Hüsnü Aktaş
Tarih boyunca insanlar; adalet, hak ve hukuk gibi kavramları daima kullanmış ve bunlara müstesna bir değer vermişlerdir. Hz. Ömer (ra)’in dediği gibi “Adalet mülkün (iktidarın/devletin) temelidir.” İçinde yaşadığımız toplumda; istisnasız her insan, hak ve hukuk kavramlarını kullanmaktadır. Hatta insan hakları, işçi hakları veya kadın hakları gibi kavramlar sürekli kullanılmaktadır. İslâm âlimlerine göre muhkem nasslarla sabit olan ve bütün insanları ilzam eden hükümler ile adaleti ve ahlâkî hükümleri birbirinden ayırmak mümkün değildir. Lügat âlimlerinden Râgıp el İsfehani, adaleti iki kısma ayırmıştır. Birincisi: Selim akıl sahiplerinin kendisi hakkında her zaman için güzel ve iyi olduğuna hükmettiği şeydir. Bu durumda hiçbir zaman için adalet geçerliliğini yitirmez ve hiçbir şekilde haddi aşmak gibi bir sıfatla vasıflandırılamaz. ‘Sana iyilik edene iyilik etmen, sana eziyet edene zulmetmemen gerekir’ sözünde olduğu gibi. İkincisi: Allah’ın (cc) indirdiği hükümler sayesinde bilinen adalettir.(1) Osmanlı Devleti’nin son Şeyhülislâmı Mustafa Sabri Efendi’ye göre ‘insanların maslahatlarını sağlayacak ve saadetlerine vesile olacak’ en uygun siyasi sistem ‘hukuk devleti’ sistemidir. Demokratik Cumhuriyetlerde yöneticiler kanunları ‘vatandaşların eşitliği’ esasına göre uygulasalar bile kanunları beşer yaptığı sürece amaca ulaşılamaz. Çünkü; demokratik yönetimlerde de sağcılar ve solcular vardır, son söz çoğunluğu ele geçiren tarafın olur. Onlar da yoksullar hatta orta tabakanın maslahatını değil, kendi menfaatlerini ön plâna çıkarırlar.’ (2)
Devlet adamlarına ve politikacılara; “insanlar arasındaki ilişkileri düzenlerken dini inançları değil, sadece aklı esas almalarını tavsiye eden ideolojiye” lâiklik denilir. Bu ideoloji; önce Yahudi Sadûkim Mezhebi tarafından gündeme getirilmiş, daha sonra Niccola Machiavelli’nin “İl Principe” (Hükümdar) isimli eseriyle temel esaslarına kavuşmuştur. Niccola Machiavelli’ye göre ‘devlet gücünü dinden değil, ulustan almak’ mecburiyetindedir. Bu filozof, ‘Politik bir amaca ulaşmak için her türlü hileye ve şiddete başvurulabileceğini’ iddia ettiği için, yaşadığı yüzyılda şeytani tavsiyelerde bulunmakla suçlanmıştır. Machiavelli, devlet adamlarının; ahlâk, hukuk, din, gelenek, görenek, örf, âdet gibi unsurları bir kenara bırakmaları ve bunlardan bağımsız olarak hareket etmeleri gerektiğini ileri sürmüştür. Günümüzde münzel kitaba dayanan bütün dinlerin iman esaslarını tahrif eden ve devlet adamlarının din anlayışlarını insanlara dayatan Machiavelist/pragmatik siyaset tarzı, fesadın yayılmasına vesile olmaktadır.
ZALİM POLİTİKA, ŞÜPHELER VE ÇİRKİN FİİLLER
Seküler-lâik ideolojileri esas alan demokratik rejimlerde milletvekilleri; bilimi, çevre şartlarını ve insanların ihtiyaçlarını dikkate alarak kanun çıkarırlar. Temsili demokrasilerde vatandaşlar kendilerini temsil edecek kimseleri (vekillerini) “seçim sandığına attıkları reylerle” tayin ederler. Bu tayin döneminde, propagandanın önemli bir yeri vardır. Değişik siyasi partilerin; akla-hayale gelmeyecek vaatlerle, insanları aldatmaları mümkündür. Birbirlerine iftira etmeleri, demokratik rejimi benimseyen kimselerin ahlâki zaaflarıyla ilgilidir. Ancak bu yeni bir hadise değildir. Asr-ı Saadet’te de aynı hastalığa tutulan kimselerin varlığı, muhkem nassla haber verilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de: “İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, onun dünya hayatına ait sözü hoşunuza gider. (size olmayacak vaadlerde bulunur.) Ve o (kimse) kalbinde olana Allah’ı şahid tutar. Hâlbuki o düşmanların en amansızıdır. O iktidara geldiğinde, yeryüzünde fesad çıkarmaya, ekini ve nesilleri helâk etmeye koşar. Allah ise fesadı sevmez” (El-Bakara: 204-205) hükmü beyan buyurulmuştur. İmam Fahrüddin-i Razi; bu Ayet-i Kerime’yi tefsir ederken, önemli inceliklere işaret etmiş ve şöyle demiştir: “Fesad kelimesini, tahrip etme manâsında alan alimler şöyle demişlerdir: “Allahû Teâla (cc) bu kelimeyi önce icmalen zikredip “Liyufside fiha” (O kimse orada fesad çıkarmak için) demiş, sonra da bunun tafsilatını anlatarak “ve yuhlike’l harse ve’n nesl” (ekini ve nesli helâk etmek için) buyurmuştur. İfsadı “şüphe uyandırmak” ile tefsir eden âlimler ise şöyle demişlerdir: Hak din; birincisi ilim, ikincisi salih amel olan iki unsurdan meydana geldiği gibi, batıl din de birincisi şüpheler, ikincisi de çirkin fiiller olmak üzere iki şeyden meydana gelmektedir. İşte burada Allahû Teâla (cc), ilk önce insanın şüphelerle meşgul olmasından bahsetmiştir ki “liyufside fiha” sözünden murad budur. Daha sonra Cenab-ı Hak (cc), bu kimsenin çirkin fiillere yönelmesini zikretmiştir. Bu da Allahû Teâla (cc)’nın “Ve yuhlike’l-harse ve’n-nesl” buyruğu ile murad edilendir. Hiç şüphe yok ki bu açıklama daha uygundur.(3)
Bu tesbitten sonra hukukun zalim politikaya alet edilmesinin zaruri neticelerine geçebiliriz.
Servete, silaha ve iktidara sahip olan kimselerin, dünyevi ihtiraslarını/nefsani arzularını (hevâlarını) ön plâna çıkarmaları ve diğer insanların haklarına tecavüz etmeleri mümkündür. Ortaçağ döneminde “suçların işkence ve diğer usûllerle sindirilmesini” esas alan iktidar sahipleri değişik zulümleri ön plâna çıkarmışlardır. Meselâ: Roma İmparatorluğunda iktidar sahipleri, istediklerini suçlu ilân etme ve cezalandırma hakkına haizdirler. Hatta kendilerine muhalefet eden insanları, kura çekerek öldürmüşlerdir.(4) Gladyatörlerin birbirlerini öldürmelerinden, insanların çarmıha gerilmesinin verdiği ızdıraptan ve arenalarda vahşi hayvanların suçluları parçalamasından özel bir zevk aldıkları da malûmdur.(5) Hukukun zalim politikaya alet edilmesi, totaliter rejimlerin değişmeyen vasıflarından birisidir. Bu rejimlerin zulmünden bunalan insanlar; iktidar sahiplerinin kuvvet kullanma imtiyazlarını, ‘Anayasa Hukuku’ ile sınırlandırmak için senelerce mücadele vermişler ve bunu başarmışlardır. İktidarın teşekkülünü, denetlenmesini ve devredilmesini; hukuki şartlara bağlayan rejimlerde, insanların tercih haklarının bir değeri vardır. İktidar sahiplerinin çıkardığı kanunların; hukuka uygun olup-olmadığını tesbit etmek için Anayasa Mahkemeleri kurulmuştur. Fakat buna rağmen, zalim politikacıların, insanların hukukuna tecavüz etmelerinin önüne geçilememiştir.
YARGISIZ İNFAZ HASTALIĞI
28 Şubat sürecinde iktidar sahibi olan politikacıların ve onlarla işbirliği yapan medya aydınlarının gerçekleştirdiği yargısız infazları, ‘Ayın Konusu’ bölümünde gündeme getirmiş ve şu tesbitte bulunmuştuk: “Türkiye’de hukuku siyasete alet eden derin devletin, yargısız infaz hastalığına tutulduğu görülmektedir. Propaganda vasıtalarını (medyayı) kullanan bazı bürokratlar, TBMM’nin yasama yetkisini ve mahkemelerin yargı vazifelerini, keyiflerine göre kullanmaya başlamıştır. Yürürlük’teki Anayasada “Suçluluğu sabit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz” (Madde: 38) hükmü yer almasına rağmen, hakkında dava açılan insanları suçlu ilân etme modası yayılmaktadır. Bazı DGM savcıları sanıklar hakkında hazırladıkları iddianamelerini, basın toplantısı yaparak açıklamaya başlamışlardır. Sanıkların suçlu ilân edilmesi ve gizli olan ön soruşturma belgelerinin açıklanması, hukukun siyasete alet edilmesidir. Türk Ceza Kanunu’nun birinci maddesinde:”Kanunun sarih olarak suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez. Kanunda yazılı cezalardan başka bir ceza ile kimse cezalandırılamaz” hükmü yer almasına rağmen, bazı medya organları keyiflerine göre insanları mahkûm etmektedirler. Meselâ: Fethullah Gülen hakkında dava açılmadan bir gün önce; Genelkurmay Başkanı bir açıklama yapmış, tutuklama kararını veren ve kaldıran iki ayrı DGM hâkimini eleştirmiştir. Bu eleştiri, şekil ve usûl açısından yanlıştır. Siyaset bilimci Duverger’in “Prononciemonto” olarak vasıflandırdığı rejimlerde; silâhlı kuvvetler yasama, yürütme ve vargı organlarını hem yönlendirir, hem de perde arkasından devleti yönetirler. Ancak demokratik hukuk devletinde, silâhlı kuvvetlerin böyle bir vazifesi yoktur. Şimdi Ankara DGM’da görülen dava; Fethullah Gülen’in mahkûmiyetiyle sonuçlanırsa, insanlar bu kararın hukuki değil, siyasi olduğuna inanacaklardır Hukukun siyasete alet edilmesi; sadece vicdanları rahatsız etmez, meşûiyet krizinin yaşanmasına da vesile olur.” (Misak Dergisi- Ekim:2000 Sayı: 119 Sh:3)
Bu tesbitten tam on iki yıl sonra; Ergenekon, Balyoz, İnternet Andıcı gibi davalar ile KCK soruşturmaları hakkında yapılan yargısız infazları ‘Ayın Konusu’ bölümünde gündeme getirmiş, ‘Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemelerinin varlık sebebi ve olağan dışı hukuk anlayışı’ üzerinde durmuştuk: (Misak Dergisi- Şubat:2012 Sayı: 255 Sh:6) ’Türkiye’de hukuku siyasete alet eden anlayışın yaygın bir kültür olduğunu söylemek mümkündür. Yargısız infaz hastalığı, sadece politikacılarda ve aydınlarda görülen bir hastalık değildir. Vatandaşlar da aynı hastalığa tutulmuşlardır. Meselâ; son üç yıldır Türkiye’nin gündemini meşgul eden “Ergenekon”, “Balyoz”, “İnternet Andıcı” gibi davalar ile KCK davaları hakkında; dosyada bulunan delillere ve gizli tanıkların ifadelerine vakıf olmayan medya aydınları (sanıkların lehinde veya aleyhinde) keyiflerine göre karar vermişlerdir. AK Parti iktidarını destekleyen medya aydınlarına göre, bu davalar tamamen yargıçların tercihlerine göre yürümektedir. Başta CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu olmak üzere; diğer muhalefet partilerinin sözcülerine göre, ‘Silivri toplama kampında bulunan gazeteciler ve generaller masûmdur. Bu muameleyi onlara reva gören kimselere yargıç demek bile mümkün değildir.’ AK Parti’nin sözcüleri, bu davaların tamamen yargıçların kararlarına göre yürüdüğünü ve kendilerinin ‘bağımsız yargıya müdahale etmelerinin söz konusu olmadığını’ ifade etmektedirler. Hâlbuki bu davaların ‘olağandışı’ bir hukuk çerçevesinde yürütülmesi pekâlâ önlenebilir. Burada “olağandışı hukuk” dememizin sebebi, Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri ve onların uyguladığı yargılama usulüdür. 12 Eylül Darbesi’nden sonra kurulan Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin “adil yargılama ve tabii hâkim’ ilkelerine uygun olmadığı gerekçesiyle Anayasa’dan çıkarıldığı malûmdur. Bu durumda sadece ismini değiştirerek bu mahkemeleri sistem içinde tutmanın, kanuna karşı hileden başka bir anlamı var mıdır? Kısaca, hükümet her şeye rağmen bu mahkemeleri muhafaza ediyor ve üstelik onlara toz kondurmuyorsa, demek ki onlara politik olarak ihtiyacı vardır. Bu tespitten sonra bir inceliğe daha dikkati çekmekte fayda vardır. Seçimle işbaşına gelen hükümeti “cebir ve şiddet kullanmak suretiyle’ hükümeti devirmeye veya görevini yapmasına engel olmaya çalışmak anlamında “darbeye teşebbüs” ile 12 Eylül Askeri Darbesi’ni gerçekleştiren sanıkların suçları aynı mıdır? Darbe yapan generallerin ‘tutuksuz’, darbeye teşebbüs ettikleri iddia edilen (henüz sanık olan) TSK mensuplarının ‘tutuklu’ olarak yargılanmalarının sebebi nedir? Emekli Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un; görevi esnasında yapmış olduğu yanlış işlerden dolayı, “terör örgütü kurmak ve yönetmek” ithamıyla tutuklanmasına sebeb olan yürürlükteki mevzuat hukuka uygun mudur?’ (*)
Geçtiğimiz ay ‘yargısız infaz’ cinayetine bir yenisi daha ilave edilmiştir. İstanbul Cumhuriyet Savcılığı tarafından on dört ay boyunca yürütülen ve 17 Aralık 2013 tarihinde aralarında iş adamları, bürokratlar ve üç bakanının oğlunun da bulunduğu elliden fazla kişinin gözaltına alındığı üç ayrı rüşvet ve yolsuzluk operasyonu, Türkiye’nin siyasi gündemine bomba gibi düşmüştür. Türkiye’de rüşvet, yolsuzluk, resmi soygun gibi haksız kazanç elde etme gibi suçların, her siyasi iktidar döneminde görüldüğü malûmdur. Ak Parti Hükümeti’nin sözcüleri ve Başbakan R.Tayyip Erdoğan, yargı ve emniyet içerisinde gizlice teşkilatlanan ‘paralel devlet’ tarafından bu operasyonun gerçekleştirildiğini ifade etmektedir. Günlük Akşam, Star ve Yeni Şafak gazeteleri; gündemi sarsan ‘rüşvet ve yolsuzluk’ operasyonunun arkasında ABD’nin olduğu ve Büyükelçi Ricciardone’nin operasyondan önce bazı AB temsilcileriyle biraraya geldiği, onlara “Halkbank’ın İran’la ilişkilerinin kesilmesini istedik. Dinlemediler. Bir imparatorluğun çöküşünü izliyorsunuz” dediği haberi yer almıştır. Samsun, Ordu, Ünye ve Fatsa’da yaptığı konuşmalarda 17 Aralık operasyonuna değinen Erdoğan, baskınları organize edenlerin ‘küresel oyuncuların yerli taşeronları’ olduğunu ileri sürmüştür. Yolsuzluğun hortumunu kopardıklarını belirten Başbakan Erdoğan, ‘Ama kişilerin bireysel olarak yaptıkları hatalar varsa bu ülke bir hukuk devletidir, Yargı kurumunda yer alanlar, bu yetkiyi kullanmak durumundadır’ dedi.
HİZMET CAMİASI İLE AK PARTİ ARASINDAKİ MÜCADELE
Hizmet Cemaati veya Camia diye anılan hareket, faaliyete geçtiği ilk yıllarda toplumsal barışı ve kardeşliği, diyalogu, hoşgörüyü ön plânda tutan bir hareketti. Bunun karşılığında toplumun çok farklı kesimlerinden sempati gördüklerini söylemek mümkündür. Hareketin kurucu lideri Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ABD’ye gitmek zorunda kaldığı tarihten itibaren her şey değişiverdi. Ergenekon soruşturmalarının başladığı dönemden itibaren hizmet hareketi “toplumsal barış, kardeşlik ve hoşgörü” tercihini rafa kaldırmakla kalmamış, kendisinden olmayan diğer dini cemaati hafife alan/küçümseyen bir uslûbu ön plâna çıkarmışlardır.
Son beş yıldır TSK içindeki ‘darbeci’ yapılanmalara ve bunların sivil hayattaki uzantılarına karşı amansız bir mücadeleye girişmiştir. Darbecilere karşı verdiği mücadele sebebiyle sadece Ak Parti sözcülerinin değil, liberal ve demokrat aydınların da desteğine mazhar olduklarını söylemek mümkündür. Bazı siyaset uzmanlarına göre sadece medyadaki gücüyle değil, iddialara göre emniyet ve yargı içindeki varlığıyla da demokrasi mücadelesinde ‘belirleyici unsur’ haline gelmiştir. Son beş yıldır Ulusalcı-Kemalist kesimin hedefi olan Hizmet hareketine, zaman içerisinde liberal ve demokrat aydınların da itiraz etmeye başladıkları malûmdur. Zira hareketi eleştiren Emniyet Müdürü Hanifi Avcı başta olmak üzere, gazeteci-yazar Ahmet Şık ve Nedim Şener’i mahkûm ettirmek için, emniyet ve yargı içerisindeki camiaya mensup unsurların tuzak kurduğu iddiası ayyuka çıkmıştır.
Kurulduğu günden bu yana Ak Parti’ye destek veren hizmet camiasının; geçtiğimiz ay ‘Özel dershanelerin kapatılması veya özel okul haline dönüştürülmesi’ taslağı sebebiyle, Ak Parti’ye karşı başlattığı mücadele, son iki yılın en önemli hadisesidir. Cemaatin sözcüsü olarak bilinen Zaman Gazetesi yazarlarından Hüseyin Gülerce, ‘New York Times’a’ verdiği röportajda, Ak Parti ile Hizmet cemaati arasındaki görüş ayrılıklarının ‘Mavi Marmara’ hadisesinden sonra başladığını ifade etmektedir. MİT krizinin yaşandığı günlerde bazı gazetelerde ve televizyon kanallarında ‘Ak Parti- Hizmet Cemaati arasında gizli bir savaşın yaşandığı’ iddiası gündeme getirilmiştir. Misak Dergisi’nin ‘Haber-Yorum’ bölümünde, bu iddialar üzerinde durarak ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesinin zaaflarını ifade ettiğimiz malûmdur. Hafızamızı tazelemek için bu yorumu kısaca nakledelim: ‘Siyasi literatürde hükümet sistemleri, genellikle kuvvetler ayrılığı ilkesi esas alınarak tasnif edilir. Kuvvetler ayrılığı nazariyesinde yasama, yürütme ve yargı organlarının önemli bir yeri vardır. Başkanlık sistemi müstesna, hiçbir hükümet sisteminde yasama, yürütme ve yargı organlarının karar verme haklarının sınırlarını tesbit etmek kolay değildir. Şubat ayının ilk haftasında MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile eski Müsteşar Emre Taner ve Yardımcısı Afet Güneş’in İstanbul Özel Yetkili Savcılığı tarafından ‘şüpheli’ sıfatıyla ifadeye çağrılması, kuvvetler ayrılığı ilkesinin pamuk ipliğine bağlı olduğunu göstermiştir.’ (..) MİT krizinin AK Parti ile Fethullah Gülen grubu arasında ‘çatışma’ya yol açtığı iddialarını da değerlendiren AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Çelik, “AK Parti kendi tabanına cephe almaz, onlarla kavga etmez. O cemaatin, hareketin mensuplarıyla ruh ve mana dünyamız aynıdır. Aynı atmosferin insanlarıyız. Birileri kavga istiyor olabilir ama biz bu tuzağa düşmeyiz. Muhalefet boşuna sevinmesin. Onlara buradan ekmek çıkmaz” demiş ve AK Parti’nin 12 Haziran seçimleri öncesi kullandığı, “Aynı dağın yeliyiz biz, aynı bağın gülüyüz biz” şarkısının sözlerini hatırlatmıştır. AK Parti’nin yaşanan krizden sorumlu tuttuğu cemaatin bürokrasideki kadrosunu tasfiye edeceği iddialarını da değerlendiren Hüseyin Çelik, “Cemaatler ve sivil toplum kuruluşları, bizim rakibimiz değildir. Rakibimiz olan CHP ve MHP’ye bile düşmanlık etmezken onlara niye edelim. Suçun şahsiliği esastır. Bir kişinin hatasından başkaları sorumlu tutulamaz. Biz 28 Şubat’ı tekrar hortlatacak siyasi hareket değiliz” diye konuştu. (Misak Dergisi- Mart:2012 Sayı: 256 Sh: 8)
Mavi Marmara ile başlayan, MİT soruşturması sebebiyle ortaya çıkan krizle devam eden ve ‘özel dershanelerle’ ilgili taslakla yeni bir boyut kazanan siyasi tartışma, yargısız infaza dönüşmüştür. Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın ‘Örgütler arasında kirli bir ittifak var. Türkiye içindeki bu kirli ittifak, uluslararası efendilerinden aldıkları emirlerle, talimatlarla hareket ediyorlar. Onların inlerini bulacağız ve inlerinden çıkaracağız. Yaptıklarının hesabını soracagız’ mealindeki ifadelerinden sonra ’AK Parti ile Hizmet Camiası’ arasındaki mücadele, kazanılması mümkün olmayan bir savaşa dönüşmüştür. Bunu önlemeye çalışan ve ‘Hiç kimsenin devletle veya iktidarla hesaplaşma gibi bir niyeti yok’ diyen Fethullah Gülen, Herkul.org’da yayınlanan “Yolsuzluk” başlıklı sohbetinde “Umuma ait şeyler çalınmış çırpılmışsa, o mevzuda birisi göz yumuyorsa, o da o haramîlerle müşterek demektir.Eğer dinin ruhuna aykırı bir şey yapmışlarsa, yaptıkları şey Kur’an’ın temel disiplinlerine aykırıysa, Sünnet-i Sahiha’ya aykırıysa, İslâm’ın hukukuna aykırıysa, modern hukuka aykırıysa, günümüz demokratik telakkilere aykırıysa.. Allah bizi de onları da yerlerin dibine batırsın, evlerine ateş salsın, yuvalarını başlarına yıksın. Ama öyle değilse, hırsızı görmeden hırsızı yakalayanın üzerine gidenler, cinayeti görmeyip de masum insanlara cürüm atmak suretiyle onları karalamaya çalışanlar, Allah onların evlerine ateşler salsın, yuvalarını yıksın, birliklerini bozsun, duygularını sinelerinde bıraksın, önlerini kessin, bir şey olmaya imkân vermesin” diyerek, bildiği bütün bedduaları sıralamıştır.
Adaletin mülkün (devletin/iktidarın) temeli olduğunu unutan ve hukuku zalim politikaya mahkûm eden kimselerin; hem bu dünyada, hem ahirette zilletle başbaşa kalacaklarını unutmamaları gerekir.
______________________
(1) İmam Ragıp El İsfehâni- El Müfredat- İst: 1986 Sh: 551.
(2) Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi- Mevkıfû’l Akl- Kahire: ty C:1 Sh: 16 vd.
(3) İmam Fahrüddin-i Razi- Mefatihû’l Gayb- Ank: 1989 C: 5 Sh: 13
(4) S. Maksudi Arsal -Umumi Hukuk Tarihi- İst: 1944 Sh: 286
(5) Marcel Rousselet -Adalet Tarihi- İst: 1963 Sh: 10 -22 (Çev: A. Çemgil)
(*) 12 Eylül Askeri Darbesi’nde tutuklanan ve ‘Mamak Askeri Cezaevi’nde’ uzun süre kalan, 28 Şubat Post-modern darbesinden sonra tutuklanan ve ‘Ulucanlar Cezaevi’ne’ konulan birisi olarak, darbecilerden nefret ettiğimi söyleyebilirim. Ancak Kur’an-ı Kerim’de, bütün müslümanlara ‘Bir kavme duyduğunuz kin ve nefret, sizi adaletten ayırmasın’ emri verilmiştir. Bu ilahi emrin dikkate alınması farzdır.
(Misak Dergisi)