Yakın Tarihimizde iki 17 Aralık yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor. Birincisi Muhammed Buazizi’nin Tunus’ta kendisini yakması ile başlayan ve adına “Arap Baharı” denilen 17 Aralık 2010 tarihindeki olay; ikincisi ise 17 Aralık 2013’te Türkiye’de yaşanan olaylar. Her ikisi de bütün hızıyla devam etmekte.
“Arap Baharı” diye isimlendirilen olaylar Tunus, Mısır, Libya ve Suriye olmak üzere hedefinden sapmadan ilerliyor. Ama bu sahte baharın öncesi bilinmeden bugününü bilmemiz mümkün değildir. Öncesi, Osmanlının yıkılışına hatta yıkılmadan önce İngilizlerin ve Fransızların birlikte Osmanlı topraklarını parçaladıkları 1916 Sykes-Picot Anlaşmasına kadar uzanır. Birinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği, Osmanlının ittihatçılar eliyle diz çöktürüldüğü, Osmanlı sonrası kurulacak yeni Osmanlıya göre minik Türkiye’nin bürokrat ve yöneticilerinin yetiştirildiği ve her şeyin Osmanlı sonrası olarak düşünüldüğü o günler, o yıllar biraz da bugünlere sanki ışık tutuyor gibi. Yegâne alâmet-i farikâları Abdülhamid’e ve onun yönetimindeki Osmanlıya karşı olmak olan “Jön Türkler”’in esin kaynakları Fransız Devrimi ve onun getirdikleri idi. Adı geçen kesim ve onlardan türeme İttihat-Terakki Cemiyeti Osmanlıyı yıpratmaya azami gayret gösterirken, İngilizler de bir başka grubu eğitiyor, eğitmekle kalmıyor neredeyse tüm Osmanlı topraklarında hangi devletçiklerin, hangi ulus devlet yapılanmalarının teşkili planlarını yapıyordu. İngilizler yalnız plan yapmakla kalmıyor, Osmanlı sonrası İslam coğrafyasını kimlerin yöneteceğini belirliyor ve belirledikleri şahısları da hem içeride hem de dışarıda eğitiyorlardı.
1915’te Arap Yarımadasını ele geçiren İngiltere, Osmanlıya karşı ayaklanan(ayaklandırdığı) ve bugünkü Ürdün Kralının büyük büyük(!) dedesi olan Şerif Hüseyin’i destekleyerek Irak ve Filistin torakları üzerinde kendisine bağlı, petrol yataklarını kontrol edebileceği bir Arap devleti kurmayı kararlaştırdı. Buna göre gerekli çalışmaların yapılması ve “Bereketli Hilal” denilen toprakların maddi ve manevi tüm değerlerinin kontrol altına alınması için Mekke Şerifi Hüseyin ile Mısır’daki İngiliz Yüksek Komutanı McMahon arasında bir anlaşma imzaladı.
29 Nisan 1916’da Kut’ülAmmara Kuşatması sonrasında İngilizler Osmanlı 6. Ordusunu bozguna uğrattılar ve 17 gün sonra da 16 Mayıs 1916’da İngiltere ve Fransa arasında Osmanlı topraklarını paylaşma anlaşması imzalandı. Jön Türklerin ve İttihatçıların devirmek için mücadele ettikleri II. Abdülhamid Han Mekke Şerifi olan Hüseyin’in ne hain birisi olduğunu bildiği için onu uzun yıllar istanbul’da göz hapsinde bulundurdu. Ancak Abdülhamid sonrası yönetim yani İttihatçılar Hüseyin’i Medine Şerifi olarak Hicaz’a gönderdiler. Şerif Hüseyin de elinden geleni yaptı ve Sykes-Picot’un gereğini yerine getirmek için Haziran 1916’da Osmanlıya karşı isyan etti. 4. Ordu Komutanı olan Cemal Paşa tarafından Medine’ye gönderilen Fahrettin Paşa, 2 yıl 7 ay Medine’yi tüm çaresizlikler içerisinde müdafaa etti. Sonunda İngilizler tarafından esir alınarak Malta’ya sürgüne gönderildi.
İngilizler neredeyse tüm Osmanlı topraklarında Osmanlı sonrası “ulus devlet” yapılanmaları ile bu devletlerin yönetimine getirilecek olanların eğitimine azami hassasiyet gösterdiler. Zira onlar mümkün olduğunca Osmanlı ve hilafet gerçekliğiyle ilgisi olmayan bir yönetim biçimi öngörüyorlardı. Buna rağmen yine de ne olur, ne olmaz anlayışı ile bölgede Siyonist bir devletin kurulmasını öngördüler. Bu bağlamla İngiltere Dışişleri Bakanı Balfour 2 Kasım 1917’de Siyonist hareketin liderlerinden olan Lord Rothschild’e gönderdiği mektupta “Majestelerinin hükümeti Filistin topraklarında Musevi bir devletin kurulmasını kabul eder ve destekler.” ifadesinin yer aldığı metni gönderir.
Kasım 1947’de BM’nin 181 sayılı kararı ile Filistin topraklarında “Musevi” Devletinin kurulması kararlaştırılır. Ve bu karar 15 Mayıs 1948’de devlete dönüşür. Bereketli Hilal’in bağrına bir hançer gibi saplanan Siyonist devlet, meşruiyetini BM’nin 181 sayılı kararından almadı; İngilizlerin, Fransızların ve onların İslam coğrafyasındaki işbirlikçilerinin eliyle yıkılan Osmanlı sonrası kurulan T.C. devleti o gün de bugün de küresel güç odakları tarafından zayıf ya da kuvvetli zamanlarında dikkate alınan bir devlettir. Bundan dolayıdır ki İsrail asıl meşruiyetini 29 Mart 1949’da tek parti döneminin ya da CHP iktidarının dine en yakın olan Başbakanı Şemsettin Günaltay zamanında tanınması ile elde etti. Başbakan Erdoğan’ın 29 Ocak 2009’da Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez’e karşı yaptığı konuşma ya da çıkış aslında 1947’de İsrail’e verilen meşruiyetin geri alınmasıdır. O günden beri Tayyip Erdoğan’ın hedef tahtası haline getirilmesi bilerek ya da bilmeyerek yaptığı hatalarından ya da suçlarından dolayı değil; küresel güç odaklarının tefecisi olan Yahudi baronların tekerine çomak sokmasından ve onlara uluslararası finans çevrelerinde hareket serbestisi veren İsrail Devleti’nin Erdoğan tarafından ruhsatının iptal edilmesinden dolayıdır.
Coğrafyamız dün de bugün de Osmanlıyı yıkan güç odakları ve onların yöresel uzantılarının taarruzu altındadır. Dün nasıl ki enerji kaynaklarına sahip olmak için İran, Irak, Arap Yarımadası vb. gibi yerlerde Rockefeller, Rothschild ve Morgan aileleri varsa, bugün de aynı aileler iş başında. Keza Washington bu ailelere yakın destek olan Londra ve New York’la neredeyse çatışma halinde. Dikkat ediyor musunuz ABD Dışişleri Bakanı Kerry defalarca Ortadoğu’ya geliyor. Sözde geliş gayesi; İsrail – Filistin barışını sağlamak ve dolayısıyla İsrail’in güvenliğinin yanı sıra Filistinlilere de bir devlet oluşturmak. Ama buna, Londra, New York ve Tel Aviv direniyor. İsrail’in güvenliği bir tarafa Türkiye de canı gönülden bir Filistin Devleti’nin kurulması için çaba sarfediyor. Başbakan Erdoğan’ın Davos çıkışı öncesini hatırlasanıza; 2008’in Aralık sonu ile 2009 Ocak başlarında Gazze’ye yönelik yoğun İsrail saldırıları sonucunda yüzlerce ölü ve enkaz haline gelen Gazze. O gün Davos’ta adeta: “Senin yaşın benden büyük, siz insan öldürmeyi çok iyi bilirsiniz..” diye süren konuşma, Balfour’a, Rockfeller’e, Rolhsehid’e, İngiltere Kraliçesi’ne bir meydan okuyuştu. Elbette bunun hesaplaşması olacaktı. Keza Türkiye’de bugün en çok uğraşılan isimlerin başında gelen MİT Müsteşarı da Davos’taydı. Davudoğlu, Nabi Avcı da oradaydılar. Bu isimler bugünkü Türkiye’nin ve Osmanlı hinterlandında bulunan ve halkı Müslüman olan ülkelerin huzurunu, refahını önceleyen insanlardı. Kim bilir adı geçen odaklar, onların Pensilvanya vb. yandaşları, İsrail’in meşruiyetinin Davos’ta iptal edilmesinin failleri olarak bu isimleri görüyor olabilirler. Arap baharının faturası, yani 17 Aralık 2010 ve devamının faturası Mısır, Libya, Suriye, Tunus gibi ülkelerin dindar, milletini ve vatanını sevenlere kesiliyor. Aynı şekilde Türkiye’de de Davos’un faturası 7 Şubat 2012 itibariyle MİT Müsteşarı’na 17 Aralık 2012’den beri de Erdoğan ve yakın çalışma arkadaşlarına ve hatta Türkiye halkına, AK Parti iktidarına destek veren kitlelere kesiliyor. Kimse bu ifadelerin arkasında haksızlıkları, varsa yolsuzlukları desteklediğimiz gibi bir şey aramasın. Bendeniz Hegelci bir mantıkla devleti kutsayanlardan değilim. Keza devleti de, yönetimi de idealize edenlerden hiç değilim. Gerçekleri de idealizm uğruna feda edecek de değilim.
Bugün Osmanlı sonrası Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar yeniden dizayn ediliyor. Sykes-Picot revize ediliyor. Adı geçen coğrafyanın haritası yeniden çiziliyor. Irak’ta bu harita çizildi bile. Belki yarın Suriye’de harita değişimini, Suriye’nin Otonom yapılara evrilmesini mümkün kılması halinde Kuzey Suriye otonom Kürt yapılanmasıyla yüz yüze geleceğiz. Keza sürçülisan veya değil bazı BDP’lilerin yerel seçimler sonrası özerklik ilan edeceklerine ilişkin beyanatları da görmezlikten gelinecek beyanatlar değil. Özerkliği, otonom yapılanmayı tartışacak değilim. Ama vurgulanması gereken konu şu; Türkiye bölgesi ile ciddi şekilde ilgileniliyor. Hassaten İsrail’e, New York’a rağmen Türkiye’nin 15 Mayıs 2011’de Başbakan’ın Erbil ziyareti ile Kuzey Irak Kürt yapılanmasının meşruiyet kazanması ve yine Amerika’nın ya da Washington’un, Ruhani İran’ı ile temasa geçmesi, anlaşmalar yapması; bilhassa İsrail, Londra, Berlin ve New York tarafından dikkatle takip ediliyor. Hele hele AK Parti iktidarındaki Türkiye’nin Aralık 2012’de yürürlüğe koyduğu “barış süreci” ve bu sürecin ciddi aksaklıklar olmadan devam etmesi yukarıdaki adı geçen odakları üzüyor ve endişelendiriyor.
Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Babacan’ın Avustralya’da G-20’ler toplantısında Türkiye’nin ekonomik verilerini ortaya koyması ve 17 Aralık 2013 kalkışmasına rağmen verilerin pozitif olması da birilerini üzmüşe benziyor.
Arap baharını başlatan 17 Aralık ile Tayyip Erdoğan’ı ve AK Parti iktidarını bitirmek isteyen 17 Aralık aslında sonuçları itibariyle birbirine çok benziyor. Özellikle Arap Baharının halkı Müslüman olan ülkelerde, ülke yönetimlerinin halkın içinden gelen, halkın değerlerini paylaşan ve yine Batı dünyasının ve batıcıların çok kutsadığı demokrasi ile onun alt başlıkları olan; hukukun üstünlüğü, düşünce ve inanç özgürlüğü, fırsat eşitliği gibi kavramları toplumlarına tatbik etmek isteyenlere karşı darbe niteliğine bürünmüştür. Aynı şekilde Türkiye’de yönetimin, iktidarın Kur’an’ın öngördüğü bir İslam anlayışı ve uygulaması çabası olmadığı halde, demokrasi ve onun alt başlıklarının geçerli olması gayret ve çabaları “KALKIŞMA” ile karşılık bulmuştur. Tabii ki Arap ve Türkiye 17 Aralık hadiselerinin görünen yüzü bu. Ya görünmeyen yüzü?
Olayların görünmeyen yüzünde ise esas kaygı duyulan hususlar; Ortadoğu’da Osmanlı sonrası var olan devletlerin Yeni Dünya Düzenine eklemlenememesi sorunu var. Hâlâ sınıfsal, dinsel, ulusal direniş odakları var. Oysa YOP’a göre bunlar bastırılmalı idi. Petrol bölgelerinde halen istenilen kontrol sağlanabilmiş değil. Bölge otonom yapılanmalara hazır hale gelmedi. Petrol üreticisi ülkelerin petrodolarları yer yer istenilmeyen ülke ve ellerde. Bunun en tipik örneği 17 Aralık’ta Halk Bankası’na yönelik operasyondur. Elbette Irak’ın, Şahdeniz’in, kısmen İran’ın petrol ve doğalgaz gelirlerinin Halkbank üzerinden akışı kabul edilemezdi! Zira Rockefeller ailesine ait olan JP Morgan, Goldman Sachs, Bank of Amerika ve yine Uganda’nın neredeyse sahibi olan Wells Fargo’nun patronlarından olan Rohschild ailesi buna razı olamazdı. Her kim ki bu ve benzeri ailelerin çıkarlarına aykırı hareket ediyorsa bunun hesabını vermeli idi. İşte bu cümleden olarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; Mısırda Mursi, Türkiye’de Erdoğan, Tunus’ta Gannuşi, kendilerinden beklenen rolü oynamadılar. Yahudi lobilerinin, onların iç ve dış destekçilerinin ikazlarına kulak asmadılar. Bu yüzden de birisi zindanda hesap veriyor, birisi dinleme aygıtlarının önünde, bir diğeri de seküler anlayışı din haline getiren Tunus bürokrasisi ve aristokrasisi önünde hesap veriyor. Ve tabii ki bu noktada hemen Kur’an’ın ikazı ile yüz yüze geliyoruz; “Sen onların kendi dinlerine uymadıkça ne Yahudiler, ne de Hristiyanlar senden razı olmazlar. Asıl doğru yol, Allah’ın yoludur de. Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyarsan, and olsun ki, Allah’tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olur.” (Bakara 2/120)
Sona doğru şunları da ilave etmekte fayda var. Hatırlarsanız Şubat 1990’da Graham Fuller imzasıyla bir Türkiye Raporu yayınlanmıştı. Rapor uzun ama muhteva olarak soğuk savaş sonrası halkı Müslüman olan ülkelerde demokrasi ve onun alâmet-i farikası olan kapitalizmin tek alternatifi olan İSLAM’ı durdurabilmek, O’nu etkisizleştirebilmek için Müslümanların iktidara gelmesinin temini öngörülüyordu. Devamında çağdaş eğitim, sağlık, ulaşım, iletişim vb. konularda Müslüman yöneticilerin başarısız olacağı öngörüsü ile bu sayede hem İSLAM’ın hem de Müslüman yöneticilerin alternatif olmaktan çıkacağı vurgulanıyordu. Ne var ki evdeki hesap çarşıya uymadı, Müslümanlar hem yerel yönetimlerde hem de genel yönetimlerde başarılı oldular, ilkeli oldular demiyorum evet başarılı oldular… Bunun üzerine Rand Campration yeni bir Türkiye raporu hazırladı. Bilhassa Türkiye’de AK Parti iktidarının yerel ve genel yönetimlerde başarılı olması dikkate alınarak 1990 Türkiye raporu adeta revize edildi. (Bak. Siyasal İslam’ın Yükselişi, Umran Temmuz 2008) Buna göre AK Parti için öngörülen tedbirler şöyle sıralanıyor;
a)AK Parti ılımlı, AB yönelimli yol izler.
b)Sinsice İslamileştirme yaşanır.
c)Bunun üzerine Anayasa Mahkemesi AK Partiyi kapatır.
d)Kapatmaz ise sosyal gerilimler artırılır ve askeri müdahale seçeneği devreye girer.
Doğrusu adı geçen rapor neredeyse harfiyen uygulandı. AK Parti iktidarı uzun bir süre AB yanlısı politikayı sürdürdü ve halen göstermelik de olsa AB’den sorumlu devlet bakanlığı mevcuttur. “Sinsice İslamileştirme yaşanır” tezi geçersiz kaldı. Zira düne kadar büyük şehirlerin varoşlarında ekonomiden, siyasetten ve bürokrasiden pay almayan/alamayan kitleler ki genellikle muhafazakâr kitlelerdir, evet bu kitle AK Parti iktidarı ile para, siyaset ve makamla tanıştı. Ancak bu tanışıklığın yeterli alt yapısı olmadığı için ucube, yer yer de şımarık zenginler, siyasetçiler ve makam sahipleri oluştu. Takdir edersiniz ki bu tür bir gelişmenin İslam’la-İslamîlikle alakası yoktur ve olamaz. Kur’an’da: “Sana neyi sarf edeceklerini soruyorlar; de ki; artanını..” (Bakara 2/219) Kur’an’ın bu uyarısına rağmen servetle yeni tanışmış olan dünün taşralı Müslümanı bugün kapitalist ekonominin ibadet rüknü haline gelmiş olan tüketim yarışındadır. Artırma değil artırmama, tüketme yarışında olan kimselere de İslamîleşti denmez/denemez herhalde!
Rand’ın bir diğer beklentisi AYM’nin AK Parti’yi kapatacağı tezi idi. Doğru, 2008’de Yargıtay Başsavcısı davayı açtı ama 6’ya 5 oyla dava reddedildi. Şimdi son bir öngörü var; o da sosyal gerilimlerin artırılması ile askerin müdahaleye teşviki. Bay Randcular kusura bakmasınlar ama 2008 Haziran’ından bu yana ‘askeri vesayet’ neredeyse sona erdirildi. Ancak askeri vesayetin yapamayacağı ve yapmayacağı işlevi bugün sokak üstlenmiş durumda. Gezi Parkı olayları bunun öznesidir. Keza o günden günümüze ve yarınlara da bu olayın uzantıları devam edecek. Paralel Yapı, dinleme, 17 Aralık, 25 Aralık, Başbakan ve oğlunun konuşma iddiaları ve daha birçok konu gündemimize, Türkiye gündemine gelecek. Tüm bu olanlara ilişkin olarak ulusalcıları, Kemalistleri, laik-seküler anlayış ve uygulamaları inanç ve ibadet telakki edenleri anlıyorum. Hatta Pensilvanya’yı da anlıyorum. Anlamadığım Pensilvanya’nın Türkiye uzantısı “cemaat”tir. Zira Pensilvanya’daki kişi tutsak, siz de mi tutsaksınız? Gerçekten ne istediniz de alamadınız? Sanıyorum bunun da cevabını en net biçimde Bülent Keneş veriyor: “Aslında siyasal İslamcı kökten gelmekle birlikte değiştiğini söyleyerek kendisine paralel bir rotada seyreden Hizmet Hareket’ine yaklaşan AKP, yeniden siyasal İslamcılığa dönerek bu rotadan kendisi uzaklaştı. Kendi asli yörüngesine hızla geri döndü. Hizmet Hareketi ise bugün, tıpkı eskiden beri olduğu gibi, hep inandığı ve savunageldiği, hoşgörülü, kuşatıcı, özgürlükçü sivil İslami anlayışa ve demokratik değerlere sımsıkı bağlı kalarak yoluna devam etme çabasında …” (Today’s Zaman Genel Yayın Yönetmeni, 15 Ocak 2014)
17 Aralık 2010’da başlayan ‘Arap Baharı’ süreci ve ona yönelik baskı ve yıkımlar; ulus devlet anlayış ve uygulamalarının sonlandırılmasına kadar sürecek gözüküyor. İki 17 Aralık olayının en önemli ortak paydası bölgede harita değişimi için uluslararası güç odaklarına imkân vermesi, enerji kaynakları Petro Dolar ve İslami anlayışların daha uygun mecralara yönlendirilmesinin teminidir. Suriye’deki dram, yıkım, yok edişin devamının arkasındaki esas neden ise “İsrail’in güvenliği” sorunudur. Irak’ı, Suriye’yi, Mısır’ı, Lübnan’ı neredeyse bitirdiler. İsrail için sadece İslâm değil, Müslümanlar da tehdit unsurudur. Dolayısıyla Suriye ve benzeri yerlerdeki yıkımın, yok edilişin nedeni, İsrail’e kafa tutacak hiçbir Müslüman bırakmamaktır.
17 Aralık 2012’den bu yana Türkiye’de olup bitenler muhtemelen bugün olduğu gibi yarın da Başbakan Erdoğan’ın şahsında somutlaşacak. İlk hedef Erdoğan’sız bir AK Parti. Sonrasında konjonktürel bir cumhurbaşkanı tercihi ve seçimi. Devamında uluslararası sermaye ve sisteme entegre olan bir Türkiye. Tüm bu hedeflere varırken devletin geleneksel olarak ‘kökü dışarıda’ anlayışına gösterdiği duyarlılık gereği, ‘devletle birlikte devlete kafa tutan’ cemaatin AK Parti ve Tayyip Erdoğan eliyle tasfiyesi… Bu bağlamda cemaatin yaşaması neredeyse imkânsız gözükürken, sonrasında Tayyip Erdoğan’lı bir AK Parti tasavvuru da mümkün gözükmemekte.
O zaman her iki 17 Aralık’a muhatap olan Türkiye ve bölgenin halkları ne yapmalı? Bunun da cevabını Kur’an-ı Kerim net bir şekilde ortaya koyuyor: ‘Öyleyse emrolunduğun gibi dosdoğru ol; seninle beraber tövbe edenler de aşırı gitmesinler. Zira O, yaptıklarınızı görmekte. Sakın zulmedenlere dayanmayın, sonra size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra size yardım edilmez.’ (Hûd 11/112-113)
27 Şubat 2014
NOT: Bu yazı Genç Birikim dergisinin mart-2014 sayısında yayımlanmıştır.