“ Şüphesiz ki insanlar için kurulan ilk beyt, Mekke’deki mübarek ve âlemlere hidayet kaynağı olan Kâbe’dir. Onda apaçık alametler ve İbrahim’in makamı vardır. Kim oraya girerse güvenlik içinde olur. Ona yol bulabilen herkesin Kâbe’yi hac etmesi insanlar üzerinde Allah’ın bir hakkıdır. Kim inkâr ederse, şüphesiz ki Allah âlemlerden müstağnidir.”
(Al-i İmran suresi 96-97)
Hz. İbrahim ateşe atıldıktan sonra kavminden ayrılmak üzere yola çıkmıştı. Akrabalarını, arkadaşlıklarını geride bırakıyor, hayatında alışmış olduğu tüm alışkanlıkları, doğup büyüdüğü topraklarda kendisini bağlayan her şeyi bırakarak hicret etmek üzere yola çıkmıştı. İşte İbrahim (as), böyle bir duygu seli içerisinde yola düşmüş, yanında eşi ve de yeğeni Lut (as)’tan başka kimse bulunmuyordu. Böyle bir yalnızlık içerisinde hicret ederken Rabbine yönelmiş ve şöyle dua etmişti:
“Rabbim bana salihlerden olacak bir evlat ver.” (Saffat 100)
Allahu teâla, teslimiyetle yönelmiş kulu ve resulünün duasını kabul buyurmuş ve ona salihlerden olacak olan İsmail’i evlat olarak bağışlamıştır.
Rabbi ileri yaşına rağmen, fizik kurallarını bozarak kulunun bu içten duasını kabul etmişti. Şimdi şöyle bir düşünelim, İbrahim (as), kavmini terk edip yapayalnızken rabbi tarafından duasına icabet edilerek kendisine bir evlat vermesinin ardından çok duygulanmış ve sevinç içerisine girmiştir. Gerçekten de insanı bundan daha mutlu eden başka bir olay olmasa gerektir.
Rabbi ihtiyarlığına rağmen ona bir oğul vermişti. Bu oğul, ayette geçtiği gibi salih ve uysal bir kişiliğe sahipti. İbrahim (as), bu halim selim evlada alışıp onunla tam bir huzur bulduğu sırada, rüyasında onu boğazladığını görür ve bunun rabbinden bir işaret olduğunu düşünerek, kendisine işaret edilen bu emri yerine getirmek ister. Ayeti kerimede:
“Çocuk kendisinin yanı sıra yürümeye başlayınca, ey oğulcuğum! Doğrusu ben uykudayken seni boğazladığımı görüyorum, bir düşün ne dersin?” (Saffat 102)
İbrahim (as), önce kavmini hidayete tebliğle uğraşma, bu uğurda sayısız çile ve işkencelerle, ateşe atılma, ardından doğup büyüdüğü yurdunu terk etme, daha sonra kendisiyle teselli bulduğu salih evladıyla imtihan ediliyordu. Gerçekten bu imtihan zulme uğramaktan, işkence görmekten, ateşe atılmaktan daha zor bir imtihandı. Yıllar sonra kendisiyle huzur bulduğu ciğer paresini kurban etmesi, onu kendi eliyle boğazlaması gerçekten de insanın tüylerini ürperten bir olay olsa gerek. Bu imtihan İbrahim (as)’e bir emir veya vahiy değildi aslında, ona rüyasında gösterilen bir işaretti fakat İbrahim (as), Allah’ın selamı üzerine olsun, o kadar itaatkâr, o kadar rabbine boyun eğmiş ona teslim olmuştu ki bu işaret onun için bir emir niteliğindeydi. Kendisine gelen bu işarete hiçbir şekilde tereddüt etmeden, sorgulamadan, hiçbir itirazda bulunmadan boyun eğip kabul ediyor ve uygulamak için hemen harekete geçiyor.
İbrahim (as), rabbinden gelen bu işarete itiraz edip sorgulamadığı gibi, en ufak bir can sıkıntısına düşmüyor, huzursuzluğa bürünmüyor, hoşnutsuzlukla karşılamıyor, tam tersine o, bu işareti gönül huzuru içerisinde tam bir teslimiyetle ve sükûnetle karşılıyor ve bu korkunç gözüken olayı, hiç tereddüt etmeden uygulamak için harekete geçiyor. Bu işareti uygulamak üzere harekete geçerken de yine tam bir teslim olmuş, ihlaslı bir babayla karşılaşıyoruz. Biricik oğlunu kurban etmek için herhangi bir oyuna başvurup, oğlunu pusuya düşürtüp kandırarak emri yerine getirme yolunu seçmiyor, aksine gördüğü rüyayı, ciğerparesi, biricik oğluna olduğu gibi anlatıyor ve onun fikrini soruyor. Günümüz şartlarıyla düşündüğümüz takdirde tüyler ürperten bu olayı İbrahim (as), oğlundan izin almak veya onun gönlünü almak maksadı ile değil, Rabbinin kendisine bahşettiği salih evladın Rabbine olan teslimiyetini görmek üzere anlatmaktadır. Zira salih olmak demek, kayıtsız şartsız kendilerini yaratan, yeryüzünün ve gökyüzünün hükümranlığını elinde bulunduran rabbe boyun eğme, ona itaat etme demekti.
İbrahim (as)’in bu işaret karşısındaki tutumunu düşündüğümüz zaman göreceğiz ki onun hal ve tavırlarında sadece Allaha itaatkârlık, Allahtan gelen her şeyi kabul, hoşnutluk, iç huzuru ve sükûnet vardır. İşte İbrahim (as)’i “Halilullah” yapan buydu.
İbrahim (as), gördüğü bu rüyayı biricik oğluna anlatıp, bu mesele hakkında fikrini sorduğunda ise almış olduğu cevap onu yeterince mutmain kılmış ve salih bir evlat olduğuna bizzat şahit olmuştur. Salih evlat İsmail’in cevabı şuydu:
“…Ey babacığım! Emrolunduğun şeyi yap inşallah beni sabredenlerden bulacaksın.” (Saffat 102)
Ey rabbim! Bu ne büyük bir iman, bu ne büyük bir teslimiyettir. Baba, oğluna sıradan bir olay anlatıyormuş gibi meseleyi anlatıyor, oğul da aynı şekilde hiç tereddüt etmeden, sıradan bir olaymış gibi karşılıyor. Baba kendisine ihtiyarlığına rağmen bahşedilen bu yavruyu, Allah’ın bir emaneti olarak görüyor ve emanet sahibi emanetini istediği zaman bunda sıkıntı duymadan emaneti iade etmekte tereddüt etmiyor. Oğulda aynı şekilde yaşamın ve ölümün Allah’ın takdiriyle olduğu idraki içerisinde kalbinde en ufak bir tereddüte mahal vermeden emre itaat ediyor.
Nihayet baba-oğul meseleyi görüşüp tam bir teslimiyetle kabullenmiş ve emri uygulamak üzere harekete geçmişlerdi. İbrahim (as), İsmail’i boğazlamak üzere yüzükoyun yere yatırmışken, Allahu teâla baba ve oğulun bu teslimiyeti karşısında onlara mükâfat olarak, İsmail’in yerine boğazlanmak üzere fidye olarak bir koç göndermiştir. Ayeti kerimede:
“Böylece ikisi de Allah’a teslimiyet gösterip babası, oğlunu alnı üzerine yere yatırınca ‘Ey İbrahim rüyana sadakat gösterdin. Şüphesiz biz iyilik yapanları böyle mükâfatlandırırız’ diye nida ettik. Doğrusu bu apaçık bir imtihandı. Ve ona büyük bir kurbanı fidye olarak verdik.” (Saffat 103-107)
Burada yeri gelmişken şunu söylemeden geçemeyeceğim. Maalesef toplumumuzda hatta camilerimizde imamlarımızın her kurban bayramında vurguladıkları yanlış bir algıyı hatırlatıp düzeltmek isterim. “İbrahim (as)’e kurban etmek üzere koç gönderilmeseydi, İsmail boğazlanmış olacaktı ve dolayısıyla tüm erkek çocuklarda İsmail gibi kurban edilecekti.” gibi bir yanlış algı, diğeri ise “İbrahim (as), İsmail’i yere yatırdı boğazına bıçağı 3 kere çaldı, bıçak kesmedi sonra Allah gökten bir koç indirdi.” gibi bir yaygın anlayış bulunmaktadır.
Unutmamalıyız ki müslümanlar olarak bizler uyanık olmak durumundayız. İsrailiyattan gelen uydurma hikâyelerle kafamızı bulandırmamalıyız. Bizlerin Allah resulünün dediği gibi iki tane sahih kaynağımız bulunmaktadır, bunlar Kur’an ve Resulün sünnetidir. Dolayısıyla hikâye ve safsatalara kulak asmamalıyız. Kaldı ki, peygamberler tarihi ile ilgili birçok kaynak maalesef hikâye ve israiliyat ile dolup taşmaktadır. Bunun içindir ki peygamberler tarihini okurken, kur’an ekseni haricindeki kaynaklara itibar etmemeliyiz.
Şuna tüm kalbimizle inanmalıyız ki, bu kurban olayında Allahu teâla İbrahim (as) ve oğlu İsmail’i imtihan etmekte idi. Allah’ın onlardan istemiş olduğu, ona boyun eğmek ve kendisine samimi bağlılıktı. Gönülde Allah’tan başkasına yer olmayacak şekilde sevme ve onun emirlerine hoşnutluk içerisinde bağlanma, onun emirlerinden başkasına değer verilmemesi idi. Böylece rabbi onları imtihan etmiş ve her ikisi de imtihanı hoşnutluk içinde, sükûnetle, gönül huzuruyla karşılamış ve imtihanı kazanmışlardı. Bunun mükâfatı olarak’ta kendilerine sunulan kurban olmuştu.
Bu şekilde imanın gerçek yüzü, itaatin güzelliği ve teslimiyetin son haddi olan bu büyük olay anısına olmak üzere, kurban kesme geleneği devam etmektedir. Biz müslümanlar olarak bu olayı iyice incelersek, İbrahim (as)’in gerçek kimliğini idrak etmiş oluruz ve mirasçısı olduğumuz islam dininde akidenin ne kadar önemli olduğunu idrak etmiş oluruz. İslam’da akide o kadar önemlidir ki, Allah’tan gelen herhangi bir emir en ufak bir sorgulama içine girmeden, hiçbir tereddüt göstermeden, nefislere herhangi bir pay çıkarmadan, Rabbin sunmuş olduğu metotla hareket ederek Allah’ın takdirine tam bir teslimiyetle teslim olmakla gerçekleşir.
İşte İbrahim (as) ve oğlu İsmail (as), tam bir teslimiyetle Allah’ın emrine teslim oldukları için Allahu teâla onların anısına, islam âleminde her yıl olmak üzere kurban kesimini vacip kılmıştır. Böylece ayette “…ona iyi bir nam bıraktık” dediği gibi kurban vasıtasıyla İbrahim (as)’in ve İsmail (as)’in hatıraları yenilenmekte ve her yıl olmak üzere zihinlerde tazelenmektedir.
Hz. İbrahim (as)’in yaşı iyice ilerlemiş, karısı Sare’nin1 yaşı doğum için müsait olmamasına rağmen Allahu teâla onlara bir çocuk müjdelemek üzere elçiler göndermiştir. İbrahim (as), evine gelen bu misafirleri ağırlamak üzere yemek hazırlamıştı. Misafirlerin verilen ikramı yemediklerini görünce korkmuş ve kendilerine bir kötülük yapmak üzere geldiklerini veya niyetlerinin iyi olmadıklarını düşünerek ürpermişti. Zira o zamanın Arap geleneğinde eve herhangi bir misafir geldiğinde eğer ağırlanmayı reddediyorsa, onun iyi niyetle oraya gelmediği, kötülük yapacağı anlamı taşıyordu. Bunun içindir ki, Allah tarafından gönderilen bu elçiler, İbrahim (as)’in korktuğunu görünce hemen onu teselli etmiş ve gelme niyetlerini şu şekilde açıklamışlardır:
“Andolsun, elçilerimiz İbrahim’e müjde ile geldikleri zaman: ‘Selam’ dediler. O da: ‘Selam’ dedi (ve) hemen gecikmeden kızartılmış bir buzağı getirdi. Ellerinin ona uzanmadığını görünce (İbrahim durumdan) hoşlanmadı ve içine bir tür korku düştü. Dediler ki: ‘Korkma, biz Lut kavmine gönderildik. Karısı da ayaktaydı, bunun üzerine güldü. Biz de ona İshak’ı, İshak’ın arkasından da Yakub’u müjdeledik.” (Hud suresi 69-71)
Elçiler, geliş sebeplerini açıkladıkları esnada Hz. İbrahim’in karısı Sare o esnada yanlarında bulunmaktaydı. Müjdeli bu haber karşısında hayrete düşmüş, şaşırmış, sevinmiş ve hayretini şu cümlelerle dile getirmişti:
“(Kadın) Vay bana! Dedi ‘Ben kocamış bir kadın iken ve şu kocam da bir ihtiyar iken doğuracak mıyım? Gerçekten bu, şaşırtıcı bir şeydir! Dediler ki: ‘Allah’ın emrine mi şaşırıyorsun? Allah’ın rahmeti ve bereketi sizin üzerinizdedir, ey ev halkı şüphesiz O, övülmeye layık olandır, Mecîd’tir.” (Hud suresi 72-73)
Hz. İbrahim çok içli, çok yumuşak huylu bir kişiliğe sahip olmasından dolayıdır ki içerisindeki korku dağılıp gidince, evine gelen bu elçilerle, Lut (as) kavmi hakkında tartışmaya koyuldu2. Bunun üzerine evine gelen elçiler aracılığıyla şu şekilde uyarılmıştı:
“Ey İbrahim, bundan vazgeç. Çünkü gerçek şu ki, Rabbinin emri gelmiştir ve gerçekten onlara geri çevrilmeyecek bir azab gelmiştir.” (Hud suresi 76)
Hz. İbrahim (as), Allaha, Lut (as) kavmine yaklaşan azabı geri çevirmesi için yalvarıyor, dua ediyordu. Fakat Allahu teâla onun talebini reddederek uyarmıştı zira Lut (as) kavmi, içlerinde hayırdan hiçbir eser kalmayacak kadar ahlaken çökmüş, günahkârlıkta o kadar haddi aşmışlardı ki hiçbir merhamet duygusuna layık olmayacak kadar tiksindirici bir hayat sürmekte idiler. Bundan dolayı da merhameti hak etmiyorlardı. Allahu teâla burada İbrahim (as)’i, aynen Nuh (as)’u uyardığı gibi hayatını küfürle ikamet etmiş kişiler hakkında merhamet istememesi için uyarmıştır.
Allahu teâla burada bu olayı zikretmekle aynı zamanda kureyş’e bir göndermede bulunmaktadır. Zira Mekke’de Kureyş halkı, kendilerini İbrahim’in soyundan geldiklerini, İbrahim’in yapmış olduğu Kâbe’nin koruyucusu olduklarını dolayısıyla Allah nasıl ki fil ashabını yenik ekin yaprağına döndürerek Kâbe’yi koruduysa, kendilerini de aynı şekilde dokunulmaz ve kutsal saymakta idiler. Bundan dolayı Allahu teâla İbrahim (as) nezdinde bu örneği vererek kureyş halkını uyarmıştır. Yani İbrahim (as)’e akraba olmanız, bundan dolayı övünmeniz size hiçbir kar sağlamaz, nasıl ki İbrahim (as), kendi yeğeni Lut (as) kavmi hakkında Allahtan mağfiret dilemiş fakat kabul görmemişse, sizin de aynı şekilde sadece kendi amelleriniz fayda sağlayabilir, diyerek uyarmıştır.
Bir müddet sonra İbrahim (as), oğlu İsmail (as)’e Allah’ın kendilerinden bir mabet yapmalarını emrettiğini söylemiş ve ikisi birlikte kendilerine gösterilen yerde bu emredilen mabedi (Kâbe) inşa etmişlerdir. Bu mabedi inşa ederlerken de şöyle bir dua da bulunmuşlardır:
“Ey Rabbimiz! Yaptığımız bu hayırlı işi bizden kabul buyur, şüphesiz sen işitensin bilensin. Ey Rabbimiz! Bizi sana teslim olanlardan kıl. Neslimizden de sana teslim olan bir ümmet yetiştir. Bize ibadet yerlerimizi göster. Tevbemizi kabul buyur. Tevbeleri kabul eden ancak sensin. Ey Rabbimiz! Onlara kendi içlerinden senin ayetlerini okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları arındıracak bir peygamber gönder. Şüphesiz ki Aziz ve Hâkim olan ancak sensin” (Bakara suresi 127-129)
Rabbimiz, İbrahim (as) ve İsmail (as)’in bu gönülden yapmış oldukları dualarını kabul buyurmuş ve yapılan bu mabedi her türlü kötülüklerden koruyarak çevresini mübarek kılmıştır. Yine gönderilen birçok peygamber o bölgeye gönderilerek, bu dua karşılığında onlara kitabı ve hikmeti öğretmek için çaba sarf etmişlerdir. Son Nebi ve Resul olarak gönderilen Hz. Muhammed (sav) de bildiğimiz üzere Mekke’ye ve tüm insanlığa gönderilmiştir. Allahu teâla İbrahim (as) ve İsmail (as)’in bu yaptıkları içten duayı kabulünü ayeti kerimesinde şöyle ifade etmiştir ve oranın sevgisi inanan tüm insanların kalbine yerleştirmiştir ve de orayı ziyareti, imkân bulan herkese, farz kılmıştır.
“Şüphesiz insanlar için kurulan ilk beyt, Mekke’deki mübarek ve âlemlere hidayet kaynağı olan Kâbe’dir. Onda apaçık alametler ve İbrahim’in makamı vardır. Kim oraya girerse güvenlik içinde olur. Ona yol bulabilen herkesin Kâbe’yi hac etmesi insanlar üzerinde Allah’ın bir hakkıdır…” (Bakara suresi 127-129)
…Selam, hidayete tabi olarak yeryüzünün imarı için çalışan, zulme boyun eğmeden, kula kulluk etmeden sabır ve azimle Allah yolunda yürüyen, bu uğurda canlarını feda etmekten çekinmeyen kulların üzerine olsun…
…Allah’ın kahhar sıfatıyla azabı ve helakı, yeryüzünde bozgunculuk yapan, ekini ve nesli yok etmek için uğraşan, kula kulluğu zorlayan, şeytanın izinde giden, insanlara zulmetmekten çekinmeyen insanlıktan nasip almamış, vicdansızların üzerine olsun…
Dipnotlar
- Elçilerin çocuk müjdesi verdikleri Hz. İbrahim’in karısı Saredir. Ayetlerde adı geçmemekle birlikte müfessirler üzerinde hem fikirdirler.
- Hud suresi 76. ayet