Bismillahirrahmanirrrahim…
“(Ey Muhammed!) Şüphesiz biz, sana bitip tükenmez nimetler verdik. Şimdi sen, Rabbin için Namaz kıl ve Kurban kes! Asıl soyu kesik olan, sana nefret duyandır” (Kevser Suresi).
Hepimiz, bu hayatta bir şekilde ya kurban oluyoruz ya bir şeyleri kurban ediyoruz ya da her iki durumu birden yaşıyoruz. Kurban etmek, aslında bize önemli bir şeyi hatırlatıyor. Peki, o halde nedir bu önemli şey? Aslında bizler de Rabbi için kurban olması gereken sıradan canlılarız. Ancak insan, fıtratına aykırı bir tutum içerisine girerek, bu gerçeği inkâr etmekte ve asilerden olmaktadır. O halde kurban, gerçekte nedir? Ne anlama gelmektedir? İslam, bize “Kurban” ibadetinin çok eskiye dayandığını öğretmekte ve hatta insanlığın öyküsünün ilk başladığı dönem olan Hz. Âdem (a.s) kıssasına kadar götürmektedir.
Hepimizin malumu olduğu gibi ilk kurban etme olayı, Hz. Âdem’e (a.s) kadar dayanmaktadır. “Onlara, Âdem’in iki oğlunun başından geçen ibret verici şu gerçeği anlat: Onlar, Allah’a birer kurban takdîm etmişlerdi de birinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen kıskanıp: ‘Seni mutlaka öldüreceğim’ deyince, öteki şu cevabı vermişti: Allah, ancak takvâ sahiplerinin ibâdetini kabul buyurur” (Maide-27). Bu ayete dikkatli bakınca; Hz. Âdem’in (a.s) oğullardan birinin kurban olmayı seçtiğini, diğerinin de kendi çıkarları ve hevası için öz kardeşini kurban ettiğini görebilmekteyiz. Sonsuza kadar katil olarak anılacak olan kardeşin, bir taraftan kurban sunarken (Allah için sahip olduğu maldan en kötülerini veya çürük olanları kurban olarak sunması), diğer taraftan kurbanı kabul edilmeyince çıkarları için öz kardeşini kurban etmesi (yani O’nu, tüm uyarılara aldırış etmeden zalimce katledip, katil olması) durumu söz konusudur. Aynı şekilde katledilen kardeşe baktığımızda da; kurbanının kabul edilmesi (Allah için sahip olduğu en değerli malı kurban olarak sunması) ve öz kardeşi tarafından adeta bir kurbanmışçasına canına kıyılması (yani kurban olması) durumunu görmekteyiz. Dikkat edecek olursanız bu kıssada; hem kurban olmak hem de kurban etmek temasının iki kardeşte de cereyan ettiğini ancak sonuçları itibariyle farklı bir niteliğe büründükleri anlaşılacaktır. Şöyle ki; kardeşlerden biri katil olurken, diğeri şehit olmaktadır. Biri, dünya devam ettikçe lanetle anılırken; diğeri, şerefle anılmaya devam edecektir. Oysa konuya hassas bir noktadan baktığınızda, “kurban olmak” ve “kurban etmek” teması birbirine karışmış durumda. Burada, tezat gibi görünen “ikili” bir durum söz konusudur. O halde diyalektik bir yaklaşımla insanın hayatında hem kurban olmanın hem de kurban etmenin varlığından bahsetmek, kaçınılmaz bir sonuçtur, diyebiliriz.
Buna benzer bir durum, Kur’an’da, Hz. İbrahim kıssasında da mevcuttur: “İbrâhim dedi ki: ‘Ben, Rabbimin gitmemi emrettiği yere doğru gidiyorum; O, elbet bana yol gösterecektir. Ya Rabbî, salih evlatlar lütfet bana!’ Biz de ona aklı başında bir oğul müjdeledik. Çocuk, büyüyüp yanında koşacak çağa erişince bir gün ona: ‘Evladım, dedi, ben rüyamda seni kurban etmeye giriştiğimi görüyorum, nasıl yaparız bu işi, sen ne dersin bu işe?’ Oğlu: ‘Babacığım! Hiç düşünüp çekinme, sana Allah tarafından ne emrediliyorsa onu yap. Allah’ın izniyle benim de sabırlı, dayanıklı biri olduğumu göreceksin!’ dedi. İkisi de bu şekilde teslim olduklarında, onu tuttu, şakağı üzerinde yatırdı. Biz, ona şöyle seslendik: ‘Ey İbrahim! Gerçekten rüyayı doğruladın. İşte biz, iyileri böyle mükâfatlandırırız. Şüphesiz bu, apaçık ve kesin, çetin bir imtihandı.’ Ona büyük bir kurbanlık fidye verdik” (Saffat, 37/99-107).
Hayatı boyunca; tevhid mücadelesini en güzel biçimde sürdüren, tüm çabasını Allah’ın emirleri ve rızası doğrultusunda devam ettiren, Hanif peygamber Hz. İbrahim (a.s), aslında Rabbine kendini gönülden adamış bir kurban değil miydi? Tıpkı diğer peygamberler gibi, Allah yoluna adanmış bir ömürden başka hedefi olmayan bir elçi değil miydi? Hiç şüphesiz elbette öyleydi. Yani Hz. İbrahim (a.s), Rabbi’nin rızası için en üst kulluk mertebesi olan tam teslimiyet halini sergileyerek; Allah için adanmış bir kurban gibi kendini hak yola kurban etmişti. Ancak aynı Hz. İbrahim (a.s), sırf Rabbi emrettiği için hiç tereddüt göstermeksizin yıllardır hasretini çektiği biricik evladını kurban etmeye hazır, itaatkâr bir kul olmuştu.
Peki, ya İsmail (a.s)! O da babası gibi teslimiyetin, adanmışlığın büyük bir temsilcisi değil miydi? Babasına; kendisine emredileni tereddüt göstermeden yerine getirmesini ve bu konuda O’na asla karşı çıkmayarak koşulsuz teslimiyet göstereceğini beyan etmemiş miydi? Kurban olan, kurban edilen, kurban olarak adanan kimdir? Gördüğünüz gibi bu kıssada da hem kurban olmayı hem de kurban etmeyi farklı bir açıdan okuyabilmekteyiz. Öyleyse kurban olmak ve kurban etmek, insan hayatında iç içe olan bir hadise olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunların dışında tüm insanlık tarihi boyunca tahrif olmuş dinler, putperest dinler, pagan inanç türlerinin hemen hemen hepsinde kurbana dair birçok farklı temaya rastlamaktayız. Dünyada var olmuş tüm insan toplumlarında aynı temanın bulunması, biraz şaşırtıcı değil mi? “Neden kurban etme ritüeli veya kurban ibadeti, insan yaşamıyla bu kadar yakından ilişkilidir?” sorusunu yanıtlamamız gerekmiyor mu? Bu durum, aklımıza; insanın fıtratına ne kadar aykırı bir biçimde davranırsa davransın, bireyin kodlarında değişmeyen evrensel bir bilgi olarak kurban olmak ve kurban etmek duygusunun yadsınamaz bir gerçek olduğu sonucuna götürmektedir…
İnsanın olduğu yerde mutlaka problem vardır. Bu önerme doğru mu? Kesinlikle doğru. İnsan, kendini Yüceler yücesi Rahman’a kurban etmesi gerekirken, kendi türünden olan bir başkasını çoğu zaman kurban olarak seçmektedir. Neredeyse her insan bir metafor yani sembolik de olsa başka bir insanı kurban olarak görmektedir. Daha doğrusu hepimiz birilerini ya kurban olarak seçmekteyiz veya başkalarının seçtiği birer potansiyel kurbanı olmaktayız. Ve bu olay, hayatımızda çok sık rastlanılan bir durumdur. Güçlü olanın zayıf olanı kurban olarak seçmesi… Şaşırtıcı olan ise bu durumun çoğu kişi tarafından normal bir şeymiş gibi kabul etmesidir. Oysa Yüce Allah (c.c), insanları bunun için yaratmamıştır. O, sadece kendisine kulluk edilsin, sadece kendisine ve yoluna kurban olalım, diye yaratmıştır. Dikkat edecek olursanız dilimize pelesenk olmuş bir cümle vardır: “Seni yaratana kurban olayım veya Allah’ına kurban…” İnsan, başka bir insan için kurban olamaz. Bu, İslam’ın mantığına da açıkça aykırıdır. Oysa durum, tam tersidir. İnsanlar, bazen farkında olarak bazen de farkında olmayarak bir şekilde başka insanların kurbanı olmaktadır. İlk insan topluluklarında sıkça rastlanan insan kurban etme ritüeli, korkunç ve sapkın bir inanç olarak karşımıza çıksa da maalesef uzun yıllar boyunca bu sapkın davranış devam ettirilmiştir. O yüzden bazı âlimler, insan kurban etme sapkınlığının ebediyen ortadan kalkması için Hz. İbrahim’in (a.s) kıssasında oğlunu kurban etme temasının işlendiğini iddia etmişlerdir. Gerçekten de tarihi kaynaklara baktığınızda; o güne kadar insan kurban etme sapkınlığının dünyanın birçok bölgesinde yaşandığını ve Hz. İbrahim (a.s) ile ortadan kalktığını görebilmekteyiz. Kendini tevhid mücadelesine adayan Hz. İbrahim (a.s), bu devrimci olayla put kırıcılığını bir kez daha açıkça gözler önüne sermiştir…
Konunun burasında şu açıklamada bulunmak zorundayım. Hiç kimse tarafından yanlış anlaşılmasın: Elbette Zilhicce ayında Kurban Bayramı olarak kutladığımız bu özel günler, dinimiz tarafından bir ibadet olarak emredilmiştir. Allah’a (c.c) yakınlaşmak, insanlar arasında ülfeti, kardeşliği pekiştirmek ve ümmet olmak bilincinin meydana gelmesi için paylaşmak, yardımlaşmak gibi zengin bir içeriğe sahip olan kurban ibadetinin en çok göze çarpan manasının bu olduğunu da açıklamadan geçemeyeceğimi ifade etmek durumundayım.
Aslında benim anlatmak istediğim kurban ibadetinin pek durulmayan kısmı olan kurban psikolojisinin, sosyolojisinin ne manaya geldiğidir. Batı toplumunun sömürgeci ve tamamen egoist bir bakış açısıyla diğer toplumları, sahip olduğu güce dayanarak adeta bir kurban olarak görüp, birer kurban seçmesi ve kurban muamelesi yapması, kabul edilir bir durum değildir. Ancak gerçekler gizlenmiş olsa da hakikat, budur. Batı’ya göre hepimiz, birer kurbanız. Gücünün yettiği, elinin uzandığı her insan, her müslüman onlar için potansiyel bir kurbandır. Bugün, yaşadığımız topraklarda kendi inancımıza uygun bir hayat hakkı bizlere tanınmıyorsa bunun arkasında, zalimlerin çıkarlarının olduğunu görmemek de sanırım pek akıllıca sayılmaz. Ayrıca bu üstü maskelenmiş kötü düşüncenin içimize kadar yerleşip, bizleri de derinden etkiliyor olması da ayrıyeten vahim bir durumdur. Gittikçe bencillik, çıkarcılık gibi son derece tehlikeli olan bu hastalıkların kalplerimize yerleşmesi, bizler için önemli bir tehlike olarak durmaktadır. Dolayısıyla kurban olmak, kurban etmek hem insan fıtratında bulunan potansiyel bir durumdur hem de zalimin mazlumu zoraki ve dolaylı yoldan çıkarları için dönüştürdüğü bir olgudur. Unutulmaması gereken hassas nokta şudur; bizler, Batı’nın oyuncak gibi oynadığı bir kukla olmadığımız gibi, sırf onlar istediği için her şeyi yapacağımızı düşündüğü kurbanlıklar da değiliz… Bugün, fiziksel güç üstünlüğüne sahip olsalar da iman gücünün karşısında, bir hiç hükmündedirler. Ancak başka bir insana kurban olmayı kabullenenler hariç gerçek bir mümin, imanının hakkını vermek için çabalayan birisi, sadece ve sadece Allah’a, Allah’ın yoluna kurban olmayı tercih edecektir…
Yüce Rahman, adayacağınız kurbanları kendi katında kabul eylesin, şimdiden bayramınız, bayram olsun…
İslam DOĞUBEY
Arşiv
Yazarlar
Kurban Olmanın ve Kurban Etmenin Diyalektiği
- by Islam Dogubey
- 23 Ağustos 2022
- 0 Comments
- 0 Views