Gündem Yazarlar

Ortadoğu’ya Yeni Bir Harita mı?

Bu başlık Mayıs 1978’teki ‘Yakın Tarih Dergisi’nden alınan bir başlıktır. O tarihte ortada ne İran Devrimi, ne Afganistan işgali, ne Varşova Paktı’nın dağılması, ne yeni dünya düzeni telaffuzu… Bunların hiçbirisi yok. Şah, İran’ın başında, Afganistan’da krallık devam ediyor. Saddam, El-Bekir’den iktidarı devralmak için sabırsızlanıyor. Türkiye, anarşi ve terörün kucağında debeleniyor. Apo yok, PKK yok! Dev-Sol var, Dev-Yol var. Pol-Bir, Pol-Sen var. Türkeş, Ecevit, Demirel ve Erbakan var siyaset sahnesinde. Kurucu ideolojinin baş aktörleri çoktan bu dünyadan göçüp gitmişler. M. Kemal,  İnönü, Şükrü Kaya, Recep Peker, Hasan Saka, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve diğerleri… Kurucu ideolojinin sembol isimlerinden bir tek Celal Bayar hayatta. O da, dalya demeyi bekliyor.

Bahsi geçen yıllarda devlet ve kurumları bir taraftan sözüm ona komünizm ile mücadele görüntüsü veriyor, diğer yandan yeni yeni terennüm edilmeye başlanan “Siyasal İslam” ve onun takipçilerini takibe çalışıyor. MSP eliyle sistemle barıştırılmaya çalışılan İslami kesim, her geçen gün imanı ile amelinin arasının açıldığını, günlük hayatına her geçen gün haramın daha çok yaklaştığını, helalin daha çok uzaklaştığını fark etmiyor bile. TSK, bir yandan irtica ile mücadele figürleri sergilerken, diğer yandan Güneydoğu ve Doğu’da “dost kuvvetler-düşman kuvvetler” tatbikatları yapıyor. Ekonomi ve ekonomik birimler ülkeyi bir türlü faiz sarmalından kurtaramıyor; bilâkis uluslararası faiz lobilerinin adeta temsilcisi gibi hareket ediyorlar. Tam da merhum Necip Fazıl’ın Destan şiirinde olduğu gibi:

Öttür yem borusunu öttür, öttür Borazan!

Bitpazarında sattık, kalkamaz artık kazan!

Allah’ın on pulunu bekleyedursun on kul;

Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.

O yıllarda memlekette gaz yok, benzin yok, yağ yok, tuz yok, yok yok yok! Ama tüm bunlara rağmen üniversiteler, devlet kurumları, siyasi partiler ve onların liderleri tabir-i caizse oyunda oynaştalar. Onların hükmettiği gençlik ülkenin her yerinde birbirini yok etme yarışında. Ülkücü-solcu çatışması hiç eksilmiyor. Yavaş yavaş ısıtılmaya çalışılan Kürt-Türk çatışması karşılıklı salvolarla, şarkılarla, türkülerle devam ediyor. Kürt gençliği “Dağlara gel dağlara” türküsü ile yeni yeni dağlara çağrılırken; ülkücü ya da Türk gençliği: “Dağlar seni delik deşik ederim” türküsü ile onlara cevap veriyor.

Ya İslamcı gençlik! Ah ah! Sezai Karakoç üstadın: “Belki de Batı’nın tek kurtuluş ümidi sen iken, o ümidi bizzat sen Batılılaşarak mahvettiğinin farkında mısın?” ifadelerinde olduğu gibi sahih İslam arayış, anlayış, iman ve ittika boyutundan çok;  sloganik cemaat, tarikat ve siyasi parti aidiyetleri ile her gün İslam’dan, İslami tebliğ ve irşat sorumluluğundan uzaklaşan, tezin değil anti-tezin tuzağına düşürülen bir İslamcı gençlik! Ve o gençlik merhum Abdürrahim Karakoç’un “Hak Yol İslam Yazacağız” dizelerini dağlara, taşlara yazarak ya da “Mücahit Erbakan!” haykırışları ile kendilerini tatmine çalışıyordu. Hâsılı bütün kesimler ve ne yazık ki devlet ve kurumları da tarihi sorumluluklarının, aidiyetlerinin bilerek ya da bilmeyerek farkında olarak ya da olmayarak günlerini gün ediyor ve yapay, yıkıcı, can yakıcı gündemlerle vakit geçiriyorlardı. Hâlbuki, belki de Türkiyeli Müslümanlar, İslami gençlik tarihlerinde ilk defa ‘Bütüncül İslam’la buluşma imkânını yakalamışlardı. Akidesi, ibadeti, muamelatı, siyaseti, şehadeti anlatan âlim ve eserlerle de buluşmuşlardı. Seyyid Kutub’dan, Mevdudi’ye, Malik b. Nebi’den M. Ebu Zehra’ya, Nedvilerden Abdülaziz El-Bedri’lere kadar birçok âlim ve eserleri ile buluşulmuştu.  Ama ne var ki bizlerin, sokak ve İslami olmayan siyasetin uzağında kalmamıza izin vermediler. Belki de benim gibi, izin vermeyen odaklara rağmen firar eden bir avuç gençlik vardı. Zaten şu anda da Türkiye’de insan ve İslam için bir şeyler yapan varsa, hiç şüpheniz olmasın işte onlar 1970-1980’li yıllarda seküler sistemin İslâmîlik iddiasında bulunan karargâhlarından(!) firar edenlerdir.

 

Merhum Ercümend Özkan’ın 1970-1980’li yıllardaki canhıraş heyecan ve çabalarını düşünüyorum. Ekmek, masa, makam kaygısı olmadan, rızık ve ecel endişesi taşımadan gece-gündüz imanlı, siyasi bilinci olan, haram ve helal kriterlerine dikkat eden bir gençliğin teşekkülü için harcanan samimi çabaları gözümün önüne getiriyorum. Ve maalesef artık o günlerin – o tatlı, İslâmî, yorucu ama huzur veren anıların sadece bir hatıra olarak kaldığını düşünüyorum. Evet, bunlar bir hatıra olarak kaldı sanki! Seküler dünya ve onun eğilimleri günümüzü, bizleri daha çok ilgilendiriyor. Akıl, vahiy ve kalp ittifakının oluşturduğu düşünce ve davranışların yerine; şekil, masa, kasa, nisa anlayışının egemen olduğu bir anlayış ve yaşam biçimi öne çıkıyor. Ve soru: Bu gençlik nereye, bu ülke nereye, Ortadoğu nereye, insanlık nereye gidiyor? Sorunun cevabı açık değil mi? Sen; Türkiyeli, Suriyeli, Iraklı, Mısırlı, Mağripli, Afrikalı, Asyalı ve tüm dünya Müslümanları evet sen, ayaklarının seni nereye götürdüğünü fark etmeyen sen, hâlâ geleceğinden umutlu musun?

DÜNÜN BUGÜNE YANSIMASI

Müslümanlara yönelik olarak; emperyal güç odaklarının oluşturduğu, sınırlarını, nizamlarını, ahlak öğretilerini, eğitim müfredatını, kadın-erkek ilişkilerini bile onların düzenlediği coğrafyamızda bugün yaşadıklarımızın planlarını da çok eskiden yapmaya başlamışlardı.

17 Ocak 1991’de ilk kez ve net bir biçimde ABD Başkanı Bush tarafından telaffuz edilen: “Yeni Dünya Düzeni” ya da BOP, GBOP gibi ifadeler ve onların içi aslında 1978 Haziran’ında Amerika’daki Princeton Üniversitesi’nde yapılan Şarkiyat İlminin, Modern Arap Tarihiyle ilgili tanınmış isimleri bir araya gelerek Ortadoğu’nun haritasını yeniden tanzime çalışmışlardı.

harita

Bu konferansın esas planlayıcısı İsrail idi. Konferansı tanınmış Siyonistlerden Prof. Bernard Lewis idare etmişti. Bilindiği gibi 1916’da Sykes-Picot ve daha sonra Versay Anlaşmaları ile Ortadoğu’da birtakım küçük ve yapay devletler oluşturulmuştu. Osmanlı topraklarında Irak, Ürdün, Suriye, Lübnan, Filistin gibi… Aradan uzun yıllar geçti. 1945’te Yalta ile belki bahsi geçen devletler yerlerinde kaldılar ama başta petrol bölgeleri olmak üzere Fransa ve bazı kıta Avrupası ülkeleri bu yeni statüyü, yapılanmayı kabul edemediler. Ve sürekli İngiltere, Fransa ve Almanya Ortadoğu’yu kaşıyor. Şüphesiz İsrail ve Siyonist liderler de kendi güvenliklerini merkeze alarak yeni bir Ortadoğu oluşumunu desteklemektedirler. Bu cümleden olarak 1978 Haziranında Princeton Üniversitesi’nde toplanan kişiler İsrail’in hazırladığı Ortadoğu planını masaya yatırdılar. Bu plana göre hemen hemen her mezhebin bir vatanı olacak, Maruniler Lübnan’da, Dürziler Suriye ve Lübnan’da, Kürtler Suriye ve Irak’ta, Şiiler Güney Irak ve İran’ın bir kısmında, Sünniler Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin’de sınırları belli yurt sahibi olacaklardır. Bu ülkelerin hepsi ilerleyen zaman diliminde Federasyon veya Konfederasyonda birleşecekler; plan buydu.

Aradan yıllar geçti. İran’da İslâm adına devrim oldu. (11.2.1979) Ruslar Afganistan’ı işgal etti. (Aralık 1979) Mısır ve İsrail Camp-David Anlaşmasını imzaladı (26 Mart 1979). Saddam Irak yönetimini El-Bekir’den devraldı (1979), Türkiye’de ihtilâl oldu (12 Eylül 1980), El Fetih Fez Doruğunda (1982) BM ve Reagan Planını kabul etti. İran – Irak Savaşı başladı (23 Eylül 1980 – Ağustos 1988) Ziya Ül Hakk’a suikast düzenlendi ve uçağı düşürüldü. Enver Sedat bir suikast sonucu öldürüldü (1981) vs. Bilhassa İran’da meydana gelen devrim sonrası İslâm dünyasında siyasal İslâm ya da hükmedici İslâm anlayışı yaygınlaşmaya başladı. 1989’da Varşova Paktı’nın dağılması ve yine 1990’da Sovyetler’in dağılmasının ardından sözde “Soğuk Savaş” dönemi sona ermiş oldu. Tabii ki Soğuk Savaş sonrası küresel güç odakları kapitalizme ve onun uygulama biçimi haline gelen-getirilen ve hatta kapitalizmin meşruiyet zeminini oluşturan demokrasiye tek alternatif İSLÂM olduğu için, İslam’ı ve Müslümanları yeniden masaya yatırdılar. Sonuç olarak Graham Fuller’in raporunda belirtildiği gibi (Şubat 1990) İslâmî iktidarı ya da iktidarları alternatif olmaktan çıkartmak için Müslümanların iktidara getirilmesi uygun görüldü.

1990’lı yıllar ılımlı İslâm, demokratik İslâm, Medine Vesikası, birarada yaşama formüllerini arama anlayış ve tartışmaları ile geçti. New York’taki ikiz Kulelere ve Washington’da bulunan Pentagon’a yönelik 11 Eylül saldırılarının ardından Amerika fiilen Irak’a, Afganistan’a girdi. Irak fiilen üçe ayrıldı. Hem etnik hem de mezhep temeline dayalı bölünme tasarı olmaktan çıktı, fiiliyata dönüştü. Erbil, Kürdistan’ın merkezi –Bağdat,Sünni Arap Yönetim Merkezi – Basra, Şii yönetim merkezi… Suriye parçalanıyor, Lübnan sırada, Ürdün topun ağzında ve şimdi etnik ve mezhepsel ve dinsel parçalanmışlığa ekonomik boyut da ilâve edildi – ediliyor.

Bütün bu olup-bitenler arasında üç ülke dikkat çekiyor. Suudi Arabistan, İran ve Türkiye. Suudi Arabistan; Mısır başta olmak üzere statükoya ya da kurucu ideolojilere karşı Arap coğrafyasında velevki İslâm adına da olsa başkaldıranın başının koparılmasına azami destek veriyor. Mısır, Suriye bunun tipik örnekleri. İran ise pragmatik bir politika güderek, İslâm’ın yerine veya Humeyni’nin ifadesiyle: “tevhidde vahdet” yerine “mezhepte vahdeti” yeğliyor. Ortadoğu başta olmak üzere Sünni reflekslerle hareket eden hiçbir grup ve siyasi oluşuma destek vermediği gibi onlara karşı dışlayıcı tavrını sürdürüyor. Beşar Esed rejimine verdiği aktif destek ile Sisi darbesi sonrası darbecilere karşı ortaya koyduğu pasif tavır bu cümledendir. Kaldı ki Humeyni’nin devriminden hemen sonra Filistin ve Kudüs konusunda ortaya koyduğu İslami hassasiyetten bugün sözetmek mümkün değil.

Türkiye’ye gelince, Türkiye gerek Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte ve gerekse ikinci Dünya Savaşı sonrası takviye edilen, 1960, 1980 ve 28 Şubat 1997 darbe ve muhtıraları ile vazgeçilmezlik tahtına oturtulan kurucu ideoloji olan Kemalizm’i tasfiye ederek yerel, bölgesel ve küresel anlamda kendisine yeni bir vizyon tayin etmeye çalışan bir ülke. Batı’nın önem verdiği demokrasi ve onun alt başlıklarını ihya noktasında sürekli statükoda delikler açan, soğuk savaş teranesinin dayatması olan “her tarafımız düşmanla çevrili” söylemini boşa çıkartmaya gayret gösteren bir ülke imajına doğru yol alıyordu… İsrail’in bilinçli ve bir plan dahilinde Mescid-i Aksa ve Kudüs’ten uzaklaştırdığı, adeta Gazze’ye sürgüne gönderilen İslami duyarlılığı olan Hamas ile seküler eğilimli El-Fetih’in yakınlaşmasını, el sıkışmasını temin etti. IMF ile borçlarını kapattı, 2012 sonu itibariyle “AÇILIM” politikasını yürürlüğe koydu. Erbil’e yakınlık gösterdi. Merkezi yönetime (Bağdat’a) rağmen Mart 2011’de Başbakan Erdoğan Erbil’i ziyaret etti. Yani Erbil’in tüzel kişiliğini kabul ettiğini deklare etti. Bu yaklaşımın ardından Kuzey Irak petrollerinin Türkiye üzerinden pazarlanması ve karşılığının Halk Bankası’na aktarımı söz konusu oldu. One Minute’den Mavi Marmara olayına, Gezi Parkı olaylarından paralel yapı olgusuna kadar olup bitenler Ortadoğu bütünlüğü ve gelişmelerden hiçbir şekilde kopuk değil.

Son zamanlarda ortaya çıkan ve El-Kaide’nin devamı olarak ifadelendirilen IŞİD ve icraatları da küresel güç odaklarının ve İsrail’in ilgi ve teşvik alanının dışında değil. Ortadoğu’da Suudi Arabistan vekaleten olayları değerlendiriyor, destekliyor ya da köstekliyor. IŞİD’in Suudi Arabistan’a rağmen bölgede etkin olması mümkün gözükmüyor. Tıpkı “Müslüman Kardeşler”in Mısır’da iktidar olmasına vekaleten izin vermediği gibi, Irak’ta, Suriye’de de isterse Sünni olsun İsrail ve küresel güç odaklarının tercihi olmayan hiçbir siyasi gelişmeye fırsat vermemek için gayret gösteriyor. Özellikle Sıffin ve Kerbelâ’nın adeta tekrarı gibi Suriye ve Irak’ta ortaya konulan katliam ve buna rağmen ilân edilen İslâm Devleti ya da Hilâfet ilânı ancak bu iki kavramdan da insanların soğumalarını beraberinde getirir. Zaten IŞİD’in de yapmak istediği ya da ona verilen rol bu olsa gerek. Suudiler neredeyse Afgan Cihadından Bosna-Hersek’e, Çeçen Cihadından Suriye ve Irak’taki iç savaşlara kadar neredeyse hiçbir yerde yapıcı rol oynamadı ve kendi güdümünde olan örgütlere de bu konuda izin vermedi.

İran’la ilgili söylenecek çok söz var. Ama hiçbirinin faydası yok. Onlar yani İran, İslâm’a girdiğinden beri İslâm’a şerh düşmüştür. Hz. Hüseyin’i merkeze alan bir din anlayışı, Şia mezhebinin din olarak algılanması, Fars Milliyetçiliği ve Ortadoğu’ya bu iki zaviyeden bakış. Şüphesiz ne Suudilerin ne de İran’ın Ortadoğu’ya ve İslâm’a bakışları iç açıcı değil. Sıffin’deki Ben-i Umeyye mantığı ne kadar hastalıklı ise Kerbela faciası etrafından oluşturulan mantık da o kadar hastalıklı. Elbette Kerbela Faciası ümmetin bağrında bir yara. Ancak bunu sürekli gündemde tutmak ve bu facia merkeze alınarak dün ve bugün için birilerini töhmet altında bırakmak, bu anlayışı mezhep boyutuna taşımak kimseye bir şey kazandırmaz, bilakis ümmetin kaybına neden olur ve olmaktadır.

Türkiye’ye gelince… Belki tek parti dönemi ve ondan sonraki zaman dilimlerinde etnik bir milliyetçilik yapılmıştır. İdeal olmamakla beraber bu gün Türkiye’nin Ortadoğu’ya ve olaylara yaklaşımı etnik ve mezhebi kimlikten uzak gözükmekte. Hele hele Türkiye’nin son yıllardaki yaklaşımını Suudi Arabistan ve İran’la mukayese ettiğimizde bu daha da net anlaşılabilmektedir.

Sonuç olarak konu başlığındaki soruya cevap vermek gerekirse evet Ortadoğu için yeni bir harita çizilmiştir. IŞİD vb. örgütler alan çalışması yapmaktadırlar. Bu yeni harita dikkate alındığında öne çıkan hususlar; İsrail’in güvenliği. Enerji ve kapitalizme entegre olmuş, seküler eğilimli, özden uzak şekilsel bir İslâm anlayışının bölgeye hakim kılınması. Ve kurucu ideolojilerin, yönetimlerin tasfiyesi, yeni yeni ırk ve inanç merkezli devletlerin ve devletçiklerin oluşturulması..

Eğer bu projenin ıslahı ya da önlenmesi düşünülüyorsa, özünü kaybetmemiş Müslümanlara tek bir görev düşüyor: Emrolundukları gibi dosdoğru olmak ve çalışmak…

1 Temmuz 2014

 NOT: Bu Yazı Genç Birikim Dergisinin Temmuz 2014 Sayısında Yayınlanmıştır.

Exit mobile version