“ Rabbimiz, ben zürriyetimden bir kısmını senin mukaddes evinin yanında ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz, namazı dosdoğru kılsınlar diye. Artık sen insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve şükrederler umuduyla kendilerini bir takım meyvelerle rızıklandır.”
(İbrahim suresi 37)
Hz. İsmail (as)
Kur’an-ı Kerimde ismi zikredilen peygamberlerden olan İsmail (as)’in hayatı, babası Hz. İbrahim (as) ile iç içedir. Henüz babası vefat etmeden kendisine peygamberlik verilmiştir. Kendisine “Allah’ın kurbanı” anlamında “Zabihatullah” da denmiştir. İsmail (as), Hz. İbrahim’in Hacer validemizden olan oğludur. Kur’an’da İsmail (as)’in kavmiyle olan herhangi bir mücadelesinden bahsedilmeyerek, Allah’ın kendisinden razı olduğu bir kulu ve elçisi olduğu, ümmetine Namaz, Zekât gibi emirleri bildirmekle görevli olduğu zikredilmektedir.1
Hz. İbrahim (as)’in hanımı Sare ile evliliğinin üzerinden yıllar geçmesine rağmen bir çocuğu olmamıştı. İbrahim (as), Allaha devamlı “Rabbim bana salihlerden bir evlat ver.” diye duada bulunuyordu. İbrahim (as) ateşe atılma hadisesinden sonra kavminden uzaklaşıp Mısır’a, oradan da Filistin topraklarına Hicret etmişti. Mısırda bulunduğunda orada Hacer validemizle evlenmiş ve bu evlilikten sonra Rabbimiz İbrahim (as)’in duasını kabul buyurarak ona salih bir evlat olan İsmail’i bağışlamıştır.
“Biz de ona yumuşak huylu bir oğul müjdeledik.” (Saffat 101)
Hz. Peygamber (sav), Müslümanların bir gün eğer Mısır’ı fethederlerse, Hacer validemizin Mısırlı olması hasebiyle, onlara iyi davranmalarını ashabına tavsiye etmiş ve şöyle söylemiştir:
“Eğer Mısır’ı fethederseniz, halkına iyi muamele ediniz. Çünkü onların bizde hakları ve bizimle akrabalık bağları vardır.” Kendisine akrabalık bağı sorulunca “İsmail’in annesi onlardandır.” cevabını vermiştir.2
İbrahim (as), Nemrutla mücadelesinde, ateşe atılmak üzere canı ile imtihan edilmişti. Şimdide Allah’ın kendisine yıllar sonra bahşettiği ciğerparesi evladıyla imtihan ediliyordu. İlahi emir ile Hacer validemiz ve oğlu İsmail’i uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Hicaz’a götürerek bugünkü Kâbe’nin yakınlarında bir yere, ekin bitmez ıssız bir vadiye bırakarak tekrar Filistin’e dönmüştür. Bırakmış olduğu yerde henüz bir insan yaşamıyordu ve herhangi bir beslenme kaynağı ve insanın vazgeçilmez ihtiyacı olan su bulunmuyordu. İbrahim (as), onları o ıssız çöle bırakıp giderken Allah’a şöyle duada bulundu:
“Rabbimiz, gerçekten ben zürriyetimden bir kısmını senin mukaddes evinin yanında ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz, namazı dosdoğru kılsınlar diye. Artık sen insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve onları bir takım ürünlerden rızıklandır. Umulur ki şükrederler.” (İbrahim 37)
Hz. İbrahim (as), ailesini ekin bitmez bu vadide bırakıp giderken rivayetlere göre peşinden Hacer validemiz, kendilerini orada bırakmasının sebebini birkaç defa sorduktan sonra, Allah tarafından bir emir olduğunu anlayınca, “Allah bize yeter, o ne güzel bir vekildir.” diyerek Allah’a tam bir teslimiyetle teslim olmuştur.
Burada İbrahim (as) için, bu nasıl bir baba, bu nasıl bir vicdan diye yersiz bir düşünceye düşmemek gerekmektedir. Zira kur’an da bahsedildiği üzere İbrahim (as) çok içli bir peygamberdi. Kendisine onca zulmüne rağmen babası Azer hakkında bile Allah’tan mağfiret dilemiştir. Söz konusu Allah’ın emri olduğu zaman, ona ancak sabretmek ve itaat etmek düşüyordu. Ateşle imtihan edildiği gibi, uzunca bir müddet sonra rabbinin duasına icabet edip salih bir evlat vermesinin ardından da başka bir imtihan başlamıştı. Gerçekten düşünüldüğü zaman çok zor bir imtihandı, insanın canından çok sevdiği, üzerine titrediği bir varlıkla imtihan edilmek. Unutmamak gerekir ki, bizlere hayat veren, yaşama hakkı sunan ve zamanı geldiğinde tekrar canlarımızı alacak Rabbimiz bizleri çeşitli şekillerde imtihan edecektir. Bilinmelidir ki Dünya hayatı imtihandır ve ebedi bir hayata gidişin yoludur. Önemli olan bu yolda sapmadan doğru bir şekilde ilerlemek ve her şeyden daha çok Allah’ı sevmek ve bu uğurda her şeyi göze alabilmek gerekmektedir. Dünya imtihanı ancak bu şekilde kazanılabilir ve bizleri, bizlerden daha çok düşünen Rabbimiz neyin daha hayırlı olduğunu elbette en iyi bilendir vede gerçekten inananları bilmediğimiz birçok nimetlerle rızıklandırmaktadır. İşte İbrahim (as) ve oğlu İsmail (as)’in bizlere en büyük örnekliği, Allah için her şeyden vazgeçebilmektir.
İbrahim (as), ailesinin yanından ayrılıp gittikten bir müddet sonra, Hacer validemizin yanında bulunan yiyecek ve su tükenince telaşlanmaya başlamış, küçük yavrusu için su aramaya başlamıştı. Rivayetlere göre Safa ile Merve tepesinin arasında ümidini yitirmeden koşuşturmuştu ve Allah’ın takdiriyle İsmail (as)’in ayaklarının dibinden bugün adına zemzem dediğimiz su çıkmıştır ve onunla susuzluklarını gidermişlerdir. Daha sonra bu su sayesinde ıssız olan o vadi canlanmış ve oraya insanlar gelerek bugünkü Mekke şehrini meydana getirmişlerdir.
Hacer validemiz yavrusu İsmail’in yanında suyu görünce Rabbine şükrederek susuzluklarını gidermişti. Bir taraftan da su boşa akmasın diye etrafını çevirerek suyu muhafaza altına almaya çalışmıştı. Hz. Peygamber (sav), bunu şöyle dile getirmiştir:
“Allah İsmail’in annesi Hacer’e rahmet eylesin! Eğer o zemzemi kendi haline bıraksaydı da, suyu avuçlamasaydı, muhakkak ki zemzem akar bir kaynak olurdu.” (Buhari, Enbiya 9)
Rabbimiz böylece, Hacer validemizin teslimiyet, merhamet ve sevgisi hürmetine, kıyamete kadar onu tüm iman edenlere örnek sunmuş ve onun anısına bir hatıra olmak üzere, Safa ile Merve arasındaki bu koşturmasını Sa’y adıyla Haccın rükünlerinden kılarak sembolleştirmiştir. Dolayısıyla Safa ve Merve arasındaki yapılan sa’y, Allah’ın rahmetinin bir göstergesi olan anne sevgi ve şefkatinin Hz. Hacer validemizde kendini göstermesi olarak yâd edilmesi ve İslam’ın annelik sevgi ve şefkatine verdiği değeri simgeleyen temsilî bir hareket olmuştur. Ayeti kerimede:
“Şüphesiz Safa ve Merve, Allah’ın sembollerindendir.” (Bakara 158)
Hz. İbrahim (as), peygamberlik görevi olarak bulunduğu Filistin topraklarından sürekli olarak ailesini ziyaret için Mekke’ye gidip geliyordu. Bu ziyaretlerinin birisinde rüyasında oğlu İsmail (as)’i kurban etmek üzereyken görmüştü ve bu rüya birkaç kez tekrar edince, İbrahim (as) bunun Allah tarafından bir işaret ve imtihan olduğunu anlamış ve oğluna bu rüyasını açmıştır.
“Çocuk, babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince (İbrahim ona): Yavrucuğum! Rüyamda seni boğazladığımı görüyorum; bir düşün, ne dersin? dedi…” (Saffat 102)
Hayatı mücadele ve imtihanla geçen Hz. İbrahim (as), uzun yıllar evlat hasretiyle yanıp tutuşmuştu ve Rabbi duasına icabet etmiş ve salih bir evlat olarak İsmail’i bağışlamıştı. Bu salih evladı imtihan olmak üzere, annesiyle beraber ekin bitmez bir vadiye bırakmıştı. Şimdi de sıra imtihanın daha büyüğüne olarak biricik evladını kurban etmeye gelmişti.
Hz. İbrahim (as) görmüş olduğu bu rüyanın Allah’tan bir işaret olduğunu anlamıştı. Zira Peygamberlerin rüyaları bir tür vahiy çeşididir. Peygamberimiz bununla ilgili şöyle buyurmaktadır:
“Peygamberlerin gözleri uyur, fakat kalpleri uyumaz.” (Buhari)
Hz. İbrahim (as), görmüş olduğu bu rüyayı oğluna anlatmaktaki maksadı, hiç şüphesiz oğlundan izin almak veya onun gönlünü almak değil, daha önce Rabbimizin kendisine salih evlat olarak müjdelediği bu yavrunun, gerçekten salih olup olmadığını anlamak ve Allah’a olan itaatinin boyutunu ona göstermekti.
İbrahim (as), görmüş olduğu bu rüyasını oğluna aktardıktan sonra, oğlu İsmail (as) de bu anlatılanın sadece bir rüya olmadığını anlamış ve Allah’ın bir emri olduğunu idrak ederek, daha çocuk yaşta Allah’a olan teslimiyetini ve babasına olan itaatini gösteren şu cümleleri dile getirmiştir:
“…Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın.” (Saffat 102)
Rabbim bu ne büyük bir imtihan, bu ne büyük bir iman ve bu ne büyük bir teslimiyettir. Babası oğluna, uygulaması son derece güç ve sıkıntılı olan bu rüyayı, sıradan bir olay anlatırmış gibi anlatıyor, oğlu da aynı şekilde sıradan bir şeymiş gibi cevap veriyor.
Baba kendisine ihtiyarlığına rağmen bahşedilen bu yavruyu, Allah’ın bir emaneti olarak görüyor ve emanet sahibine emanetini istediği zaman hiçbir sıkıntı duymadan iade etmekte tereddüt etmiyor. Oğulda aynı şekilde yaşamın ve ölümün Allah’ın takdiriyle olduğu idraki içerisinde kalbinde en ufak bir tereddüte mahal vermeden emre itaat ediyor.
“İkisi de Allah’a teslimiyet gösterip babası, (kurban etmek üzere) oğlunu alnı üzerine yere yatırdı.” (Saffat 103)
İbrahim (as), oğlunu kurban etmek üzere yere yatırınca, olurda yüzünü görünce babalık duygularım ağır basar, Allah’ın emrini yerine getiremem ve isyan edenlerden olurum düşüncesiyle oğlunu yüzükoyun yere yatırmıştır. İbrahim (as)’in ve oğlu İsmail (as)’in bu samimi teslimiyetleri ve itaatleri Rabbimiz tarafından kabul görmüş ve onlara şöyle seslenilmiştir:
“Biz ona: ‘Ey İbrahim’ diye seslendik. Rüyanı gerçekleştirdin. Muhakkak biz ihsan edicileri böyle mükâfatlandırırız. Muhakkak bu apaçık bir imtihandı.” (Saffat 104-106)
Bu olay, Hz. İbrahim ile İsmail (as)’in gerçekten salih kullar olup olmadığını imtihan etmek içindi. Yoksa İsmail’i boğazlatmak değildi. Zaten Allahu teâla İbrahim (as)’e rüyasında onu boğazlamışken değil, boğazlamak üzereyken göstermiştir. Her iki salih insan bu zor ve çetin imtihanı başarıyla geçmişler ve Allah’tan kendilerine mükâfat olarak, onları kıyamete kadar hatırlarda tutacak kurban ibadetini mali olarak gücü yeten tüm müslümanlar üzerine farz kılmıştır.
Allah’ın onlardan istemiş olduğu, ona boyun eğmek ve kendisine samimi bağlılıktı. Gönülde Allah’tan başkasına yer olmayacak şekilde sevme ve onun emirlerine hoşnutluk içerisinde bağlanma, onun emirlerinden başkasına değer verilmemesi idi. Böylece rabbi onları imtihan etmiş ve her ikisi de imtihanı hoşnutluk içinde, sükûnetle, gönül huzuruyla karşılamış ve imtihanı kazanmışlardı. Bunun mükâfatı olarak’ta kendilerine sunulan kurban olmuştu.
Müslümanlar olarak bu olay üzerinde tefekkür edecek olursak, islam dininde akidenin ne kadar önemli olduğunu idrak etmiş oluruz. İslam’da akide o kadar önemlidir ki, Allah’tan gelen herhangi bir emir en ufak bir sorgulama içine girmeden, hiçbir tereddüt göstermeden, nefislere herhangi bir pay çıkarmadan, Rabbin sunmuş olduğu metotla hareket ederek Allah’ın takdirine tam bir teslimiyetle teslim olmakla gerçekleşir.
Hz. İbrahim (as)’a, yine aile efradını bugünkü Mekke şehrinde ziyaret için geldiği bir sırada, Allahu teâla tarafından bir mabet yapması emredilmiş ve yapacakları bu mabedin yeri de bildirilmişti. İbrahim (as) ve İsmail (as) mabet yapılması bildirilen yerde binanın temellerini atarak işe koyulduklarında Allahu teâla’ya şöyle bir duada bulunmuşlardır:
“Ey Rabbimiz! Yaptığımız bu hayırlı işi bizden kabul buyur, şüphesiz sen işitensin bilensin. Ey Rabbimiz! Bizi sana teslim olanlardan kıl. Neslimizden de sana teslim olan bir ümmet yetiştir. Bize ibadet yerlerimizi göster. Tevbemizi kabul buyur. Tevbeleri kabul eden ancak sensin. Ey Rabbimiz! Onlara kendi içlerinden senin ayetlerini okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları arındıracak bir peygamber gönder. Şüphesiz ki Aziz ve Hâkim olan ancak sensin” (Bakara suresi 127-129)
Rabbimiz, İbrahim (as) ve İsmail (as)’in bu gönülden yapmış oldukları dualarını kabul buyurmuş ve yapılan bu mabedi her türlü kötülüklerden koruyarak çevresini mübarek kılmıştır. Hatta sadece Kâbe ve çevresini değil, orada yaşayan insanları da her türlü kötülükten korumuştur, öyle ki Rabbimiz Fil suresinde bahsettiği gibi Kâbe’yi yıkmaya gelen Ebrehe’nin ordusunu yenik ekin yaprağına döndürmüştür. Bu fil olayından sonra, kimse emin bir halde ticaret yapamazken yine Kureyş suresinde bahsedildiği gibi, Kureyş’e mensup herhangi bir kişi tüm kötülüklerden emin bir şekilde kimseden korkmadan, çekinmeden ticaret yapabiliyordu.
Yine İbrahim (as) ve İsmail (as)’in yaptığı bu içli duanın bir karşılığı olarak, gönderilen birçok peygamber o bölgeye gönderilerek, onlara kitabı ve hikmeti öğretmek için çaba sarf etmişlerdir. Son Nebi ve Resul olarak gönderilen Hz. Muhammed (sav) de bildiğimiz üzere Mekke ye ve tüm insanlığa gönderilmiştir. Allahu teâla İbrahim (as) ve İsmail (as)’in bu yaptıkları içten duanın kabulünü ayeti kerimesinde şöyle ifade etmiştir ve oranın sevgisini inanan tüm insanların kalbine yerleştirmiştir vede orayı ziyareti, imkân bulan herkese, farz kılmıştır.
“Şüphesiz insanlar için kurulan ilk beyt, Mekke’deki mübarek ve âlemlere hidayet kaynağı olan Kâbe’dir. Onda apaçık alametler ve İbrahim’in makamı vardır. Kim oraya girerse güvenlik içinde olur. Ona yol bulabilen herkesin Kâbe’yi hac etmesi insanlar üzerinde Allah’ın bir hakkıdır…” (Bakara suresi 127-129)
Üzerinde önemle durulması gereken bir konuda, bilindiği üzere, ehli kitap olan İsrail oğulları yani Yahudiler nesepleri itibariyle İshak (as)’ın soyundandırlar. Dolayısıyla kendilerinin İbrahim (as)’in soyuna mensup olmaları sebebiyle gururlanıyorlar, kibirleniyor ve ne yaparsa yapsınlar Cennete gireceklerini iddia ediyorlardı. Yine aynı şekilde Mekke müşrikleri de nesep itibariyle İsmail (as)’in soyundan olduklarını ve dolayısıyla neseplerinin İbrahim (as)’e dayandığını ileri sürüyorlardı ve Kâbe dolayısıyla gururlanıyorlardı. Kâbe’nin bakımını ve korumasını yaptıkları içinde kendilerini üstün görmekteydiler. Rabbimizin de bildirdiği gibi bu iki topluluğun kendilerini bu şekilde üstün görmelerinin hiçbir anlamı bulunmamaktaydı ve kureyş suresinde de Mekke müşrikleri bundan dolayı kınanmaktadırlar. Allah’ın dini hiçbir millete, hiçbir kabileye, hiçbir ırka mal edilemez ve istismar vesilesi yapılamaz. Zira Rabbimiz üstünlüğün her hangi bir ırka veya makama değil yalnızca takvaya göre olduğunu vurgulamıştır. Yine Allah’ın dini miras yoluyla babadan oğula geçen bir saltanat değildir. Bu mirasa (önderliğe, imamlığa) ancak bu yola baş koymuşların hak ettikleri bildirilmiştir.
Son olarak da İsmail (as)’in hayatında bizlerin aile hayatına örnek olması gereken Allah’ın verdiği nimetlere şükretme, elinde bulunan nimet azda olsa kanaat etme ve aile içerisindeki sıkıntıların dışarıya aktarılmaması gerektiğini vurgulayan örnekliğini de aktararak bitirelim.
İbn. Abbas’tan rivayet edilen bir hadiste, İsmail (as), büyüyüp gençlik çağına geldiğinde Mekke’nin ilk sakinlerinden olan Cürhümîlerden bir kızla evlenmişti. Bir gün yine İbrahim (as), aile efradını ziyaret etmek üzere Mekke’ye gelmiş ve İsmail (as)’in evine uğradığında onu evde bulamamış ve İsmail (as)’in hanımıyla aralarında şu konuşma geçmiştir:
“İsmail nerede? diye sordu. Hz. İsmail’in hanımı; ‘Rızık temin etmek için ava gitti’ dedi.
‘Geçiminiz nasıldır ?’ diye sordu.
‘Darlık içindeyiz, durumumuz kötü’ diye cevapladı.
Hz. İbrahim; ‘Kocan geldiğinde selâm söyle, kapısının eşiğini değiştirsin’ dedi ve gitti. İsmail avdan dönünce hanımıyla aralarında şu konuşma geçti. İsmail (as):
‘Evimize gelen oldu mu?’
‘Evet, yaşlı bir adam geldi, seni sordu, cevap verdim. Geçimimizi sordu ‘darlık içindeyiz’ dedim.’
Hz. İsmail, ‘sana bir şey tembih etti mi ?’ dedi. Kadın, ‘Sana selâm söylememi istedi ve ‘kapının eşiğini değiştirsin’ diye tembih etti’ dedi. İsmail (as) durumu anladı ve:
‘O gelen ihtiyar babamdı. Senden ayrılmamı istiyor, artık evine dön dedi.’
Böylece İsmail ilk eşinden boşandı. Bir müddet sonra Cürhümîlerden başka bir kızla evlendi.
İbrahim (as) bir müddet sonra Mekke’ye yine geldi. İsmail (as) ava gitmişti. Hanımıyla aralarında yukarıdakine benzer şekilde bir konuşma geçti. Ancak kadın geçimlerinin ve kocasının iyi olduğunu söyledi. Daha sonra İbrahim (as): ‘Kocan geldiğinde ona selâm söyle, kapısının eşiğini güzel tutsun’ dedi.
İsmail avdan gelince hanımı olanları anlattı. İsmail: ‘O babamdı. Sen de evimin eşiğisin. Seni hoş tutmamı emrediyor’ dedi” (Buhârî, Enbiyâ, 9)
…Rabbim bizlere İsmail (as) gibi Allaha tam bir teslimiyetle teslim olmuş, itaatkâr bir kul olarak hayatını ikame eden kullardan olmayı nasip etmesi dileğiyle…
…Selam hidayete tabi olup, yeryüzünün imarı için çalışan, kula kulluk etmeden yaşayan, doğru sözlü, dürüst ve sabırlı kulların üzerine olsun…
Dipnotlar
- Meryem suresi 54-55
- İbn Hişam 1, 7
- Buhârî, Enbiya 9