Modern Dünyada Kulluk Bilinci
Arşiv Yazarlar

Modern Dünyada Kulluk Bilinci

İnsanı, Rabbimiz kul olarak, bu kulluğu yaşayacak bir fıtratta yaratmıştır. Her devir için fıtratı farklı insan tipi yaratmamıştır. İnsan; biyolojik, psikolojik ve sosyolojik olarak her zaman aynı özellikleri taşıyor, aynı duyguları yaşıyor. Dolayısıyla modern dediğimiz dünyada da Rabbimizin Kur’an-ı Kerim’inde bildirdiği esaslar ve Üsve-i Hasene olarak bize gönderdiği Rasulullah’ın örnekliği çerçevesinde kulluk bilincimizi oluşturacağız ve kulluğumuzu yaşayacağız.
Hepimiz, dünya hayatında birer kul olarak bulunuyoruz. Bizler, kuluz ve kulluk nasıl bir şeydir? Nasıl hissedilir, nasıl yaşanılır? Kişi, Allah’ın kendisine verdiği irade ile tercihleri doğrultusunda nasıl bir kulluk serüveni yaşar?
Arapçada kul, “abd” kelimesi ile ifade ediliyor. Abd kelimesi, boyun eğmek, itaat etmek, kulluk etmek, birine bağlı kalmak, birinin hizmetçisi olmak, tebası olmak anlamlarına gelir.
Kul kelimesinden türemiş olan kulluk ise Allah’a karşı vazifesini yerine getirme, Allah’a ibadet etme ve O’na tapınma anlamına gelir.
Arapçada abd, aynı zamanda köle demektir. Köle kimdir? Köle, mülkiyet hakkı olmayan, çalışması, yemesi, içmesi her şeyi sahibine ait olan kimsedir. Rabbimiz, bize bu kelime ile bir mesaj veriyor. Sen; kulsun, senin her şeyin bana aittir, senin bir şeyin yok, diyor.
Aslında hayat, kulluktur. İnsan yaratılırken kul olarak yaratılmıştır. Çünkü insanın asli vazifesi Allah’a kul olmaktır.
“Ben, cinleri ve insanları ancak (sadece) bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zariyat, 56). Bu ayette çok önemli bir istisna var. Buradaki istisnadan şöyle bir anlam çıkıyor: Kulum; yemesin, içmesin, yatmasın, uyumasın! Ya ne yapsın, sadece ibadet etsin. Ama bu mümkün mü? Bunu, hiç kimse yapamaz. Namaz kılarken, oruç tutarken ibadette olduğumuzu hissedip alışveriş yaparken ibadette olduğumuzu unutuyorsak, para kazanırken helal yoldan kazanmaya dikkat ediyor, harcarken haram yerlere harcamamaya dikkat etmiyorsak o zaman ibadetimizde, kulluğumuzda eksiklik var demektir. İbadetin amacı, insanın bütün hayatını kulluk bilinciyle yani ubudiyet kapsamında yaşamasına vesile olmasıdır.
İbadet, bütün hayata yayıldığı zaman işte bu ayet (Zariyat, 56) yaşanır. Bir insanın yemesi ibadet olduğunda, uyuması ibadet olduğunda, evlenmesi ibadet olduğunda, ticareti ibadet olduğunda, alışverişi ibadet olduğunda, hayata bu gözle baktığı zaman, bu ayeti yaşar. Bu gözle bakmadığı zaman kulluğu anlamamış, ibadeti anlamamış, ibadetini eksik yapmış demektir. Rabbim, ibadetlerimizi bütün hayatımıza taşımayı nasip eylesin İnşaallah.
Allah; insanı, kendisini ve çevresindeki varlıkları, bunların birbiri arasındaki uyumu düşünüp bunları yaratan bir kudretin varlığını akledecek donanımda yaratmıştır. İnsan, eşyadaki renklere, cisimlere, farklılıklara, duyarlılıkla başlayan ama daha sonra, artık iyice gelişen ve kendi iyiliğine, yararına olan şeyleri, kendi zararına, kötülüğüne olan şeyleri ayırt edecek rüştüne gelince, etraftan edindiği bilgiler ile hayatını “anlamlandırmaya” çalışır.
Bizim, aslında anlam arayışımızla kulluk bilincimiz, birbiriyle ilişkili hadiselerdir. Neticede kulluk bilincine varan kimse, hayatını anlamlandıran kimsedir!
Kulluk, insanın yaratılış maksadına göre amel etmesidir. İnsanın yaratılış maksadı, sadece Allah’a kulluk etmektir. Kulluk ise hem kalbiyle, hem diliyle ve hem de bedeniyle yapılırsa kemâliyle kulluk yapılmış olur.
Düşünün, çalıştığınız yerde size bir görev veriliyor ve siz, bir beldeye gönderiliyorsunuz. Bir hafta sonra geriye döndüğünüzde amiriniz yapılması gereken işin sonucunu sorduğunda, siz onun istediği görevi değil de sadece gezdiğinizi ve başka işlerle meşgul olduğunuzu söylerseniz durum ne olacaktır? Siz, o beldeye gidip size verilen görevi yapmak yerine gezmekle, görevi kötüye kullanmış ve emre itaatsizlik etmiş olursunuz. Bu itaatsizliğin de bir yaptırımı olacaktır. Teşbihte hata olmaz. İnsan, kul olarak dünyaya geldikten sonra asli vazifesi olan kulluk ve ibadeti unutur, onun yerine başka şeylerle meşgul olursa ve hayatını başkalarına adarsa, işte o zaman yaptığı iş, hem boşa çıkar hem de hayatının sonunda cezaya çarptırılır.
“İnanıp erdemli davrananları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. İnkârcılar ise hayvanlar gibi yiyip yaşamaktadırlar ve sonunda cezaya çarptırılır, ateşi boylarlar” (Muhammed, 12).
“Rasûlüm! De ki: Yaptıkları ameller yüzünden en çok zarara uğrayacakları haber verelim mi?” Onlar, güzel şeyler yaptıklarını zannetmelerine rağmen, dünya hayatında yaptıkları çalışmalar boşa giden kimselerdir. İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr etmişler de bu yüzden bütün amelleri boşa gitmiştir. Tartılacak şeyleri kalmadığından kıyâmet günü onlar için artık bir terâzi koymayacak, onlara hiçbir kıymet vermeyeceğiz. İşte inkâr etmeleri, âyetlerimi ve peygamberlerimi alaya almaları sebebiyle onların cezası cehennemdir!” (Kehf, 103-106).
Allah, biz insanlara, O’nun yarattığı âlemdeki, eşyadaki, varlıktaki, insandaki ve hayvandaki hücreden yani en küçük yapı taşından, en büyüğüne kadar “burada nasıl bir ilim saklı” bunu görebilecek bir şekilde bizi yaratmış. Allah’ın (azze ve celle) gücüne şehadet edelim, diye. İlmine, kudretine, kibriyasına tanık olalım. Hayretle, hayranlıkla ona tapınmaya, kulluk etmeye vesile arayalım diye (yaratmış). Bizi, kul olmaya sevk eden, tahrik eden, yola çıkaran şey, Cenab-ı Hak’ı tanıma sürecimizdir. Biz, hayata geldiğimiz günden beridir, Allah, bize Kendisi’ni, gücünü kudretini tanıtıyor. Yediğimiz her lokmada, soluduğumuz her havada, gördüğümüz her yaratılıştaki güzellikte. Canlı olsun, cansız olsun. Bunları öğrene öğrene, öğrendikçe hep ‘Yüce Kudret’in ilmine tanık oluyoruz.
Bizim, Allah’ın (azze ve celle) ilmine, bilgisine, kudretine tanıklığımız, bu şehadetimiz, bizde Cenab-ı Hakk’a sevgiyi oluşturuyor. Kul, Allah’ı (azze ve celle), tanıdıkça sevmeye başlar.
Biz, nasıl kendi aramızda, iyi bir kimseyi tanıdıkça, halini ahvalini, ahlakını, dürüstlüğünü, kişiliğini gördükçe, onu tanıdıkça nasıl muhabbetiniz çoğalırsa ki tanımadan sevmeye, muhabbete bir yol yok. Diyelim ki hiç tanımadığım, sadece ismini duyduğum bir kimse var. Desem ki: “Ben, onu çok seviyorum, onu çok çok seviyorum.” İlk soracağınız soru: “Nereden tanıyorsun?” olur. “Tanımıyorum, sadece ismini duydum. O yüzden çok seviyorum…” dersem bu mantıklı olur mu? Ama “Ben onu çok severim, benim kaç yıllık arkadaşım…” dersem, o zaman anlamlı olur. Çünkü sevmek ile tanımak arasında, zaruri bir ilişki var. Yaratıcıyı tanıyacaksın, tanıdıkça da seveceksin! Kullukta sevgiden sonra gelir.
“De ki: Siz gerçekten Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah, çok esirgeyici ve bağışlayıcıdır” (Al-i İmran, 31). Biz, Rasulullah’a Allah’ı sevdiğimiz için tabi oluyoruz. Çünkü Rasulullah, bizi, kullara kulluktan Allah’a kulluğa çağırıyor. “Rabbimiz! Biz, ‘Rabbinize iman edin’ diye imana çağıran bir davetçi işittik, hemen iman ettik. Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, bizleri sana ermiş kullarınla beraber yanına al” (Al-i İmran, 193).
Allah’ın sevdiği biri olmak için, Rabbimizin sevdiği amelleri işlemek, O’na ulaştıracak yolları aramak, zorla değil gönülden gelerek O’na yönelmek gereklidir. Allah’ı tanıdıkça, hayranlık duyup O’nunla irtibata geçmek için “ne yapabilirim?” dediğimizde, işte burada vahye ihtiyaç duyuyoruz.
Hz. Peygamber, nübüvvetle görevlendirilmeden önce Mekke’de, Allah’ın gücünü, kudretini âlemde okuyup, tek bir ilaha iman edip, putlara ibadeti reddeden insanlar vardı. Bunlardan birisi de Ebu Zer el-Gifari (ra) idi. O’na sordular ki: “Rasulullah ile tanışmadan önce ne yapıyordun?” Dedi ki: “Hepsini reddetmiştim. Putlar, şunlar, bunlar, bizim gibi varlıklardan ilah olmaz, demiştim. Bunların hepsinin yaratıcısına ibadet ediyordum.” “Peki, nasıl kulluk ediyordun?” diye sorulunca: “Nasıl kulluk edeceğimi bilmiyordum? Keşke bilseydim. Akşamları oturuyordum, Rabbimle biraz konuşuyordum. Ya Rabbi, Sen beni yaratmışsın. Ben, ancak Sana güvenir, ancak Sana iman ederim. Sen beni duyuyorsun. O zaman böyle konuşur, o ara uyurdum, böyle bir halim vardı.”
Bizi, Allah’a itaate götüren sevgiyi oluşturan tanımanın kaynağı nedir? Biz, Allah’ı nasıl tanıyoruz? Allah, kendisini bize hem kevni hem de kelami ayetleri ile tanıtıyor. “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeylerle denizde akıp giden gemide, Allah’ın yukarıdan bir su indirip de onunla yeri ölümünden sonra diriltmesinde, diriltip de üzerinde deprenen hayvanları yaymasında, rüzgârları değiştirmesinde, gök ile yer arasında emre hazır olan bulutta şüphesiz akıllı olan bir topluluk için elbette Allah’ın birliğine deliller vardır” (Bakara, 164). “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için gerçekten açık, ibretli deliller vardır” (Al-i İmran, 190). “Onlar; ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. Ve ‘Rabbimiz! Sen, bunu boş yere yaratmadın, Sen yücesin, bizi ateşin azabından koru’ derler” (Al-i İmran, 191).
Allah, Hz. İbrahim’i örnek vererek, O’na yerin ve göklerin melekûtunu göstererek gerçek ilah ile sahte ilahların nasıl ayırt edileceğini bize öğretmektedir: “Böylece biz, İbrahim’e, göklerin ve yerin melekûtunu (muhteşem varlıklarını) gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun. Üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü: “Rabb’im budur” dedi. Yıldız batınca da: “Ben batanları sevmem” dedi. Ay’ı doğarken gördü: “Rabb’im budur” dedi. O da batınca: “Yemin ederim ki, Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapıklığa düşen topluluktan olurdum” dedi. Güneş’i doğarken görünce: “Rabb’im budur, bu hepsinden büyük” dedi. O da batınca dedi ki: “Ey kavmim! Ben sizin (Allah’a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.” “Ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim ve artık ben asla Allah’a ortak koşanlardan değilim” (En’am, 75-79).
Kulluk, öylesine bir hayattır ki âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. O’ndan başka bir varlık ubudiyete layık değildir. Yüce Allah, bu gerçeği Kur’an-ı Kerim’de şöyle beyan eder: “De ki: ‘Namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm Âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. O’nun hiçbir ortağı yoktur. Müslümanların ilki olarak böyle emrolundum” (En’am, 162-163).
Allah’tan başka ilah edinmek, Allah’tan başkasının yoluna uymaktır, Allah’tan başkasının emirlerini ve hükümlerini yaşamaktır, Allah’a değil başkalarına ibadet etmektir. Ama sadece Allah’ı ilah kabul edenlerin tüm hayatı hatta ölümü bile Allah’ındır. Allah’a kulluk yapılmıyorsa mutlaka birilerine ibadet ediliyordur. Bu, ya Âlemlerin Rabbi Allah olacak ya da O’ndan başka bir sürü sahte ilahlar…
Peygamberler tarihine baktığımızda, tüm peygamberler, insanları Allah’a kulluğa çağırmışlardır. Mesela Nuh (as), kavmine şöyle demişti: “Ey kavmim, Allah’a ibadet edin, O’ndan başka ilahınız yoktur. Artık azabında korkmaz mısınız?” (Mü’minun, 23).
Şuayb (as): “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, ahiret gününe ümit bağlayın, yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın!” dedi (Ankebut, 36).
Allah’u Teâlâ, tüm insanlara seslenerek; “Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb’inize kulluk edin ki takva sahibi olasınız” (Bakara, 21) buyurdu. Gerçekten hayat, çok engebeli ve çok dikenli bir yoldur. Bu yolda o kadar çok tuzaklar var ki, bu tuzaklar, ancak takva ile aşılabilir.
“Onlardan gücünün yettiği kimseleri dâvetinle şaşırt; süvarilerinle, yayalarınla onları yaygaraya boğ; mallarına, evlâtlarına ortak ol, kendilerine vaadlerde bulun. Şeytan, insanlara, aldatmadan başka bir şey vâdetmez. Şurası muhakkak ki benim kullarım üzerinde senin hiçbir nüfuzun olmayacaktır. Güvenip dayanmak için rabbin yeter” (İsra, 64-65).
İnsan, ya Allah’ın muttaki ve abit kulu olup cennete girecek ya da şeytanın veya nefsinin aldatmacalarına kapılarak isyankâr bir kul olup cehenneme atılacaktır.
Bir ibadetin sağlıklı bir şekilde yapılabilmesi için bazı hususlara dikkat etmek gerekir. Bir ibadetin ibadet olabilmesi için şirkten uzak olmalıdır. Rabbimiz bu konuda bizleri uyarıyor: “Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın” (Nisa, 36).
İnsanların en çok yanıldıkları nokta, Allah’a ortak bularak O’na kulluk etmeleridir. Kimi zaman Allah’a kulluk, kimi zaman da Allah’tan başkalarına kulluk en yaygın hastalıktır. Bu hastalığın tedavisi ise Allah’ı iyi tanıma, O’nu hakkıyla tasdik ve O’na gereğince salih amelde bulunmaktır. Bunları yerine getirirken aklımızı, kalbimizi ve bedenimizi faaliyete geçireceğiz. Biz, bizden isteneni yapar, Allah’tan hakkıyla sakınır ve O’na tevekkül edersek, bize bir çıkış yolu gösterecektir: “Kim Allah’tan korkarsa Allah ona bir çıkış yolu yaratır” (Talak, 2).
Bugün, eğer ibadetlerimiz bize haz ve huzur vermiyorsa, eğer Müslümanlar kâfirleri sevdikleri kadar birbirini sevmiyorsa, bunun tek nedeni, Allah’a gereği gibi itaat ve kullukta bulunmayışımızdır. Bir Kudsî Hadis’in ifade ettiği şekilde; biz O’na bir karış yaklaşırsak O bize bir adım yaklaşacaktır. Biz, O’na yürüyerek gidersek O, bize koşarak gelecektir. Biz, bir hak edersek O, bize on verecek, biz on kazanırsak O, bize yüz verecektir. Ama gelin görün ki biz, O’nu gereği gibi tanımadığımız için O’na nasıl kulluk edeceğimizi de netleştiremedik.
Bizler, gelip geçici dünya hayatı için harcadığımız mesainin kaçta kaçını ebedi olan ahiret hayatı için ayırıyoruz? Rasulullah’ın (s.a.v.) münafıkları tarif ederken ki saydığı sıfatlar üzerimize yapışmışken nasıl hala Müslüman olduğumuzu iddia ediyoruz?
Başka bir hadisinde Rasulullah, “Zandan sakınınız ve birbirinizin eksiğini görmeye çalışmayınız. Birbirinizin sırlarını araştırmayınız, birbirinizle menfaat yarışına girmeyiniz, birbirinize hased etmeyiniz, birbirinize buğz etmeyiniz, birbirinize sırt çevirmeyiniz. Ey Allah’ın kulları, kardeşler olunuz” (Buhari, Bir 28) diye buyururken bizler, bu esaslara ne kadar riayet ediyoruz. Demek ki problem, bizdedir. Bizler, her şeyden önce Allah’ı tüm fiil ve sıfatlarıyla tanıyıp tasdik edeceğiz, sonra O’na nasıl kulluk edilecekse yerine getireceğiz. Aksi halde O’na inanıp, başkalarının emir ve yasaklarına tabi olursak, tüm amellerimiz boşa gider. Biz, kendimizi cennette hayal ederken cehennem çukurlarından buluruz maazallah.
Allah, kabul ettiği kulluğu, ilk önce peygamberlerinden istemiştir. Onun için Allah Rasulü, bizim için usve-i hasenedir. Bizim kulluk yolundaki rehberlerimiz, Allah’ın vahyi ve Rasulullah’ın örnekliğidir.
İnsanların dünyada takip edeceği iki yol vardır ki biri İslam, ötekisi ise İslam’ın dışındaki diğer dinlerdir. Biri cennete götürür, diğerleri ise cehenneme götürür. Cennet ve cehennem yurtları, tamamen farklı iki ayrı yurttur. Bu yurtlara giderken yollar, asla birbiriyle kesişmez. Dolayısıyla bu yolların, yolun ortasında buluşma imkânı yoktur. Çünkü tevhid, ayrı bir yoldur; şirk, ayrı bir yoldur. Tevhid yolu, insanları Allah’a, huzur ve saadete götürürken; şirk yolu da insanları şeytan ve zillete götürecektir. Onun içindir ki Allah, peygamberine hitaben: “De ki: Ey kâfirler! Ben, sizin tapmakta olduğunuz şeylere tapmam. Siz de benim taptığıma tapıyor değilsiniz. Ben, sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır” (Kafirun, 1-6).
Dün, Mekke müşrikleri ve onlar gibi düşünen insanlar, Allah ile beraber başka varlıklara ibadet ederlerken; bugün de nice memleketlerdeki halk, Müslüman adını taşır ve bazı dini vazifeleri yerine getirir olduğu halde Rableri, Allah değildir. Kimin hükmünü ve saltanatını kabul edip yaşıyorlarsa, kimin emir ve yasaklarına uyuyor, kime boyun eğerek kanunlarını tatbik ediyorlarsa Rableri onlardır:
“… Onlar, Allah’ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryemoğlu Mesih’i Rabler edindiler.” (Tevbe, 31) Nebi (s.a.v.), bu ayet-i kerimeyi okudu. Bunun üzerine Adiyy b. Hatem, Rasulullah’a (s.a.v.) dedi ki: “Muhakkak onlar, onlara ibadet etmiyorlar ki!”
Rasulullah (s.a.v.): “Onlar, Allah’ın helal kıldığı bir şeyi haram, haram kıldığı bir şeyi helal kıldıkları zaman onlara itaat etmiyorlar mı?” dedi. Adiyy b. Hatim: “Evet” deyince, Rasulullah (s.a.v.): “İşte böylece onlara ibadet ediyorlar” buyurdu. (Tirmizi, Tefsir: 10).
Aslında ibadet, kişinin tüm hareket ve davranışlarında ibresini Allah’a çevirmesidir. Pusulada olduğu gibi her hâlükârda Allah’ı gösteriyorsa, işte o zaman Allah’a kulluğunuz devam ediyor, demektir. İbrenin sağlam çalışıp çalışmadığı sürekli kontrol etmek gerekir. Çünkü ibreyi bozan birçok şer güç ortalıkta dolaşmaktadır.
Ebu Hureyre’den (r.a) rivayete göre Allah Rasulu (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Dinarın kulu helak olsun, dirhemin kulu helak olsun, kadifenin kulu helak olsun, böyle bir kişiye verilirse memnun olur, verilmez ise öfkelenir. Ona diken batsın da çıkaran bulunmasın!” (Buhari, 2887).
Kulluk hususunda insanların yanıldıkları noktalardan biri de atalarını öyle görmüş olmalarıdır. “Biz, atalarımızı bunlara tapar bulduk.” sözü, düşünmeyi ve akletmeyi ortadan kaldırmıştır. Körü körüne bir taklit her zaman zararlı olmuştur. Bunun yerine naslarla hareket ederek aklı kullanmak ve doğruya doğru, eğriye de eğri demek gerekir.
“Onlara, Allah’ın indirdiğine uyun, denildiği zaman: ‘(Hayır,) bilakis biz, babalarımızı üzerine bulduğumuz (ve alıştığımız âdetlerimize) uyarız’ derler. Babaları hiçbir şey akletmemiş ve doğru yolu bulamamış olsalar bile mi (onların yoluna uyacaklar)?” (Bakara, 170). “Biz, atalarımızı bunlara tapıyor bulduk, dediler. Dedi ki: And olsun, siz ve atalarınız apaçık bir sapıklık içindesiniz” (Enbiya, 53-54).
Görüldüğü üzere, babalarının öylesine varlıklara tapması, hiçbir değer ifade etmez. Çünkü değerler ve kutsiyet, atalarının geleneğinden ve taklidinden doğmaz. Bilakis Allah’ın bildirdiği ve Rasulü’nün uyguladığı değerler, ancak kutsiyet ifade eder. Onun için atalara değil, Allah’a ve Rasulüne itaat etmek zorunluluğu vardır.
“Rabbine and olsun ki yaptıklarından dolayı muhakkak surette onların hepsini sorguya çekeceğiz! Sen, sana buyurulanı açıkça duyur, müşriklere aldırış etme! Allah’ın yanında başka bir tanrı daha edinen o alaycılara karşı biz senin yanındayız. Onlar, ileride anlayacaklar! Söyledikleri yüzünden canının sıkıldığını muhakkak ki biliyoruz. Ama sen, rabbini hamd ile tesbih et, secde edenlerden ol! Kesin olan şey gelinceye kadar rabbine kulluk et.” (Hicr, 93-99)
İnsanlar, sadece Allah’a kulluk için yaratılmışlardır. Bu, öylesine bir kulluk ki zamana ve zemine bakmaksızın, ölüm gelinceye kadar devam eden kulluk ve insanlar her zaman sınavda olduğunu da asla unutmamalıdır.
Düşünün, herhangi bir dersten sınava gireceksiniz ve o sınav sizin için oldukça önemli. Bu nedenle sınavı kazanmak için ne kadar çok çalışıyor ve ne tür sıkıntılara katlanıyorsunuz. Sonuçta ya bir işe gireceksiniz ya da bir yeri kazanacaksınız. Ama bir gün insan, öyle bir sınavdan geçecek ki ya ebedi ateşe ya da cennete girecektir. Bunu ise ihmal ediyor, adeta bir ihtimal olarak bile dikkate almıyor ve sorumsuzca hareket ediyor, o güne hazırlık yapmıyoruz. Oysa o gün haktır ve gerçektir.
İnsan, elli altmış yıllık dünya hayatı için aylarca hazırlık yaptığına göre, ebedi olan ahiret hayatı için belki de bir ömür ibadet etmek, hazırlık yapmak azdır. Onun için önümüzdeki imtihanın oldukça ağır ve zor olduğunun bilincinde olmalıyız. Özellikle Yüce Allah’ın kendilerine fazla ömür, fazla mal mülk, nimet verdiği insanların imtihanı daha zor olacaktır. Bu imtihanda sorulacak soruların hangi konulardan olacağı da Rabbimiz tarafından gönderdiği Kitap ve Peygamberi aracılığıyla bizlere bildirilmiştir. Bizlerin yapacağı şey, bu kılavuz dâhilinde sınava hazırlanmaktır. Ayrıca sınav günü belli olmadığı için bu hazırlığı hiç aksatmadan sürekli yapmak zorunluluğu vardır. Bu sınavın bir başka özelliği de sınavda kopya çekme ve torpil gibi bir durum da söz konusu değildir.
Remzi KORKMAZ

KAYNAKLAR:

1. Beşir İSLAMOĞLU, Kulluk Bilinci
2. İdris POLAT, 4. Kulluk Bilinci-1, https://www.youtube.com/watch?v=p8Qt8hMsh8Y
3. Prof. Dr. Halis AYDEMİR, Kulluk Bilinci, Kuzey Almanya İslam Toplumu, https://www.youtube.com/watch?v=DWzjpjG913U

GRUBA KATIL