Bir ülke için istihbarat, o ülkeyi besleyen, ayakta tutan ve egemenliğinin devamını sağlayan en önemli damarlardan birisidir. Çünkü bir ülkenin bağımsızlığı, güçlü oluşu, toplumsal anlamda istikrarlılığı, barış ve huzur içerisinde yaşıyor oluşu biraz da istihbaratının güçlülüğüne ve bağımsızlığına bağlıdır. Dolayısıyla bir ülkenin iç istikrarı, iç kargaşalıkların, anarşik olayların ve toplumsal kalkışmaların zamanında önlenmesi de, ancak güçlü bir istihbaratla mümkün olabilir. Türkiye gibi ülkelerde iç kargaşalıkların sürekli hale gelmesi, darbelerin 10 senede bir yapılacak tarzda adeta bir takvime bağlanması, istihbaratın gereği gibi çalış(a)mamasından kaynaklanmaktadır. Ne yazık ki Türkiye’de, siyasi, askeri ve iktisadi alanda olduğu gibi istihbarat alanında da Siyonist ve emperyal güçlerin etkisi, uzun yıllar –ve halen- bir ülkenin bağımsızlığı ile bağdaşmayacak boyutlarda devam etmiştir. Batının bu etkisi yeni olmayıp, Tanzimat’la başlamış ve halen de devam etmektedir. Çünkü istihbari yapılanma, Osmanlı’nın son dönemlerinde İngilizler, Almanlar ve Fransızlar tarafından kurulduğu için, dönem dönem bu emperyal ülkelerin etkisinde kalmış ve her alanda bu ülkelerin menfaatleri öncelenmiştir. Bu durum, Cumhuriyetli yıllarda daha da belirgin hale gelmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise bu emperyal ülkelerin yerini, bir başka emperyal ülke olan ABD almıştır.
Osmanlı’da istihbarat konusunda ciddi anlamda ilk gizli örgüt 17 Kasım 1913’te Enver Paşa tarafından Teşkilat-ı Mahsusa adıyla kurulmuştur. Aslında MİT’in tarihi de, Murat Bardakçı’nın deyimiyle MİT’in atası[1] olarak bilinen Teşkilat-ı Mahsusa’ya dayanır. Teşkilat-ı Mahsusa’dan sonra istihbari amaçlı irili ufaklı birçok örgüt[2] kurulmuştur. Bu örgütlerin o dönemlerde yaptıkları en önemli iş, Anadolu’nun işgaline karşı çeteleri ve halkı silahlandırmak, milli kuvvetlere silah ve malzeme temin etmek olmuştur.
Türkiye istihbarat konusunda ilk ciddi adımı ise, 6 Ocak 1926 tarihli bir yazı ile kuruluşu valiliklere bildirilen ve “Genel merkezi Ankara’da, şubeleri şimdilik İstanbul, İzmir, Adana, Diyarbakır ve Kars’ta olmak üzere Milli Emniyet Hizmeti (MEH) örgütünün faaliyete geçmesiyle atmıştır. Daha sonraları bu örgüt, çeşitli nedenlerden dolayı isim değişikliğine giderek ‘MAH’/’Milli Amele Hizmet’i adını almış ve 1950’li yıllara kadar da bu adla faaliyetine devam etmiştir. Türkiye, ABD ile ilişkiye geçtiği 1947 yılında Truman ve Marshall doktrini ile sadece ekonomik ve siyasi alanda değil, istihbarat alanında ABD’nin etki alanına girilmiştir. Kore’ye asker gönderme, NATO’ya girme, Türkiye’de çıkarılan her iç kargaşalıkta ve yapılan her darbede etkin rolü olan Seferberlik Tetkik Kurulu’nun (1965’de Özel Harp Dairesi, 1990’lardan sonra ise Özel Kuvvetler Komutanlığı yaygın olarak bilinen ismi ile ise Kontrgerillanın) kuruluşu bu dönemde gerçekleşmiştir. 1950’li yıllar itibariyle Türkiye’nin adeta ABD’nin 51 eyaleti olması da yine bu yıllara rastlamaktadır. İkili anlaşmalarla ABD’nin askeri üsleri Türkiye’nin her tarafında kurulmuş, 27 Mayıs darbecilerinden Suphi Gürsoytrak’ın ifadesiyle ABD nefes alışımızı bile kontrol edecek kadar Türkiye’ye nüfuz eder hale gelmiştir.
MAH’TAN MİT’E GEÇİŞTE ABD/CIA
İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarında itibaren ‘milli’ istihbarattaki Alman egemenliği yerini –yukarıda da belirttiğimiz gibi- Amerikan egemenliğine bırakmıştır. Türkiye’nin Amerikan’ın arka bahçesine düştüğü 1940’lı yılların ikinci yarısından itibaren MAH da, CIA’nın bir şubesi haline dönüş(türül)müştür. CIA, bu yıllar itibariyle MAH’ı yeni baştan organize etmek için ABD’de özel eğitime tabi tutulmuş 6 kişilik kadrodan Behçet Türkmen’i 1953’de MAH’ın başına getirerek başlamıştır. CIA, MAH’da o kadar etkin hale gelmiştir ki, MAH’ın elemanlarına emir verir, onları kendi menfaatlerine uygun yerlerde görevlendirmeye başlamıştır. CIA’nın bu etkinliğini dönemin Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur yaptığı soruşturma neticesinde; MAH’ın dinleme istasyonlarını Amerikalıların kurduğunu, MAH personelinin maaşlarını Batılı devletlerin verdiğini görmüş ve “Amerikalılar, MAH’a hâkimdi. Para veriyor, örgüte nüfuz’ ediyorlardı. Milli Emniyetin bütün dosyaları CIA’nın kontrolündeydi. İstanbul’da Milli Emniyete ait bir okul, servisin İstanbul örgütü ve Yeşilköy’deki Soruşturma Teşkilatı tümüyle Amerikalıların emrindeydi. Okullara, Soruşturma Teşkilatı’na Amerikalılar doğrudan’ para veriyorlardı. İstanbul bölge örgüt başkanlığına doğrudan’ para ödüyorlardı. Karşılığında iş istiyorlardı.”[3]
CIA ajanı Philip Agea ise, “CIA Günlerim” adlı kitabında CIA’nın MİT aracılığıyla Türkiye’de nasıl bir faaliyet yürüttüğünü gayet açık anlatıyor: “… CIA uzun yıllardan beri Türk Milli İstihbarat Teşkilatı ile çok yoğun bir işbirliği içindedir. Bu örgütün eğitimi ve donatılmasını CIA sağlar. CIA’nın Türkiye’deki görevi, ‘Doğu Bloku ülkelerinin misyon ve operasyonlarını’ kontrol etmek… ‘Amerika’nın kapitalist hegemonyasının’ devamını sağlamaktır…” [4]
MAH elemanlarına Fransa, İngiltere, İtalya ve ABD maaş ödemekteydi. Ancak “Fransız, İngiliz ve İtalyan gizli servisleri ‘Parayı, Milli Emniyet’in Ankara’daki merkezine’ veriyorlardı. CIA ise, ne merkez tanıyordu, ne de yöntem değiştirmeye yanaşıyorlardı. Egemenliğine aldığı gizli servis ünitelerine her ay CIA’nın adamları gidiyor, birimin başındaki kişiye zarf içinde ‘para’ bırakıyordu. Yapılan tesbitlere göre, Milli Emniyet birimlerine; CIA ayda 100.000, İngilizler 30.000, Fransızlar 7 000- 8 000, İtalyanlar da 4 000 lira ödüyorlardı. CIA’nın uygulamalarıyla olay, ‘hizmet mukabili bir miktar yardım’ olmaktan çıkmış, Türk gizli servisini aylık ücretlerle çalıştırmaya yöneltmişti.”[5]
MAH, 6 Temmuz 1965 tarih ve 644 sayılı ‘Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu’ ile MİT olarak isim değiştirmiştir. Ancak bir isim değişikliğine rağmen MİT, CIA ilişkisi yukarıda belirtildiği şekilde –maaşların elden verilmesi hariç- devam etmiştir. Nitekim MİT İstihbarat Başkan Yardımcısı iken CIA hesabına casusluk yapmaktan yakalanan ve mahkûm olan Kurmay Albay Sabahattin Savaşman: “Teşkilat, 1950’lerden itibaren Amerikan servisiyle beraber çalışmaktadır. Yani isim değiştirmeden önce mevcut olan durum, isim değiştikten sonra da aynen süregelmiştir. Teşkilatın kullandığı bütün teknik malzemeler CIA tarafından temin edilmiştir. Birçok personel Amerikalılar tarafından yurtdışında kurslarda eğitilmiş, teşkilat okulu büyük çabalarla CIA tarafından kurulmuş ve onların tahsis ettiği eğitmenler sayesinde tedrisat yapılmıştır… Her türlü bilgi alış-verişi yapılmış, bunların karşılığı olarak senede milyonlarca dolar akmıştır… Bunu ben, Teşkilatın üçüncü adamı olarak yazıyorum ve her an ispat etmeye hazırım”[6] şeklinde konuşmuştur.
Geçen bunca zamana rağmen MİT, CIA ilişkisi bugün de aynen devam etmektedir. Bu nedenledir ki, CIA elemanları, Türkiye’de adeta cirit atmaktadır. Son yıllarda buna bir de FBI eklenmiştir. FBI’nın, Türkiye’de büro açmasının nedeni olarak, Türkiye’de uyuşturucu kaçakçılığı ve uluslararası terörle mücadeleyi daha etkin yürütebilmek şeklinde açıklanmıştır. Hakan Fidan’ın MİT’i sivilleştirme iddialarının yoğun olarak gündeme geldiği şu günlerde de, ABD istihbarat örgütlerinin faaliyetlerinden gözle görülür bir değişikliğin olduğu sanılmamalıdır. Yani MİT’in CIA ile ilişkilerinin bırakın bütünüyle bitmesini iki ülkenin menfaatleri çerçevesinde devam etmesi bile söz konusu olmaz. ABD ve eli kanlı terör örgütü CIA’nın buna izin vermesi mümkün değildir.
13 Aralık 1949’da kurulan MOSSAD’ın MİT’le ilişkileri, Türkiye’nin Siyonist İsrail’i tanıdığı 1950’li yılların başlarından itibaren başlamıştır. Türkiye’nin Siyonist İsrail’e ilk resmi ve bazı antlaşmaların da imzalandığı görüşmesi ise 1957’de gerçekleş(tiril)miştir. Bu görüşmeyi MAH (Milli Emniyet Hizmetleri) eski başkanlarından Behçet Türkmen’in oğlu olan İlter Türkmen, NTV kanalında Gazeteci-Yazar Yalçın Doğan’ın 12 Şubat 1998’de yayınlanan programında anlatmıştır. Konuya, bu yayından iki gün sonra Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök şu şekilde değinmiştir: “Olay 1958 yılında geçiyor. Dönemin başbakanı rahmetli Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı rahmetli Fatin Rüştü Zorlu ve Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı da yine rahmetli Melih Esenbel. Bu üçlü, 1958 yılında bir gece Başbakanlık Konutu’nda çok gizli bir görüşme yapıyor. Görüştükleri kişiler, İsrail’in tanınmış iki siması. Birisi dönemin Başbakanı Ben Gurion, öteki ise Golda Meir. İsrail’in iki tarihî kahramanı bir gece gizlice Ankara’ya geliyor ve Başbakanlık Konutu’nda gizli bir toplantı yapıyor… Türkmen’in anlattığına göre, Türk ve İsrail istihbarat örgütleri arasındaki işbirliğinin ilk temeli o toplantıda atılmış… Demek ki İsrail ile reel politika ilişkilerinin temeli oldukça eskiye gidiyormuş…”[7] Ertuğrul Özkök’ün tarihi kahraman olarak bahsettiği isimler, kahramanlıkla ilgileri olmayıp her biri birer eli kanlı teröristtir. Teröristler bile devlet kurunca ya da güçlü olunca Özkök gibiler tarafından kahraman (!) olarak ilan edilebilmektedir.
1958 yılında imzalanan üç taraflı (Türkiye-İsrail- ABD) çok gizli bir anlaşmayla Türkiye”de bir Mossad Üssü kurulmuştur. Bu üste, İsrail istihbarat birimleri Türkiye gizli servislerine teknik eğitim vermişlerdir. Siyonist İsrail ve eli kanlı terör örgütü MOSSAD ile ilişkiler ilerleyen yıllarda artarak devam etmiştir. Nitekim en kapsamlı görüşmelerden birisi dönemin Başbakanı İsmet İnönü tarafından yapılmıştır. 1964 yılında gizli yapılan bu görüşme, Başbakan İsmet İnönü ile İsrail Başbakanı Levi Eşkol ve MOSSAD Başkanı Meir Amit arasında Paris’te yapılmıştı. Kıbrıs’ta katliamlar sürecinde gerçekleştirilen bu görüşmede çok önemli konuların yanı sıra MOSSAD üssü ve MOSSAD’ın faaliyet bağlantılarının görüşüldüğüne şüphe yoktur. İsmet İnönü, MOSSAD’la görüştükten sonra Türkiye’de İsrail üssü kuruluyor ve bu üs hiçbir kitap ve gazeteye konu olmuyor.[8]
Bir başka görüşmeyi ise yine bir CHP’li olan dönemin Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin yapmıştır. 14 Kasım 1993 tarihinde Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin İsrail’i ilk ziyaret eden Dışişleri Bakanı olmuştur. Bu sıfatla Şimon Perez’le bir dizi anlaşma imzalamıştır. Bu anlaşmalar içinde, MOSSAD ile MİT arasında 12 maddelik çok gizli bir anlaşmada yer alıyordu. Anlaşma ile Türkiye ve İsrail; istihbarat alanında ilk defa tam bir işbirliğine gidiyordu. Anlaşma: MOSSAD’ın Suriye ve İran’a sızmasını ve oralarda operasyonlar yapmasını son derece kolaylaştırıyordu. İsrail’in Türkiye’de organize ettiği bir özel güvenlik şirketi aracılığıyla ajan eğitimi vermesine, İsrail İstihbaratı’na Türkiye’deki MOSSAD Üssü’nü genişletme imkânı tanımasına, Türkiye’de “TEVEL” ve “TZOMET” adlı MOSSAD şubelerinin resmen açılmasına, İsrail savaş uçaklarına Konya’da uçuş üssü verilmesine ve savaş pilotlarının eğitimine izin verilmiştir. Tabiatıyla Türkiye’deki MOSSAD Üssü ile ilgili diğer düzenlemeler de anlaşmada yer alıyordu.[9]
Temmuz 2003’de başlarına çuval geçirilen askerlerden sorumlu olan Korgeneral Köksal Karabey’in, Dick Cheney’in şirketinin, Koç grubunun ve Yahudi işadamlarının desteklediği Silopi’de kurulan ’’Emekli Ajanlar Şirketi’nin’’ İsrail üssü ile bir alakasının olduğunu söylersek ve buradaki yöneticilerden bazılarının Türkiye’de uzun yıllardır bulunduğunu da eklersek hata mı etmiş oluruz? İşte bu şirket, Hikmet Çetin’in imzaladığı antlaşma gereği kurulan şirkettir.[10] Bu şirket kanalıyla Doğu’da ve Güneydoğu’da PKK, JİTEM ve diğer illegal örgütler, insanlık dışı yüzlerce, binlerce faili meçhul olay işlemişlerdir.
Hikmet Çetin’in imzaladığı anlaşmadan bir süre sonra bu defa 1994 Kasım ayında Başbakan Tansu Çiller İsrail’i ziyaret etmiş, bu ziyarette İran, Irak, su gibi konuların yanı sıra gerçekleştirilen MİT-MOSSAD zirvesinde MOSSAD’ın Türkiye’deki faaliyet ve yapılanmaları da gözden geçirilmiştir. Çiller İsrail’e ayak bastığında, “Arz-ı Mev’ud’ta bulunmaktan çok mutluyum, Tevrat’ta vaat edilen arzı mev’ud, gerçekleşecek” tarzı konuşması ise, Türkiye-İsrail; MİT-MOSSAD ilişkilerinin geldiği boyutu göstermektedir.
1958 yılında İsrail’e MOSSAD Üssü verilmesiyle başlayan Başbakan İnönü ve Başbakan Çiller ile gelişen Türkiye – MOSSAD ilişkileri bugüne kadar gizliliğini korumuştur. O nedenle sözü edilen dönemlerde MOSSAD’ın Türkiye’deki özel operasyon, kitlesel katliam, sabotaj, provokasyon, suikast, 1971, 1980 darbeleri, PKK, Barzani – Talabani, CIA ve BND ile ilişkilerindeki rolü açığa çıkarıl(a)mamıştır.
Uğur Mumcu, Çetin Emeç, Muammer Aksoy ve Necip Hablemitoğlu suikastlerindeki rolü de bunlar arasında yer almaktadır. Uğur Mumcu”nun 7 Ocak 1993 tarihli “MOSSAD – Barzani” yazısının yayımından 17 gün sonra bombalı suikast’le öldürülmesi, suikast’ın Hayfa Limanı’ndan bot’la yola çıkan MOSSAD operasyon ekibi ile gerçekleştirildiğine yönelik MİT belgesi’nin hasıraltı edilmesi, Emeç, Aksoy suikastlarında benzer nedenler, Necip Hablemitoğlu’nun Almanya’dan çıkış ve Türkiye’ye giriş yapan MOSSAD – CIA uzantılı BND özel operasyon timlerince öldürüldüğüne yönelik kuşkular halen giderilememiştir. Bu nedenle en azından Siyonist İsrail’in bu kadar azgınlaştığı bu ortamda, MOSSAD’ın Türkiye’deki üs/üs’ler, kadro ve faaliyetlerinin açığa çıkarılması hayati önem taşımaktadır. İşin ilginç yanı bunca tartışma ve karşılıklı sataşmalara rağmen ne MOSSAD’la, ne de Siyonist İsrail ile bütünüyle ilişkiler sona erdirilmemiş olmasıdır. Çünkü ABD ile –dolayısıyla da CIA ile- ilişkiler iki bağımsız ülke arasındaki ilişkiler boyutuna getirilmedikçe, ne Türkiye’nin bağımsızlığından, ne de İsrail’in ya da MOSSAD’ın faaliyetlerinin sona erdirildiğinden bahsedilebilir. MOSSAD’la tartışma boyutunda da olsa bazı şeyler konuşuluyorken, CIA hakkında hiçbir şey konuşulmuyor ve gündeme getirilmiyor olması ilginç değil mi? Oysa CIA, MOSSAD’dan daha tehlikeli ve Türkiye içine nüfuz etmiş eli kanlı bir terör örgütüdür. Çünkü CIA, Türkiye’deki iç kargaşalıkların, kanlı suikastların, darbelerin arkasındaki en önemli güçtür. Türkiye aleyhine içeride ve dışarıda örneğin PKK terör eylemlerinin ve hatta son aylardaki Gezi Parkı, ODTÜ ve benzeri olaylarda, CIA’nın sessiz kaldığını, karışmadığını kim iddia edebilir? Dolayısıyla MOSSAD’a karşı alınacak tavrın etkili olması, CIA ile ilgili alınacak ciddi tavra bağlıdır. CIA’ya karış ciddi, uygulanabilir bir tavır alınmadan, MOSSAD’a karşı alınacak tavrın ciddi bir etkisi olmayacaktır. Aksi halde ise, yapılacaklar sadece bir oyalama ve gündem değiştirmekten başka hiçbir anlamı olmayacaktır. Dolayısıyla MOSSAD’a karşı gösterilen tavrın samimiyeti, biraz da CIA’ye gösterilecek tavra bağlıdır. CIA’ya ses çıkarılmadığı bir ortamda MOSAD’a karşı gösterilen bu sert tavrın çok da samimi olunmadığı/olunmayacağı bilinmelidir. Bu iki eli kanlı terör örgütü, bazen kendi aralarında sürtüşseler de, genelde ikiz iki örgüt olarak yardımlaşarak faaliyet göstermektedirler.
Türkiye-İsrail ilişkileri AKP döneminde de devam etmiştir Nitekim Eylül 2003’de İçişleri Bakanı Abdulkadir Aksu İsrail’i ziyaret etmiş, bu ziyaret neticesinde ise 10.09.2003 tarihinde iki ülke arasında güvenlik işbirliği tutanağı imzalanmıştır. İmzayı Türkiye adına İçişleri Bakanı Abdulkadir Aksu, İsrail adına ise İsrail Kamu Güvenliği Bakanı Trachi Hanegbi atmıştır. Bakanlar tarafından imzalanan bu tutanak, iki devlet arasında güvenlik ve terör konularında bilgi ve deneyim alışverişini, ortak eğitim ve işbirliğini öngörmekte idi. Abdülkadir Aksu’nun ziyaretini, başka ziyaretler izlemiş ve ikili siyasi, askeri, güvenlik ile ilgili antlaşmalar imzalanmıştır.
HAKAN FİDAN’A YAPILAN SALDIRILARIN ARKASINDA NEO-CON’LAR İLE ABD’DEKİ SİYONİST LOBİLER BULUNMAKTADIR.
CIA ve MOSSAD, Türkiye’de, istedikleri şekilde gerek içe dönük, gerekse dışa dönük nokta operasyonları, suikastları, adam kaçırmaları yapmakta, hatta emniyetteki bazı sorgulamalara da rahatlıkla katılabilmektedirler. El Kaide tutukluları başta olmak üzere, birçok Müslüman’ın sorgulamalarında CIA ve MOSSAD elemanlarının da katıldığı, birçok tutuklu Müslüman tarafından defaetle gündeme getirilmiştir. Ayrıca komşu ülkelere özellikle de İran’a yönelik operasyonlar, istihbari bilgi toplamalar yapıldığı da çokça basına yansımıştır. Nitekim İran’da gerçekleştirilen birçok nükleer uzmanına yönelik gerçekleştirilen suikastlar MOSSAD tarafından gerçekleştirildiği İran tarafından defalarca gündeme getirilmiştir. Hatta Türkiye’de, bazı görüşmeler nedeniyle bulunan kimi İranlı uzmanların kaçırılarak İsrail’e götürüldüğü, orada sorgulandıkları ve daha sonra ya öldürüldükleri ya da kendi hesaplarına çalışmaları şartıyla bırakıldıkları çokça yazılmış ve çizilmiştir. Bunun en bilinen örneği Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi döneminde İslam Devrimi Muhafızları komutanı ve Savunma Bakan Yardımcısı olarak görev yapan Ali Rıza Asgari’nin kaçırılarak öldürülme olayıdır. İran yönetimi de Asgari’nin kaçırılmasından İsrail ve batılı ülkeleri sorumlu tutmuştur. İran Dışişleri Bakan Yardımcısı Rauf Şeibani yaptığı bir açıklamada Asgari’nin şehit olduğunu ve Siyonist rejim tarafından katledildiğini söylemiştir. İran yönetimi Asgari’nin 9 Aralık 2006’da Mossad ajanları tarafından İstanbul’dan kaçırıldığını belirtmişti.
Türkiye’de MİT’in yönetimi, Emre Taner’e kadar tamamen askerlerin kontrolündeydi. Bu nedenle de, MİT’in elde ettiği istihbarat bilgileri komutanların onay süzgecinden geçtikten sonra MİT’in bağlı olduğu Başbakan dahil siyasetçilere verilmekteydi. Dolayısıyla askerler tarafından yapılan darbe ya da darbe girişimleri hiçbir şekilde önceden sivil siyasetçilere bildirilmemişti. Nitekim Demirel’in MİT, Uganda’daki darbeyi haber verir, ama Türkiye’deki darbeyi haber vermez’ şeklindeki sözü de bu gerçeği teyid etmektedir. MİT’in ya da Türkiye’deki bürokratik yapılanmada ilk değişim sinyali Turgut Özal ile başlamıştır. Nitekim Turgut Özal’la birlikte Kürt sorununa bakıştan liberalleşmeye, istihbarata ve dış politikaya kadar birçok alanda değişiklikler olmaya başlamıştı. MİT’te de bu doğrultuda benzer değişiklikler için bazı adımlar atılmaya başlanmıştır. Ancak ömrü vefa etmeyince, bu adımlar yarım kalmıştı. Asıl değişim emareleri ise, görev süresi 4 kez uzatılan Emre Taner’in 15 Haziran 2005 tarihinde Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarlığı görevine atanmasıyla başlamıştır. Köklü denebilecek değişim ise Emre Taner’in yerine tayin olan Hakan Fidan döneminde gerçekleşmiştir. Köklü değişimden kasıt, MİT’in eski dönemlere göre biraz daha sivilleşmesi ve teknolojik olarak geliştirilmesidir. Yoksa MİT’in yapısının bütünüyle değişimine, ne ulusal, ne de uluslar arası güç odakları izin verir. Ancak Hakan Fidan döneminde atılan bu adımlar bile gerek içeride, gerekse dışarıda birçok çevreyi rahatsız etmeye yetmiştir.
Hakan Fidan’a yönelik saldırılar, 14 Kasım 2007’de Başbakanlık müsteşar yardımcılığına getirilmesiyle başlamış, 17 Nisan 2009’da Millî İstihbarat Teşkilatı müsteşar yardımcılığına ve 27 Mayıs 2010 tarihinde ise MİT Müsteşarlığı görevine tayini ile ise daha da artmıştır. Bu çerçevede Hakan Fidan’a yönelik ilk eleştiri, isim vermeden Haaretz’e konuşan İsrail istihbarat birimleri tarafından yapılmıştı. Mavi Marmara öncesinde MİT Müsteşar Yardımcılığı’nı yürüten Fidan için, “Fidan’ın MİT’in başına getirilmesi iki ülke arasındaki istihbarat alış verişine darbe vuracak diğer yandan da İsrail’in Türkiye’ye bilgi akışını ‘düşman ülke ve örgütlere sızabileceği korkusuyla’ sınırlayacak” demişti. Bu eleştirinin ardından 25 Temmuz’da İsrail basınına konuşan zamanın Savunma Bakanı Ehud Barak, Fidan’ı “İran’ın dostu” olarak nitelemiş ve MİT’in İsrail’e ilişkin hassas bilgileri İran’a sızdırabileceğini söylemişti. Hiçbir diplomatik ahlakla bağdaşmayan bu tavır, sadece Ehud Barak’ın tavrı değil, aynı zamanda Siyonist İsrail’in diğer yetkililerinin de tavrı idi.
TÜRKİYE İSRAİL İLİŞKİLERİNİN GERİLMEYE BAŞLAMASI
Türkiye ile İsrail arasında 1950’li yılların başlarından beri inişli-çıkışlı da olsa devam eden bir ilişki bulunmaktadır. Halkı Müslüman olan ülkelerin arasında Siyonist İsrail’i ilk tanıyan ülke, ne yazık ki Türkiye olmuştur. Görünüşte ilişkilerin en zayıfladığı dönem ise 12 Eylül darbe döneminde olmuştur. Dönemin darbecileri tarafından petrol zengini Arap ülkelerinden petrol alabilmek için ilişkiler en alt düzeye indirilmiştir. Ancak daha sonraları ilişkiler arzu edilen seviyeye getirilmiş ve 1990’lı yılların ortalarında özellikle de Refahyol’un iktidar olduğu 1996’dan itibaren en üst seviyeye çıkmıştır. Başını Çevik Bir’in çektiği kimi komutanlar İsrail’le imzaladıkları ikili anlaşmalarla, Türkiye’yi Siyonist İsrail’in ve MOSSAD’ın arka bahçesi haline getirmişlerdir. Oysa bu dönemde de Siyonist İsrail MOSSAD kanalıyla Antalya dağlarında Özel Harekat elemanlarını eğitirken, Güney Kıbrıs Rum kesiminde de PKK’lıları eğitmekte idi. PKK terörünün arkasındaki en önemli güçlerden birisi MOSSAD/İsrail idi. Siyonist İsrail’in bu ikiyüzlü tavrı bilinmesine ve zaman zaman kimi yetkililerce de gündeme getirilmesine rağmen Türkiye-İsrail ilişkileri, 2000’li yılların ortalarına kadar altın yıllarını yaşamıştı.
AKP döneminde ikili ilişkilerde, Siyonist İsrail’in 27 Aralık 2008’de Gazze’ye yönelik olarak gerçekleştirdiği ve üç hafta devam eden Dökme Kurşun saldırısı ile ilk gerilim yaşanmaya başlanmıştır. Bu insanlık dışı saldırı dolayısıyla Erdoğan’ın tepkisi çok sert olmuştur. Bunu 2009’daki Davos’da Erdoğan’ın Şimon Peres’e yönelik sert konuşması Türkiye ve Arap kamuoyunda sevinçle karşılanırken, İsrail ve İsrail’in güdümünde olan ülke halkları nezdinde ise soğuk duş etkisi meydana getirmişti. Çok geçmeden 31 Mayıs 2010’da insani amaçlarla yola çıkmış Mavi Marmara Gemisine yapılan insanlık dışı saldırı ile 9 Türkiyeli Müslüman’ın şehid edilmesi, ilişkileri kopma noktasına getirmiştir. ABD’nin ilişkilerin devam noktasında yaptığı baskı ve telkin üzerine Türkiye üç şart ileri sürmüştür; 1. İsrail’in özür dilemesi, 2. katledilen 9 Türkiyeli Müslüman için tazminat ödenmesi, 3. Gazze ablukasının kaldırılması.
Türkiye İsrail ilişkilerinin bu şekilde gerilmesi, MİT, MOSSAD ilişkilerini –görünüşte de olsa- germeye başlamıştır. MİT, MOSSAD ilişkilerinin gerilmesine neden bu olaylara bir de MİT’in sivilleşme çabaları eklenince, ilişkiler daha da çıkmaza girmiştir. Aslında MİT’in sivilleşme çabaları Emre Taner’in göreve geldiği 2005’li yıllarda başlamış, Hakan Fidan’la artarak devam etmiştir. Hakan Fidan, bir yandan MİT’i teknolojik olarak güçlendirirken diğer yandan da dağınık konumda olan istihbarat birimlerini birleştirerek Müşterek İstihbarat Koordinasyon Merkezi’nin kurulmasını sağlamıştır. Özellikle GES’in (Genelkurmay Elektronik Sistemler) MİT’e bağlanması MİT’in teknolojik noktada güçlenmesi açısından atılan çok önemli bir adım olmuştur.
Hakan Fidan’ın MİT’te gerçekleştirmeye başladığı bu değişim, İsrail’le ilişkilerin daha da bozulmasına ve MOSSAD’a geçmişte tanınan istihbari ayrıcalıkların da azalmasına neden olmuştur. Bu, MOSSAD’ın, dolayısıyla Siyonist İsrail’in tahammül edemeyeceği bir şeydi. Çünkü MİT ve dolayısıyla Türkiye, MOSSAD açısından çok önemli stratejik bir alandı; bir yandan Irak, İran, Suriye, bir yandan Kafkas ülkeleri diğer yandan da Afganistan, Pakistan ve Rusya’dan istihbari bilgi toplama, Türkiye’de devşirdiği ajanlar kanalıyla bu ülkelerde operasyonlar gerçekleştirme imkânı ve kolaylığı sağlamakta idi. İsrail’in dolayısıyla da MOSSAD’ın tekrar eski konumunu elde etmesi için Erdoğan’ın yönetimden uzaklaşması gerekmekteydi. Son yıllarda gündeme getirilen eksen kayması, Türkiye’nin Malezyalaşması, mahalle baskısı ve sonrasında Gezi Parkı olaylarının amacı, Türkiye’nin menfaatleri ya da gençlerin masum özgürlük isteklerinden öte, Erdoğan’ın iktidarını devirmeye dönük darbe teşebbüsleri idi. Bu teşebbüsler, içerideki derin güçlerle CIA, MOSSAD ve benzeri diğer karanlık güçlerin desteğiyle günlerce gündemde tutularak halkın genel katılımı sağlanmaya çalışılmıştır. Ancak bütün gayret ve çabalara rağmen bu konuda başarılı olunamamıştır. Peki, bundan vaz mı geçilmiştir? Hayır, bu karanlık ve illegal güçler, kendi menfaatlerinden asla vazgeçmezler.
Nitekim MİT’i, PKK ile işbirliği yapan bir kurum olarak göstermek suretiyle halk nezdinde değerini düşürmek için ilk saldırı Hakan Fidan’ın Oslo görüşmeleri internet ortamına sızdırılarak yapılmıştır. Çünkü Hakan Fidan Oslo görüşmelerine önce Başbakanlık Müsteşar yardımcısı, daha sonra da MİT Müsteşar yardımcısı olarak katılmıştır. Bu görüşmelerin içeriği kamuoyunda deprem etkisi yapsa da, bu, çok uzun sürmemiştir. Çünkü Erdoğan, “Fidan benim sır küpüm, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sır küpü, Türkiye’nin geleceğinin sır küpüdür. Oslo görüşmelerine de, İmralı’ya da ben gönderdim” demek suretiyle Hakan Fidan’a sahip çıkmıştır. Başlangıçta kamuoyunda oluşan olumsuz tepkiler yumuşamış, hatta ilerleyen süreçte Çözüm sürecinin de yolunu açmıştır.
Hakan Fidan’a ikinci saldırı ise KCK soruşturmasını yapan Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Sadrettin Sarıkaya kanalıyla 7 Şubat 2012’de yapılmıştır. Savcı, Hakan Fidan’ı KCK/PKK konusunda şüpheli sıfatla sorgulamak istemiştir. Ancak Erdoğan olayın farkına vararak bunu engellemiş ve özel kanun çıkararak MİT mensuplarının yargılanması için Başbakanlıktan izin alınması şartını getirmiştir. Şayet bunlar yapılmamış olsaydı, yani Fidan ifade vermek üzere savcılığa gitmiş olsaydı, tutuklanıp cezaevine konacaktı. Bundan daha da önemlisi bu sefer sıra Erdoğan’a gelmiş olacaktı. Belki de bugün ülkede bir darbe yönetimi iktidarda olacaktı. Erdoğan, bu oyunun farkına erken vararak engellemiştir.
Üçüncü saldırı ise, The Washington Times’da, ardından The Wall Street Journalda ve ondan sonra The Washington Post’ta Fidan aleyhine makalelerin yayınlanması şeklinde olmuştur. Aynı merkezden çıktığı her halinden belli olan bu makalelerin birisini Davas’ta ‘Moderatörlük’ yapan Ignatius yazmıştır. Ignatius makalesinde, ‘Ankara, MOSSAD için çalışan 10 İranlı ajanı Tahran’a ihbar etti’ ifadesini kullanmıştır. Hakan Fidan’ı ‘İsrail için çalışan ajanların kimliğini İran’a teslim etmekle’ itham eden Ermeni asıllı Amerikalı gazeteci Ignatius, İsrail’in Mavi Marmara saldırısından ötürü Türkiye’den özür dilememekte diretmesinin nedeni olarak da bu olayı göstermiştir. Bu saldırıların arkasında, içeride bürokraside kendi iktidar alanlarının daraldığını hissedenlerle laik ve ulusalcı güçlerin, dışarıda ise Türkiye’de olup bitenleri hazmedemeyen bölgesel ve uluslararası güçlerin destek verdiği Neo-Con ve ABD’deki Siyonist lobilerden oluşan terörist güçler bulunmaktadır.
Sonuç olarak, Türkiye’de son yıllarda olup biten şeylerin eski dönemlere göre farklı gelişmeye başladığı bir vakıadır. Bu, bizlerin, işte tam da istediğimiz budur türden diyebileceğimiz şeyler midir? Elbette ki hayır! Ama olup bitenler, bizleri bütünüyle tatmin edecek tarzda olmasa da içeride ve dışarıda ulusal ve uluslar arası ihanet şebekelerini ürküttüğü, rahatsız ettiği de bir gerçektir. MİT’te gözle görülür bir değişim olduğu –istenilen boyutta olmasa da- görülmektedir. Bu kadarcık bir değişim bile MOSSAD’ı ve içerideki Siyonist muhiplerini endişeye sevketmiştir. Bu yeterli midir? Hayır, çünkü MOSSAD, CIA ve diğer (Almanya istihbarat örgütü BND, İngiliz istihbarat örgütü MI5 ve MI6 gibi) istihbarat örgütleri, bu topraklarda kendilerine tanınan ayrıcalıklar bütünüyle bitirilmeden, buralardan sökülüp atılmadan yapılıp edilenlerin yeterli olması mümkün değildir. Elbette bu da bugünden yarına olacak şey değildir.
Temennimiz Hakan Fidan’la başlayan bu değişim, Hakan Fidan’ın gitmesiyle bitmez. Yani MİT tekrar ülke halkında muhalifleri fişlemez, onlar için korkulu bir rüya haline gelmez. Ama görünen köy kılavuz istemez, bu iktidardan sonra yeni gelecek iktidar döneminde tekrar başa dönme ve nerde kalmıştık sorusunun sorulma ihtimali çok fazladır. Bazıları bu denilenler çok gerilerde kalmıştır diyebilir. Biz de, bu bazılarının söylediklerini çok duyduk; artık darbe dönemi bitti denildikten sonra 28 Şubat postmodern darbesi, yine artık bundan sonra asla darbe olmaz denildikten kısa bir süre sonra 27 Nisan e-muhtırasının verildiğini hepimiz biliyoruz. Bu ülkede ABD varlığı devam ettiği müddetçe, hiç kimse, darbe dönemi bitti, hangi iktidar gelirse gelsin, eskiye dönülmez sözlerine karnımız toktur. Daha yeni Gezi Parkı olayları ve halen devam eden ODTÜ olayları dolayısıyla sokaklar, caddeler ve hatta mahalleler başörtülülere dar getirilmedi mi? Ve bu güçlerin arkasında eli kanlı CIA, MOSSAD gibi terör örgütleri yok mudur?
Bu ülkede ABD’ye ve yerli işbirlikçilerine karşı yeniden bir milli mücadele verilmedikçe, hiç kimse MOSSAD artık bu ülkede faaliyet gösteremez ya da Türkiye sivilleşti, askeri vesayet sona erdi, darbe dönemi bitti diyemez. Yine herkes bilmelidir ki, bu topraklarlardan CIA gitmeden MOSSAD da gitmez, terör de bitmez. MOSSAD’a ve Siyonist İsrail’e karşı olanlar öncelikle ABD’ye ve onun eli kanlı terör örgütü CIA’ya karşı olduklarını sözde değil özde göstermelidirler. Bu yapılmadıkça, gerisi hikayeyi geyik!