Küdüs Kan Ağlıyor, Müslümanlar Uyuyor!
Arşiv Yazarlar

Küdüs Kan Ağlıyor, Müslümanlar Uyuyor!

Kudüs’te hatta Filistin’in her yerinde kan, gözyaşı, zulüm had safhada. Bugün Kudüs’te, Gazze’de bombalar patlıyor, binalar yerle bir ediliyor. Yer yerinden oynuyor. Adeta kıyamet kopuyor; masum çocukların çığlıkları arşı alayı bile titretiyor. Kınamalar ve sloganlardan öteye geçmeyen bir tepki var sadece. Somut bir adım atılmıyor. Bu hal, olsa olsa İslam ümmetinin öldüğünü gösterir.

Hani biz Müslümanlar olarak Peygamber Efendimizin ifadesiyle; “bir vücudun uzuvları ve bir binanın tuğlaları gibi olmalıydık”. Vücudun bir uzvuna diken batsa, onun acısını hissetmemiz gerekirdi. Yoksa felç mi oldu ümmetin uzuvları ki hiçbir şey hissedemiyoruz.

Mescid-i Aksa’nın hoparlöründen, “Neredesiniz Müslümanlar, ilk kıblemiz Mescidi Aksa işgal edildi, yardım edin!” ilanları veriliyor. Filistinli bir kardeşimiz, kanlar içerisinde tanınmaz hale gelmiş, aile efradının cesetleri önünde feryadı figan ediyor. Bir anne, üç-beş evladını kaybetmiş ne yapacağını bilmiyor, nutku tutulmuş. Bir muhabir, şehitlerin haberini yaparken kendi kardeşinin şehitler içerisinde olduğunu görüp yere yığılıyor. Masum bebeklerin cesetleri, teşhis için sıra sıra dizilmiş, yakınlarını bekliyor… Gencecik delikanlılar, kanlar içerisinde şehadet şerbeti içmiş, adeta ölüme gülümsüyor. Filistinli çocuk, annesine “Değil mi anne, çocuklara atılan kurşunlar daha ufak olur, acıtmasın” diyerek hoyrat bir dünyayı çocukça ve masumca yorumluyor. Masum bir evladımız, zalimlere parmaklarını sallayarak, “Vallahi ölünce sizi Allah’a şikâyet edeceğim” dediğinde hala aklımız başımıza gelmiyor mu Allah aşkına? Bir elinde emzik, öteki elinde sopa, Siyonist askerlere meydan okuyan, yumruklarını sıkarak işgalcilere posta koyan Filistinli çocukları gösterip “Madem bu dava İslam’ın davası, o zaman bunu, bu çocuklar yerine zaten getiriyor mu?” diyeceğiz utanmadan! Filistinli çocukların oyunları bile kan, acı ve gözyaşı üzerine. Üç-beş tane çocuk yaralı bir arkadaşını hastaneye taşıma oyunu oynuyorlar. Feryat ediyor bir evladımız, “Ben, okuyup doktor olmak istiyordum. Bunlar çocukları öldürüyor. Bu adil değil” diye.

Kanı bozuk değilse bir insanın yaşanan bu katliamlar karşısında ciğeri yanmalı, kalbi durmalı, nefes alamaz duruma gelmeli, boğazında kelimeler düğümlenmeli. Ama olmuyor işte! Tuttuğumuz takımın yediği bir gol kadar üzülmüyoruz. Kaybettiğimiz üç kuruş kadar değer vermiyoruz bu davaya. Çünkü biz, davamızı kaybettik. Mescid-i Aksa’nın etrafına çevrilen utanç duvarlarından daha kalın surları inşa ettik kalbimizle davamız arasına. Kıble pusulamız, yanlış yeri gösterdiği için yönümüzü Kudüs’e değil, Batı’ya döndürüverip benliğimizi ve kimliğimizi de kaybettik. Hâlbuki kıblesi olmayanın Kudüs gibi bir davası olamaz. Büyük büyük davalara omuz vermeyen ümmete, Allah, küçük şeylerle hayatını meşgul ettirerek ceza veriyor, unutmamalı!

Sadece abdestin mekruhlarını, bayramın hangi gün olacağını, sağ elle yemenin önemini, sağ yanı üzere yatmayı din sayıp asıl dini ve sünneti unutuverdik. Uzletlerimiz uzun sürdü. Yıpranan seccademiz, bize cihat şuuru kazandırmadı. İhlâs kalmadı, samimiyet kalmadı, riya belimizi kırdı, gösteriş müptelası olduk, haramı-helali önemsemedik. Birlik ve beraberliğimizi kaybettik, gücümüz elden gitti. Kardeşlik ve ümmet şuurunu kaybettik, başkalarının oyuncağı haline geldik. Onun için bugün Kudüs öksüz, onun için Mescid-i Aksa yetim, ümmet sahipsiz.

Hz. Ömer’in, Selahaddin Eyyübi’nin ve Yavuz Sultan Selim’in emanetine sahip çıkamadık. Hz. Ömer’in şu hassasiyeti fethin şifrelerini bizlere sunuyor: Hz. Ömer, Kudüs’ü teslim almak için kölesiyle beraber yola çıkıyor. Hz. Ömer ve kölesi, deveye sırayla biniyorlar. Tam Kudüs’e yaklaştıklarında sıra kölededir. Şehri teslim etmek için bekleyen Hıristiyan patriği, bu durum karşısında dillerini ısırır. Ve şöyle der: “Müslümanlarda bu adalet olduğu müddetçe bizim, Kudüs’ü yeniden almamız mümkün değil.” Evet, ne zaman Kudüs davasını “deve davası”na dönüştürdük, koltuklarımızı önceleyip inancımızın gereğini unuttuk, bu hale geldik. Bugün, bu mezalim karşısında İslam ülkelerinin seslerini çıkarmamalarının altında biraz da bu koltuk davası vardır. İslam’ın baş düşmanı ABD’nin kuklalığını kabul edip onun yardımıyla koltuklarına oturan bazı İslam ülkeleri, diktatörleri, efendilerine diyet borçlarını ödüyorlar. Türkiye, yalnız kalıyor bu mücadelede.

Bir başka ibretlik hadise de şöyledir: Bağdat’ta meşhur bir marangoz, işgal altında olan Kudüs’ün aşkı için yanıp kavrulur. Mescid-i Aksa için bir minber yapar, güzel mi güzel! Ayetlerle süslenmiş büyük ve şahane bir sanat eseri. Ancak Kudüs işgal altındayken bu marangozun bu davranışı da ne! Kendine bu sorulduğunda, “Ben zanaatkârım. Minber yontarım. Bir babayiğit de çıksın Kudüs’ü geri alsın, o minberi de yerine oturtsun” der. Selahaddin Eyyubi, bu işi, küçük yaştan itibaren kafaya koyup Kudüs’ü özgürlüğüne kavuşturup o minberi ait olduğu yere koyar. Bundan 50 yıl önce bir Yahudi Siyonist, Mescid-i Aksa’yı ateşe verip yaktığında, o minber de yanar doğal olarak. Mescid-i Aksa’nın ateşe verildiği gün, o günün ilk İsrail kadın başbakanının şu itirafları büyük dersler içermektedir:  “Mescid-i Aksa’nın ateşe verildiği gece, gözüme uyku girmedi. Sağıma döndüm, soluma döndüm, uyuyamadım bir türlü. Zannediyordum ki Müslümanlar, İsrail’e her taraftan girecekler. Lakin sabah oldu, gelen giden olmadı. İşte o zaman anladım ki; biz, dilediğimizi yapar, istediğimizi gerçekleştiririz.”

Şimdi dilediklerini yapmıyorlar mı? Güçlünün haklı olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Müslüman’ın canı, kanı ucuz, söz hakkı yok! Dünyada ağlayanlar, kanı akıtılanlar, nice zulümlere maruz kalanlar, hep Müslümanlar. Hanslara, Conilere, Yorgolara kimse dokunmuyor. Bilmem nerede dalgaların sahile attığı balık ölülerinin sebebini araştırmak için seferber olan dünya devletleri, milyonlara ulaşan Müslüman katliamları için hiçbir şey yapma gereği duymuyor. Eko sistem bozuldu, diye ayağa kalkanlar, insanlığın ve vicdanların ölümü için yerinden kımıldamıyor. Bir Hıristiyan veya Yahudi öldüğünde harekete geçen Avrupa birliği ve BM, milyonları geçen Müslüman katliamı için caydırıcı kararlar almıyor. Çünkü o minber yandıktan sonra, bir daha o minberi yapacak ihlâsa sahip marangozlar çıkmadı. Selahaddin Eyyübileri yetiştirecek kapasitede analar yok. Bir lokma evladımın kursağına haram lokma girmesin, diye çabalayan babalar da pek kalmadı.

Birkaç ayet-i kerime meali ile yazımızı bitirelim:

“Allah’ın mescitlerinde O’nun adının anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kimler vardır? Aslında, bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir. Dünyada rezillik onlaradır, ahirette büyük azap da onlaradır.” (Bakara, 114)

“Ey müminler! Hepiniz birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve ayrılığa düşmeyin. Allah’ın size olan şu nimetini hatırlayın: Hani siz, birbirinize düşmandınız; derken Allah, kalplerinizi kaynaştırdı da O’nun bu nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Ateşten bir çukurun tam kenarında idiniz, fakat Allah, sizi oraya düşmekten kurtardı. Doğru yolu bulasınız diye Allah, size âyetlerini işte böyle açıklıyor.” (Ali İmran, 103)

“Allah’a ve Rasulü’ne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin; yoksa korkuya kapılırsınız ve kuvvetiniz elden gider. O halde zorluklara sabredin; çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Enfal, 46)

“Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın, eğer inanmışsanız, üstün gelecek sizsiniz.” (Al-i İmran, 139)

 Selam ve dua ile…

Abdullatif ACAR

GRUBA KATIL