Bir önceki yazımızda kaldığımız yerden devam edelim. İdeali, iddiası olmayan ve cahili kültürün kurbanı olmuş bu toplumun fertleri kendilerini Müslüman olarak görmektedirler. İslam’ın gereği namaz kılmakta, oruç tutmakta, kurban kesmekte ve İslam’ın genel geçer geleneksel hale gelmiş ritüellerini yapmaktadırlar. Toplumun bu kesimi ile o kadar girift ve kaynaşmış olarak yaşıyoruz ki ailemizden, komşularımızdan, iş hayatımızdan ve alışveriş yaparak muhatap olduğumuz kişiler ağırlıklı olarak bu kesimi oluşmaktadır.
Her türlü cahili adet ile iç içe olmuş böyle bir toplumun davranış biçimlerinde öncelik İslami değerler midir? Yoksa geleneksel cahili adet ve atalarından gelen ibadetleri de içeren davranışlar mıdır? Bu aşamada cahiliye üzere olan ve İslami iddiası olmayan bu toplumun yaşam biçimine dair bir analizde bulunalım.
Kendisine Müslümanım diyen bu toplumun ekseri fertleri hiçbir Cuma namazını kaçırmaz ama farz olan beş vakit namazı kılanın sayısı da oldukça azdır. Yine farz olan beş vakit namazı kılmayan bu toplumun fertleri teravih namazını asla kaçırmaz. Bu çoğunluk kesimin vazgeçilmezlerinden biri, asla kumar olarak görmedikleri ve başına milli kelimesi ile devletin teşvik ettiği piyango biletini alırlar. Yine devletin eliyle kurumsallaştırıldığı, toplumun kumara yönlendirildiği ve başına masum spor kelimesi ile loto, toto, iddiaa vb. oyunlarını büyük bir heyecan ve zevkle oynarlar. Bu kesime göre kumar masada büyük paraların döndüğü ortamlardır ve böyle ortamlarda bulunmazlar. Devlette bu tarz kumarhaneleri kapatmıştır(!) Mevcut bilinen kumarhanelerde kumarhane değil dernektir ve polis ekipleri tarafından kontrol(!) altındadır. Ata sporu olarak sahiplenilen ata binicilikte, devlet eliyle meşrulaştırılmış, yine devlet eliyle kumar alanlarından biri haline getirilerek atı ve sporu seven bu topluma bir eğlence(!) olarak sunulmuştur.
Yine bu Müslüman toplumun genç kızları ve kadınlarının bir kısmı; sokağa çıkarken başörtüsünü takar ama başörtüsünün İslam’da ne anlama geldiğini, başı ile birlikte neleri örtmesi gerektiğini anlayamazlar. Cahili adetleri içinden, kalbinden bir türlü atamazlar. Bu haliyle daha da bir süslenerek hiçbir düğünü kaçırmazlar. Helallik haramlık uygulanmayan bu düğün nasılsa akrabalarınındır ve yabancı değillerdir. Ve mahremi olmayan erkeklerin arasında tüm maharetlerini gösterirler. Bu ortamda Müslüman erkeklerde ne hikmetse aynı mantaliteyle karısının, kızının bu süslü ve cazip kıyafetlerle herkesin gözü önünde bedenini teşhir etmesinden, oynamasından rahatsız olmazlar. Yılda bir, oda düğünlerde diyerek içki içmekten de geri duramazlar.
TV programlarına çıkan hocalara soru soran ablalar, teyzeler, amcalar bir takva abidesi olarak öyle sorular sorarlar ki Müslümanlığınızı sorgularsınız. Ama bu takva abidelerinin, hayatlarındaki ilahlardan, rablerden, Allah’ın dışında ibadet derecesinde yöneldikleri kişiler ile olan hallerinin Allah katındaki durumlarından bihaberdirler. Türbelerin müdavimleri olan bu ablalar, teyzeler; Allah’ın isteklerini yerine getirmemesi ya da hayırlarına olacak şekilde ertelemesine tahammül edemeyerek; yatırlara, türbelere çaput bağlayıp, taş yapıştırarak imanlarına şirk bulaştırırlar.
Etkileyici bir fon müziği eşliğinde ve görsellikte, Ramazan ayı akşamında gözyaşlarıyla veda hutbesini izleyen bu Müslümanlar; ne hikmetse Rasulullah’ın (s.a.v.) veda hutbesindeki “İyi bilin ki cahiliye adetlerinin hepsini kaldırdım, ayaklarımın altına aldım” sözünü üzerlerine almazlar. Peygambere o kadar saygılıdırlar ki tıpkı Kur’an’a saygılarından dolayı süslü kılıflarda odaların en yükseğine astıkları gibi her evde Peygamberin ismini asılı bulmak mümkündür. Bu Müslümanlara göre Kur’an; evi koruyan, bereket sağlayan mübarek bir kitaptır. Sadece cenazelerde veya özel gecelerde indirilir üzeri tozlanmış kılıflarından, oda Yasin okumak için ama o kadar. Bilmezler ki ölülere okudukları Yasin suresinin 70. Ayetinde diriler için indirildiği belirtilmiş.
Cahili kültürün hâkim olduğu beyinler her zaman için kolayı tercih eder. Hikâye formatlı anlatılan ve alabildiğine tahrif edilmiş, abartılmış kişiler ve yaptığı ameller, bu toplumda yer edinir. Her yere uçan, her yerde gören, günaha karşı zırh giydiren, hataya anında tokatla cevap veren, Allah ile irtibatlı ve devamlı vahiy alan(!) bu zevat takımı; toplumdaki bu rahat ve kolaya talip olan kesimden nemalanır. Bu ilimsiz âlim müsveddeleri, sahte şeyhler; “Eğer ben peygamberin dört bin sünnetinden dördünü yapmıyorsam peşimden gelmeyin” diyerek kendilerini peygamber ile bir tutacak kadar cüretkâr davranırlar. Akıllarını ipotek altına veren tabileri de kolay cennetin anahtarı gördükleri bu şirk abidelerini kutsayarak “Peygamber günümüzde yaşasaydı ancak şeyhimiz kadar ibadet edebilirdi” sözleriyle alçakça bir aymazlık sergilerler.
Bu toplumda ülkeyi yönetenler Müslümandırlar ama ülke İslami hükümlere göre yönetilmez. Faiz kullanan esnafa, faiz oranlarını düşürmenin mutluluğu ile “helali hoş olsun” diyen bir Başbakanın onayı ile her gün faiz, kredi ve banka reklamları zihinleri dumura uğratmaktadır. Toplumunda bundan rahatsızlığı yoktur. Krediyi alan memnun veren memnundur.
Toplum nazarında çıkarılan kaoslar, sahiplenilecek değerleri de beraberinde çıkarır. Bunun adı birliktir, beraberliktir, kardeşliktir. Ama en önemlisi ve vazgeçilmezi bütün bunların İslami değerler ile örtüşerek ortaya çıkmasıdır. Bu uğurda milliyetçilikte İslami bir zeminde meşru bir yer alır.
Allah’ın hükümlerinin ve şeriatının yani İslam’ın hâkim olmadığı topraklarda; içini Allah’ın doldurduğu ve anlamlandırdığı şehadet kavramı önemli bir yer tutar. Allah yolunda, Allah’ın dinini yüceltme adına değil de toprak asabiyeti, İslam ile yönetilmeyen bir ülkenin varlığını devam ettirebilme ve ırkçılık temelli bir yaklaşımla harmanlanan şehadet kavramı, Bakara Suresi 154. Ayette “Allah yolunda öldürülenlere sakın ölüler demeyin…” ifadesine rağmen her kesim tarafından sahiplenilir.
Bu toplumun İslam ile imtihanında iddiadan bahsetmek oldukça güçtür. Tüm peygamberlerin mücadelelerindeki, özellikle Rasulullah’ın (s.a.v.) mücadelesindeki iddialı duruşu ve misyonu bu toplum için hiçbir şey ifade etmez. İslam içinde nefislerine hoş gelen “kolaycı İslam’a” tabi bir hayat yaşarlar. Hak ile batılın, şirk ile tevhidin, adalet ile zulmün, ahiret ile dünyanın ayrıştırılamaz bir biçimde birbirine girdiği bir ortamda; tevhid mücadelesi veren Müslümanların işi oldukça zordur. Bu kesime istediğiniz kadar ayet okuyun; tevhidi, yaratılış gayesini anlatın anlamazlar/anlayamazlar. Gelenekselliğin İslam ile harmanlandığı ve vazgeçilmez olduğu bir anlayışı yıkmak oldukça güçtür. Değerlendirmemizdeki bakış açımız geleneğe tamamen karşı olduğumuz değil; İslam’a sonradan sokulan ve İslam’ın bir parçası gibi kabul edilen şirk unsurlarının toplumda kabul görmüş olmasıdır.
Böyle bir yaşam biçimini benimseyen toplum; neye sahip çıkacağını, neyin mücadelesini vermesi gerektiğini bilemediği gibi, yaşadığı hayatı ve benimsediği değerleri Kuran ve Sünnet süzgecinden geçirme gibi bir mantaliteye de sahip değildir. Bu ayrıştırma sürecini yaşayan Müslümanlara ise gerici yaftası vurmuşlar ve uzak durulması gereken radikal kesim olarak damgalamışlardır. Davet edildikleri gerçekleri, kendi değer yargılarına göre değerlendirip “Hocalardan, diyanetten daha mı iyi biliyorsun?” ucuzluğu ile mevcut sistemin sunduğu İslami yaşam biçimi ile tatmin olmuşlar, görmek ya da duymak istemedikleri gerçeklerin üzerini örtme yoluna gitmişlerdir. Bu tarih boyunca hep böyle olmuştur. Bilgisiz insan için geçmiş dönemlerde, atalar hep belirleyici ve doğru ile yanlışın ayırdedicisi olarak sahiplenilmiştir:
“Onlara: ” Allah’ın indirdiği (kitabı)ne ve Peygamber’e gelin” dendiği zaman: “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter” derler. Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu da bulamayan kimseler olsa da mı?” (Maide Suresi 104. Ayet)
“Dediler ki: Ya, demek sen tek Allah’a kulluk edelim ve atalarımızın taptıklarını bırakalım diye mi (bize) geldin? Eğer doğrulardan isen bizi tehdit ettiğin (o azabı) bize getir!” (Araf Suresi 70. Ayet)
Kimlik zafiyeti yaşayanlar, her zaman İslami yaşam konusunda tutarsız ve bulanık bir görüntü verirler. Bunun sebebi davranışlarında referansın İslam olmaması ya da İslam ile birlikte geleneksel kültürün şirk içeren emarelerini taşımalarıdır. İslam’ın ibadet boyutunu geleneksel olarak taşıyan ama asla bütünsel olarak İslami kaynaktan gelmeyen ve açıkça İslam’ın karşısında olduğu kalıpsal davranış şekillerini benimsemesi, kolay olanı tercih etme olarak değerlendirilebilir. Zor olan; İslami değerlerinden her geçen gün parça koparan bir sisteme karşı duruş sergilemektir. Böyle bir iddiası olmayanın da durduğu yer sistemin yanıdır ve sistemin kendisi için biçtiği rolü oynamaktan başka bir şey değildir.
Mevcut sistem bu halkın İslami yönünü tamamlama misyonu ile diyaneti kurmuş ve hutbelerinde; Kızılay haftası, Yeşilay haftası, orman haftası, hayvan haftası, komşuluk ilişkileri, aile bağları gibi konularla imanı elden gitmiş bir toplumun boşluğunu doldurma yoluna gitmiştir. Din yerine kültürünün, ahlak yerine bilgisinin verildiği; 83 yıldır “Türküm” ile başlayıp “Varlığım Türk Varlığına Armağan Olsun” ile biten eğitim sisteminin kurbanı olan, “Kahrolsun Şeriat” sloganı attırılan bir nesil yetiştirilmiştir.
Kalabalıklar içinde silik, pasif ve edilgen bir düşünce yapısı ile savrulma yaşayanlar zamanla içinde bulundukları halin meşruluğunu savunur hale gelirler. Mevcut sistemi benimseyen, içselleştiren ve savunan bir toplumun gittiği yolun yanlışlığı bir süre eleştirilir ama devamı gelmez. Muhatap olunan kişileri yanlıştan çevirmek ve hakka davet etmek artık önemini yitirir. Sonra bu toplumun bir parçası haline gelinir.
Bu durum hakkında Rasulullah (s.a.v.); Ebu Davud ve Tirmizi de geçen hadisinde şöyle uyarıda bulunur: “İsrail oğulları arasında dinden sapma, ilk defa şöyle başladı: Bir adam bir başka adama rastlar ve: Bana baksana! Allah’tan kork ve yapmakta olduğun şeyi terk et. Çünkü bu sana helâl değildir, derdi. Ertesi gün, aynı işi yaparken o adamla tekrar karşılaşır ve kendisini yaptığı kötü işten nehyetmediği gibi, onunla yiyip içmekten ve birlikte olmaktan da çekinmezdi. Onlar böyle yapınca Allah Teâlâ kalplerini birbirine benzetti.” Sonra Rasulullah (s.a.v.) şu ayeti okudu:
“İsrailoğullarından kâfir olanlar Davud’un ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, başkaldırmaları ve aşırı gitmeleriydi. Birbirlerinin yaptıkları fenalıklara mani olmuyorlardı. Yapmakta oldukları ne kötü idi! Onlardan çoğunun inkâr edenleri dost edindiklerini görürsün. Nefislerinin onlara ahiret hayatı için hazırladığı şeyler ne kötüdür! Allah onlara gazap etmiştir, onlar azap içinde temelli kalacaklardır. Eğer Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilen Kur’an’a inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi, fakat onların çoğu yoldan çıkmış kimselerdir” (Maide Suresi:77–81).
Hz. Peygamber bu ayetleri okuduktan sonra şöyle buyurdu: “Hayır, Allah’a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülükten nehyeder, zalimin elini tutup zulmüne mani olur, onu hakka döndürür ve hak üzerinde tutarsınız; ya da Allah Teâlâ kalplerinizi birbirine benzetir, sonra da İsrailoğlularına lânet ettiği gibi size de lânet eder.”
İsrailoğullarındaki bu düşünce yapısına kapılan Müslümanlara göre topluma İslami davetin götürülmesi artık anlamsız hale gelmiştir. Toplumu dönüştürme iddiasından vazgeçen Müslümanlara göre bu toplumun büyük bir çoğunluğu namaz kılıyor yani Müslümandır. Her ne kadar yaşam biçimlerinde imanı zedeleyecek unsurlar bulundursalar da bu o kadar önemi değildir.
Kuran ve sünnet çizgisinden sapmanın getirdiği yozlaşma ve tahrifat, İslam ümmetinin de günümüzdeki en büyük belası durumuna gelmiştir. İslam coğrafyasındaki Müslümanlar, ümmet olma şuurunu ve iddiasını kaybettiği son birkaç yüzyıllık süreçte dağılmışlar ve kimlik kaybına uğramışlardır. Ümmetin içinde bulunduğu durum, bireysel çöküntünün izdüşümü olarak ümmet coğrafyasının her bölgesine sinmiş durumdadır. Öldürülen, sürgün edilen, katliamlara maruz bırakılan, zulmedilen hep ümmetin mazlum halklarıdır. Günümüzde Tekbir getirerek Müslümanların kafalarını kesenler ve hatta onlarca Müslümanın boyunlarını bombalarla birbirine bağlayıp patlatanlar sanatsal etkinlik yapıyormuş gibi caniliklerini ortaya koyarak çekim yapıyorlar. Üstelik bu katliamları İslam adına yapıyorlar.
Rabbimiz Saf Suresi 61. Ayette: “Allah kendi yolunda, duvarları birbirine perçinlenmiş bir bina gibi, saf bağlayarak çarpışanları sever.” buyurmasına rağmen; Ümmet, mersus (Kenetlenip, kaynaşmış) olarak global müstekbirlere ve Müslümanları şirk içinde yüzdüren kâfir güruha karşı savaşacakları yerde birbirlerini katletmek gibi bir iddiada zirve yapıyorlar.
“Neden vurduk birbirimizi” ve “Ölen ben öldüren ben” sözlerini ezgi olarak dillendirerek, yakın tarihte Müslüman kardeşlerinin kanını dökmenin pişmanlığını ifade eden cemaatler de yok değil. O dönemlerde bu kesim için tabulaştırılan asabiyetin tek bir açıklaması vardı: Kardeşlik ve ümmet olma iddialarındaki kayma…
Ümmet iddiasından uzaklaşan her Müslüman toplum; kendi içinde tiranlarını, firavunlarını ve zalim yöneticilerini çıkarmış/çıkarılmasına kapı aralamıştır. Toplumsal İslami ıslah merkezli bir devlet ve toplum yapısından uzaklaşıldıkça, ilk önce sahip olunan güzel hasletler kaybolmaya başlar. Güzel hasletlerini bireysel düzlemde takvadan, toplumsal düzlemde emri bil maruf nehyi anil münker’den soyutlayan ve Allah’ı “hayatının merkezine” koymayan bireyler ve toplumlar yaşadıkları eksen kayması ile her türlü zulme açık hale gelirler. İddiasız Müslümanlar kardeşlik bağlarını gevşettiği için kardeşliğin getirdiği sorumluluklarını da yapmazlar.
Mücadele azminin kırılmasında sistemin düzenli olarak empoze ettiği ve başarılı olduğu alanlardan biride sistematik olarak bireyselleştirme çabalarıdır. Geçmişten tecrübe sahibi tüm sistemler, kendilerine tepki gösteren kalabalıkların ve muhaliflerin güç oluşturmasını, ortak hareket etmelerini, engelleme adına her türlü bastıma ve sindirme girişimini uygulamışlardır. Şu yaşadığımız süreçte Müslümanlar neyin mücadelesini vereceğini ya da neden mücadele vereceğini anlayamaz/algılayamaz duruma gelmiştir. Bencilleştirme, sadece kendisini düşünmesini sağlama, etrafında olup bitene duyarsızlaştırma günümüzde had safhaya çıkarılmıştır. Bireyleri ve toplumu dönüştürme iddiası ve idealinde olan Müslümanlar için en büyük handikap; dönüştürmeye çalıştıkları bireylerin konumuna düşmeleridir. (Devam Edecek)