ve ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki jandarması İsrail’e karşı savaşırlarken, bugünkü solcular ise PYD ile birlikte ABD’nin kucağına oturmuş, Muhaberat ile Şebbihalarla birlikte hem Esad muhaliflerine, hem de Türkiye’ye karşı savaş vermektedirler. Yıllardır kendi aralarında fraksiyon kavgası yapan bu illegal terörist sol örgütlenmeler, Kobani fırsatı ortaya çıkınca, geçmişi bir kenara bırakıp eylem birliği yapmaya başlamıştır.

 

İHMAL, TERÖRÜ GÜÇLENDİRMİŞTİR

 

Erdoğan’ın 28 Aralık 2012’deki açıklaması ile çözüm sürecigörüşmelerinin başlatılmış olması doğru ve isabetli bir karardı. Çünkü Kemalizm,ülkeye egemen olduğu günden bu yana Kürtleri yok saymış, dilini, örf ve adetlerini baskıyla, dayatmayla ve terörleyasaklamış, kimlik ve kültürünü inkâr etmiştir. İşte çözüm süreci ile Kemalist politikaların reddi anlamında Kürtlerin kimlik ve kültürleri kabul edilmiş ve gasp edilen haklarıgeri verilmeye başlanmıştır. Bu nedenle çözüm süreci önemli ve anlamlı idi. Ama hükümetin bu süreçte, sadece İmralı’yı, Kandil’i, PKK’yı, HDP’yi kısacası terör örgütünü ve elebaşlarını muhatap alması ve Kemalizm’in gasb ettiği en temel insani hakları bile PKK eylemlerinden sonra vermesi, 2012’de bitme aşamasına gelmiş PKK’yı daha da güçlendirmiş ve halkta taban bulmasına neden olmuştur. Nitekim bu süreci başından beri istismar eden terör örgütü ve yandaşları tarafından, bu süreçte, KCK Mahkemeleri kurulmuş, halk zorla haraç ve vergiye bağlanmış, Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi (YDG-H) sadece bölgede değil, İstanbul, İzmir, Ankara gibi illerde de örgütlenmiştir. Bunun sonucu olarak, bazı il ve ilçelerde özerklik ilan edilmiş, belediye binaları, oluşturulan sözde şehitlikler, dağlar, evler ve hatta camilerdevrimci halk savaşına hazırlık için silah deposu haline getirilmiştir. Hükümet ise, bütün bu olup bitenleri çözüm süreci dolayısıyla ya görmemiştir ya da görmezlikten gelmiştir.

Kısacası hükümet, masada devam ettirdiği çabayı, sahada terör örgütünün ikiyüzlülüğüne karşı devam ettirememiş ve bölgeyi bütünüyle terörist PKK, HPG (Halk Savunma Güçleri, PKK’nın askeri kanadı), YDG-H’nin –olmayan- insafına terk etmiştir. Şikâyetler, bölgeyi terk etmek zorunda kalan 200 bine yakın yöre halkı,ilkokul çağındaki çocukların ülke içindeki kamplarda silahlı eğitime tabi tutulmaları, mülki amirlerin bile KCK mahkemelerine ifadeye çağrılmaları, kısacası bölge halkının canhıraş çığlıkları duyulmamış ya da hiç dikkate alınmamıştır. 7 Haziran seçimlerinden önce başta Orhan Miroğlu olmak üzere AKP adaylarının ve diğer partililerin uğradığı saldırılar, engellemeler, muhtarlara yapılan baskılar, belediye imkânlarının halkı sindirmede kullanılmaları bile hükümeti uyandırmamıştır.

Erdoğan’ın, Davutoğlu’nun ve Kurtulmuş’un, terör olaylarının can almaya başladığı bugünlerde,  terör örgütünün 2 yıldır silah yığınağı yaptığını söylemelerine günaydın demek lazım! Bunu bizler, biz vatandaşlar söyleyebiliriz, şikâyet de edebiliriz, amahalkın güvenliğini sağlamakla mükellef olan yöneticilerin, devleti yönetenlerin şikâyet etmeye değil, bunlara çözüm bulma, terörü engelleme gibi mükellefiyetleri, sorumlulukları vardır. Ayrıca adama sormazlar mı, terör örgütü bu yığınakları yaparken, tonlarca ağırlıktaki patlayıcıları, bombaları, doçkaları ve diğer silahları ülke içine sokarken, ülke içinde oluşturdukları kamplarda ilkokul çağındaki çocuklara silahlı eğitim verirlerken, sizler neredeydiniz? İstihbarat gücünüz, güvenlik güçleriniz, ABD’yi ve içerideki azgın azınlığı memnun etmek için IŞİD’i, el-Kaide’yi kısacası Müslümanları izlemekle mi, yoksa IŞİD ya da el-Kaide bağlantısı bile olmayan masum Müslümanları fişlemek ve rapor etmekle mi meşgul idi?

Üzülerek belirtelim ki, PKK/KCK, IŞİD ve Suriye’de Nusayri diktatörlüğüne karşı mücadele eden diğer örgütleri hedef göstererek hazırlıklarını yoğunlaştırmış ve emperyal batılı devletler nezdinde meşru konuma yükselmiştir. Bu algı nedeniyle Suriye’de, Nusayri diktatörlüğüne karşı mücadele eden bütün örgütler, Türkiye kamuoyu nezdinde terörist olarak değerlendirilmeye başlanmıştır. Bu algının oluşmasında hükümetin ABD’ye ve içerideki azgın azınlığına karşı, IŞİD’çi olmadığını ispat etme gayretinin etkisi yok mudur? Elbette IŞİD’in Suriye’de muhalif İslami örgütlere karşı yaptıklarını kabul etmek, savunmak asla mümkün değildir. Peki ya Nusayri diktatörlüğünün ve ABD’nin kucağına oturmuş ve yüz binlerce Kürt’ü Kuzey Irak’a ve Türkiye’ye sürgün eden PYD, çok mu masum? Bugün ne yazık ki, Türkiye’de iç savaşı andıran olayların çıkmasında, PYD’ye verilen silahların PKK’lı teröristlerin eline geçmesi veTürkiye’den Suriye’ye giden binlerce PKK’lı ve bilumum marjinal terörist sol örgütlerinden insanların PYD tarafından eğitilerek Türkiye’ye gönderilmesi yatmaktadır. Dolayısıyla Türkiye için en yakın tehlike içeride, PKK/KCK (PYD/YPG) ve müttefiki marjinal sol örgütler, dışarıda ise bu örgütleri ve Nusayri diktatörlüğünü destekleyenbilumum devletlerdir.

Sonuç olarak;

1- Çözüm sürecin başlatılması önemli bir karardı ve bu süreç mutlaka devam ettirilmelidir. Erdoğan’ın çözüm süreci buzdolabındadır açıklaması talihsiz bir açıklamadır. Hükümet hemen terörün azgınlaştığı bu günlerde, çözüm sürecinin devam edeceğini ve Türkiye’de yaşayan her vatandaşa birbirinden ne eksik, ne de fazla, Kemalizm döneminde gasp edilen bütün haklarının ‘ama’sız, ‘fakat’sız verileceğine dair takvimi kamuoyuna açıklamalıdır. Bu haklar, pazarlık konusu yapılmadan ve en önemlisi de terörle bağlantılı olmadan verilmesi gereken haklardır.

2-Bu süreçte terör örgütü; İmralı, Kandil, PKK/KCK tamamen devreden çıkarılmalıdır. Muhatap olarak bütünüyle Türkiye halkı, ama özellikle de bölgede yaşayan kanaat önderleri, sivil toplum kuruluşları, meseleyle ilgili olan bütün mollalar alınmalıdır.

3- Terör örgütlerine finans kaynağı sağlayan resmi ve gayr-i resmi bütün kaynaklar mutlaka ve acilen kurutulmalıdır. Belediyeler, mutlaka PKK’nın finans kaynağı ve terörist yatağı olmaktan kurtarılmalıdır. İç savaş çığırtkanlığı yapan resmi görevliler ve seçilmişlerden mutlaka hesap sorulmalıdır.

4- 6-8 Ekim olaylarından sonra olduğu gibi, halkın güvenliğini tehdit eden terörist oluşumlara dönük tedbirler söylemden mutlaka pratiğe aktarılmalıdır. Çünkü daha önce başta Başbakan Davutoğlu olmak üzere bütün yetkililerin İç Güvenlik Yasası ile ilgili söyledikleri, sadece sözde kalmıştır. Yetkililerin terörün bu kadar azgınlaşacağını, süreç boyunca terör örgütünün yaptığı hazırlıklardan anlamalıydılar. Bunun anlaşılmamasının hiçbir mazereti kabul edilemez. Bu, tam anlamıyla bir acziyettir.

5- Terör örgütlerini içeride ve dışarıda destekleyen, silah, finans yardımı ve eğitim desteği veren ülkelerle ilişkiler yeniden gözden geçirilmelidir. Biliyorum, Türkiye’nin, buna güç yetirmesi mümkün değildir. Çünkü terör örgütlerine destekveren ülkelerin başında ABD ve Siyonist terör örgütü İsrail olmak üzere Almanya, İngiltere ve diğer batılı devletler gelmektedir.Türkiye’nin ise, bu ülkelerle baş etmesi mümkün değildir. Ama bunu mutlaka bir yerlere not etmeli ve halkı gelecekte ABD başta olmak üzere bu emperyal ülkelere karşı en azından psikolojik olarak hazırlıklı hale getirmelidir. Çünkü ABD, bu topraklardan kovulmadıkça Türkiye halkının rahat yüzü görmesi mümkün değildir. Asıl terörist ABD ve onun işbirlikçisi diğer emperyal ve bölgesel diktatörlüklerdir.

6- Çözüm süreci boyunca, terör örgütüne göz yuman, silah yığınağı yaparken görmezlikten gelen, KCK mahkemelerine ses çıkarmayan, halkın şikâyetlerine başınızın çaresine bakın diyen ve en önemlisi de çözüm sürecini akamete uğramasına neden olan bütün yetkililerden mutlaka hesap sorulmalıdır. Hiçbir siyasi yetkili,  biz iyiniyetle çözüm sürecini devam ettirmeye çalışırken, terör örgütü 2 yıl devrimci halk savaşı yapmak için hazırlık yapmıştır demek suretiyle sorumluluktan kurtulamaz.

7- İşin en üzücü yanı da, bu süreçte terör örgütünün bu kadar azgınlaşmasının nedeni hükümetin gerekli tedbirleri almamasıdır. Çünkü hükümetin bunu, ülke içerisinde yapılan hazırlıklardan ve binlerce militanın PYD kontrolündeki yerlerde silahlı eğitim görmesinden anlamalıydı. Bizler masa başında bunu anlamış ve defalarca gündem yapmışsak, hükümetin MGK toplantılarıyla, istihbaratı ve diğer güçlü imkânlarıylabilmemesi elbette ki düşünülemez. İşte bu da, devleti yönetenler tarafından yeniden düşünülmeli ve mutlaka sorgulanmalıdır.

 

DİPNOTLAR

[1] Ercüment Özkan, İnanmak ve Yaşamak II, Anlam Yayınları, 1.bsk. Eylül 1999, Ankara, s.255

[2] Kızıldere olayında öl(dürül)meyenHava Yüzbaşı İlyas Aydın’ın da olduğu iddia edilmiştir. Kimileri İlyas Aydın’ın ajan olduğunu (bkz;http://www.yenisafak.com/yazarlar/abdullahmuradoglu/thkp-cnin-kayip-halkasi-yuzbasi-ilyas-aydin-32372) kimileri ise, dürüst bir devrimci olup hak ettiği devrimci onurunu 40 yıl sonra da olsa kendisine iade edilmesi gerektiğini söylemiştir. (Bkz; http://www.gunzileli.com/2010/03/03/ilyas-aydina-devrimci-onuru-iade-edilmelidir/

[3] http://www.nasname.com/a/yeni-kurd-halk-onderi-mahir-cayan

[4]http://www.atin.org/detail.asp?cmd=articledetail&articleid=287; ayrıca bkz; Hakkı Öznur, Derin Sol, 2. Bsk. Eylül 2006, İstanbul, s.407 vd.

[5]http://www.gazetevahdet.com/dhkpcnin-karanlik-gecmisi-16291h.htm

[6] Alişan Satılmış-Metin Turhan, Derin Devletin Solcuları, Platin Yayınları, 3.bsk. Ağustos 2004, Ankara. s.278

[7]http://www.aksiyon.com.tr/kapak/karanligin-sol-eli_502149

[8] Satılmış, Turhan, age. s.279

[9]http://www.haberdokuz.com/2014/03/14/dhkp-c-terorunun-tarihi-stratejisi-ve-genclik-uzerindeki-faaliyetleri

[10] http://www.aksiyon.com.tr/kapak/karanligin-sol-eli_502149

[11] Satılmış, Turhan, age. s.279

[12] http://www.gazetevahdet.com/pkk-ve-dhkp-cnin-bitmeyen-dostlugu-16497h.htm

[13] http://www.gazetevahdet.com/pkk-ve-dhkp-cnin-bitmeyen-dostlugu-16497h.htm

GRUBA KATIL