El-Vekil olan, kendisine tevekkül edenlere en güzel desteği ve sonucu sunan âlemlerin rabbine hamd; tevekkülün öncüsü, dünyada ve ahirette gözümüzün nuru Rasulullah’a salat ve selam olsun.
Sözlükte “Allah’a güvenmek” anlamındaki vekil kökünden türeyen tevekkül; birinin işini üstüne alma, birine güvence verme, birine işini havale etme, ona güvenme manasına gelir. Birine güvenip dayanan kimseye mütevekkil, güvenilene vekil denir. Kaynaklarda çoğunlukla vekil kelimesi, kefille eş anlamlı gösterilmişse de Rağıb el-İsfahani’ye göre vekil, kefilden daha geneldir; her vekil, kefildir fakat her kefil, vekil değildir.
Tevekkül, dinî bir terim olarak bir kimsenin kendini Allah’a teslim etmesi, rızkında ve işlerinde Allah’ı kefil bilip sadece ona güvenmesi şeklinde tanımlanmaktadır (el-Müfredat).
İbn-i Teymiyye, tevekkülün kalbin yalnız Allah’a güvenmesi anlamına geldiğini belirterek bunun sebeplere başvurma ve mal biriktirmeye aykırı olmadığını söyler (et-Tuḥfetü’l-Iraḳıyye, s. 185; İbn-i Kayyim El-Cevziyye, II, 119-122). Teslim (birine boyun eğme, hükmüne rıza gösterme) ve tefviz (işi birinin tasarrufuna bırakma) tevekküle yakın manada kullanılmakla birlikte bazı âlimler, tefvizin tevekkülden daha geniş kapsamlı olduğunu belirtmişlerdir (İbn Kayyim El-Cevziyye, II, 143-144).
Lügat ve ıstılah manasını anlattıktan sonra, tevekkül kavramını inancımızda nasıl yapılandırmamız gerektiğine bakalım. Maide suresinin 23. ayet-i kerimesinde rabbimiz, bu kavramın yerini bulup asıl amacının gerçekleşmesini, başka bir kavramın yerini bulmasına bağlamıştır. Yoksa Allah’a dayandım, demekle dayanılmıyor; gereği yerine getirilmediğinde ondan hâsıl olacak nimet kimseye fayda sağlamaz:
فَتَوَكَّلُواْ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ
“Eğer mümin iseniz Allah’a tevekkül ediniz.”
Arapça lügatinde; “in” edatı, şart edatıdır: “in kuntum” ifadesinin başındaki “in”, cümleye eğer manasını yükler, arkasından hangi şartı koşuyorsa onu ekler: “mümin” iseniz. Tevekkül edebilmenin şartını bize öğretir. Yani sizler, âlemlerin rabbine iman ettiyseniz o hâlde onun kudret sıfatına, el-hayy ve el-kayyum oluşuna, abes iş görmeyeceğine, adil olduğuna, bütün kemal sıfatlarına da inanmış olmalısınız; iman etmek, budur.
İman; bilmekten, anlamaktan sonra (her ne kadar ulemamız taklidi imanı kabul etse de gücü olup da tafsili iman etmeyenin günahkâr olacağını bildirirler) başlar; ardından amel, cihat ve sabır. Hepsinin temelinde; bilmek, bilerek tapmak yatar.
İnanmanın bir adı da güvendir. Bugün, bu ümmet, inandım, der ama güvenmez. Allah böyle dilemiştir, diyene “amaaa” der. İşte bu! Tevekkül, herkesi kapsayan bir nimet değildir. Allah’a dayanmanın, endişesiz yaşamanın nimetidir, tevekkül.
Öncelikle rabbimizin zatını, isim ve sıfatlarını tanımamız gerekiyor; buna, İslam, tevhit diyor. Bu sebeple yukarıda bilmekten bahsettim. İman edip, güvenip dayanmadan önce nereye, kime dayanıp güveneceğini bilmeli bir insan. Tanımaya başladıkça sevgisi artar; bu, fıtridir. Tanıdıkça sevmekten marifetullah doğar. Bu sebeple âlimlerimiz, marifetullah gerçekleşmeden muhabbetullah olmaz, demişlerdir. “Alime” fili ile “arefe” fiili arasındaki en önemli fark; bilmek değil anlamak, tanımak, vakıf olmaktır. Bu açıklamayla anlıyoruz ki güvenmenin temelinde tanımak yatar, bilmek değil.
Biz insanlar, bazen birini hemen severiz, sonra onu tanıdıkça ondan uzak durmaya başlarız ya da tanıdıkça ona daha yakın olmak isteriz. Tevekkül edebilmenin birinci yolu, bilmek ve gereği gibi tanımaktır. İkincisi ise kadere iman. Yine karşımıza inanmak çıktı. Evet, geçmişi, geleceği bilen yüceler yücesi bir zata inandım, güvendim ve dayandım. O zaman gelecek endişem biter; kalben, fıtratımdan kaynaklanan bir sıkıntı duysam da hemen tevekkül gibi bir güçle dayanmamı artırır ve bana der ki “Bırak! Rabbin her şeye kadir. Korkma! Önceden neyi takdir etmişse o gerçekleşecektir. Endişelenmeyi bırak!”
Bugünkü endişe dolu, çekilmez hayatların neyden kaynaklandığını daha iyi anlamış oluyoruz. Aynı zamanda kadere iman da tehlikeli bir konu. Peki, kadere nasıl inanmamız gerekiyor? Ne Kaderiyeciler gibi “Her şeyin vuku bulması, benim irademledir,” deyip iradeyi ilah tayin etmek ne de Cebriyeciler gibi “Ben ne yapıyorsam bana, Allah yaptırıyor.” deyip iradeyi yok sayarak, bütün yaptıklarını Allah’a mal ederek iftira atmak.
Kader konusu, geniş bir mevzudur. Sadece önemine binaen diyoruz ki Allah’ın bir dilemesi bir de emretmesi vardır. Dilemesi, rabbimizin bizi yaratıp hayatımızı idame ettireceğimiz akıl, ilim, irade, korunma ve hareket mekanizması vs. gibi mükemmel vasıflılarla donatıp serbest bırakmasının adıdır. İsteyen şakir, isteyen kâfir olur; bu, dilemesidir:
اِنَّا هَدَيْنَاهُ السَّبٖيلَ اِمَّا شَاكِراً وَاِمَّا كَـفُوراً ﴿٣﴾
“Şüphesiz biz ona, doğru yolu gösterdik; artık o isterse şükreden olur, isterse nankör.” (İnsan 3).
Ümmetin cahilleri, adam öldürüyor; sonra “Allah dilemeseydi öldürmezdim.” diyor. Âlemlerin rabbi; kimi, nerede, nasıl öldürmemiz gerektiğini emirleriyle buyurmuştur; işte bu, iftiradır. Bu emirlerle bizim ne yapmamızı ne yapmamamızı emretmiş, sonra da bizi serbest bırakmıştır. Ama insana iyilik ve kötülük gücünü de vermiştir yoksa imtihanın bir anlamı kalmazdı; dilemesi, budur.
Emretmesi, ayrıdır. Helaller ve haramlar, uzak durmamız gerekenler, Kur’an-ı mübinde bize açık açık indirilmiştir. Kaderi anlamak istiyorsak bize düşen; emirlere riayet etmek, yasaklardan uzak durmak, başımıza gelen gücümüz dışındaki şeyler için Allah’ın takdiridir demektir. Elbette ki bu konunun ince noktaları vardır; bu, bizim işimiz değildir. Uğraşsak da bir şeye ulaşamayız, gaybi bir bilgidir. Biz, üzerimize vazife kılınmış olan ile iştigal edelim. Allah, kendisinin ne yapması gerektiğini bilir.
Vekil tayin etmenin bir adıdır, tevekkül. Tevekkül, kime edilir ya da edilmelidir? Bu sorumuza cevap arayalım.
Tevekkül, kadere imanın getirisidir. Kişinin, bütün gücünü kullandıktan sonra Allah’a dayanması ve ona bağlanmasının adıdır. Elbette ki herkese ve her yere dayanılmaz, güvenilmez. Ancak ve ancak üstün bir iradeye, sınırsız güce, kudrete sahip olan, olmuşu ve olacağı bilene işler havale edilebilir ve ona dayanılır. Yanlış yapmayacağı bilindiği için, endişe duyulmaz. Bu sebeple âlimlerimiz; tevekkül, endişesizliktir, demişlerdir.
İslam, insan fıtratına uygun olarak indirildiği için, onun iç ve dış dünyasını mamur eder. İç ve dış, bir bütünlük içindedir. Psikolojik olarak insanın iç dünyasının sağlam oluşu, dış dünyasının ifadesidir.
Tevekkül; Allah vekil tayin edildiği; ona samimi bir şekilde, insanın karargâhı ve aklın yeri olan kalp ile bağlanılıp dayanıldığı zaman bütün organları ve duyguları yönetir. Bu, bir nimettir, Allah’tan kullarına. Öyle ki kulların içtimai hayatlarını da bu iç dünyanın düzgünlüğü idare eder. Bozuk ruhlu insanların oluşturduğu toplumdan, ondan meydana gelen ailelerden, devletten ve bu tür oluşumlardan bir hayır beklenemez.
Bakın, rabbimiz bizi nasıl koruyor, içimizi ve dışımızı nasıl mamur ediyor? Sadece onu tanıyan; onu, olmazsa olmaz’ı kabul edenleri el-mubdi ve el-muid, tevekkül nimeti ile nimetlendiriyor.
Sahabenin güzidelerinden İbn-i Abbas (ra) anlatıyor:
“Ömer b. Hattap (ra) Şam’a gitmek üzere yola çıkmıştı. Serğ denen yere vardığında Hz. Ömer’i, komutanlar (Ebu Ubeyde b. Cerrah ve arkadaşları) karşıladılar ve ona Şam’da salgın hastalığın baş gösterdiğini haber verdiler. Hz. Ömer, bana ‘İlk muhacirleri çağır.’ dedi. Onları çağırdım. Hz. Ömer, Şam’da salgın hastalığın baş gösterdiğini bildirerek onlarla istişare etti. Onlar, ihtilaf ettiler. Bazıları, ‘Sen bir iş için yola çıktın, geri dönmen için bir sebep görmüyoruz.’ dediler. Diğerleri ise ‘İnsanların kalan kısmı ile Resulullahın ashabı seninle beraber, onları tehlikeye atmanı uygun görmüyoruz.’ dediler. Hz. Ömer, onlara ‘Siz gidin.’ dedikten sonra bana da ‘Ensar’ı çağır.” dedi. Ensar’ı çağırdım. Hz. Ömer, onlarla da istişare etti. Onlar da muhacirlerin yolunu tutup ihtilaf ettiler. Hz. Ömer, onlara da ‘Siz gidin.’ dedikten sonra bana dönüp şöyle dedi: ‘Bana, Mekke’nin fethinden önce hicret eden Kureyş’in yaşlılarından burada bulunanları çağır.’ Ben de onları çağırdım. Onlardan iki kişi bile bu konuda ihtilaf etmedi. Hepsi birden, ‘Biz senin insanlarla beraber geri dönmeni ve onları veba salgınına atmamanı uygun görüyoruz.’ dediler. Hz. Ömer, bunun üzerine halka seslenerek ‘Sabahleyin ben bineğimin sırtında olacağım, siz de bineklerinize atlayın.’ dedi. Ebu Ubeyde b. Cerrah (ra), ‘Sen, Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?’ dedi. Hz. Ömer, ‘Keşke bunu, senden başkası söylemiş olsaydı Ebu Ubeyde!’ dedi. Onun muhalefetinden Hz. Ömer hoşlanmamıştı. ‘Evet!’ dedi. ‘Allah’ın kaderinden, Allah’ın kaderine kaçıyoruz. Söylesene, senin develerin olsa da iki taraflı bir vadiye inseler bu vadinin iki tarafından biri verimli, diğeri de çorak olsa sen develerini verimli yerde de otlatsan, çorak yerde de otlatsan yine Allah’ın kaderiyle otlatmış olmaz mısın?’ O sırada, bir süredir bazı ihtiyaçları için ortalıkta görünmeyen Abdurrahman b. Avf (ra) çıkageldi ve ‘Benim bu konuda bilgim var.’ dedi. ‘Resulullahın (sav) şöyle buyurduğunu işitmiştim: ‘Bir yerde veba olduğunu işittiğiniz zaman, oraya girmeyin. Siz oradayken bulaşıcı hastalık baş gösterecek olursa hastalıktan kaçmak için oradan çıkmayın.’ Bunu işiten Hz. Ömer, Allah’a hamd etti ve Şam’a girmeden geri döndü (Buhari, Tıb 30; Müslim).
Böylece idrak ediyoruz ki hakkı ile tevekkül edebilmenin şartları, öncelikle dayanıp güveneceğimiz zatı tanımaktır. Tüm gayretimizi kullanıp, tedbirlere tevessül edip kaderimizin bize getirdiğine teslim olmaktır.
En emin olana emanet olunuz.
Sümeyye DEMİRCİ