Hidayet ve Dalalet Arasında Kalmış Olan İslâm Ümmeti
Arşiv Genel Yazarlar

Hidayet ve Dalalet Arasında Kalmış Olan İslâm Ümmeti

Bismillâhirrahmânirrahîm. Elhamdulillahi Rabbil’âlemin, vessalâtu vesselâmu alâ Rasûlinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihi ecma’în. Emmâ ba’d.

İslâm, yeryüzünü zifiri karanlığın sardığı bir zamanda, insanoğlunun üzerine bir nur gibi iniverdi. Allâh (ﷻ), aciz olan insanın daha iyi kavraması ve dahi hiçbir bahanesi kalmaması adına Rasûlünü (ﷺ), kalplerin şifası Kur’ân-ı Kerîm ile destekleyerek; kullarına karşı ne kadar merhametli olduğunun, insanlık tarafından müşâhede edilmesini istemektedir.

İslâm’ın indirildiği dönemde, dünyada -hemen hemen- hayra dair hiçbir şey kalmamıştı. Belki var olan bir ahlaktan söz edilebilir ama ne yazık ki insanlığa şifa olabilecek bir yetiye sahip değildi. Zulüm, fısk, azgınlık, arsızlık, şirretlik cinsinden ne kadar kötü haslet varsa son raddeye ulaşmıştı artık.

Her milletin/ümmetin, kendince bir yönelişi, düşünce yapısı, ideolojisi vardı, var olmaya da devam edecektir. Sistemleri/rejimleri, tamamıyla bir diğer topluluğu yok edebilmek, tahakküm altına alabilmek, kanını emmek üzerine kuruluydu. Allâh (ﷻ), sünnetullahı gereği bu azgınları birbirine kırdırarak dünyanın tarumar olmasını engelliyordu. Bir rahmet esintisi olarak Allâh (ﷻ), dünyaya nazar etti ve artık İslâm güneşinin doğmasına hükmetti. Bu fısk, fücurun bir sonu olması için İslâm’ın gerekliliğini hissettirdi.

İslâm, zaman ve coğrafi olarak bir nevî dünyadan soyutlanmış, kendi halinde ancak kara bulutların çepeçevre sardığı topraklarda kapısını çalmadığı hiçbir ev bırakmamıştır. Arab yarımadasıyla da sınırlı kalmayarak hemen hemen dünyanın dört bir yanına iman edenlerin gayretleriyle hidayetini ulaştırmıştır.

İslâm ile birlikte, kendilerini gerçek mülkün sahibi zannederek kibirlenen ve dolayısıyla da menfî bir tutum sergileyen kâfirler güruhuna; aklıselim, Allâh’ı hakkıyla tesbih eden, fânî olduğunun bilincinde cenneti arzulayan ve cehennemden de yine O’na sığınan iman ehli olarak iki tür zümreye şahit olmaktayız.

İslâm, tüm nuruyla insanlığa kapılarını açmışken; cahiliye bataklığına saplanmış beyinsizler zümresi, hakka uyacağı yerde nurunu söndürmek için Allâh’a (ﷻ) kafa tutmaktadır. Rasûl için -haşa- “deli”, “mecnun”, “sihirbaz” vs. ithamlarla yetinmeyip; insanoğlunu dosdoğru yola iletsin diye indirilen Allâh’ın kelamı için de “beşer sözü”, “uydurulmuş kitap”, “deli saçması”, “gökten indiği varsayılan”, “arabın saçmalıkları” gibi esfel-i sâfilîn seviyesindeki ithamlara sarılmaktan da geri kalmamıştır. Halbuki bizler, hakka’l-yakîn olarak iman ediyoruz ki Allâh, kâfirlerin tüm azgınlığına rağmen nurunu tamamlayacaktır: “Halbuki kâfirler istemeseler de Allah nûrunu tamamlayacaktır” (Saff, 61/8).

İslâm, iman edenlere, Allâh’ın rızası uğrunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ettirerek, İslâm’ın taraftarları olma huviyyetini kazandırmıştır. Böylece hâk-batıl mücadelesi, kısmî toprak parçasına hapsedilmeyerek lokal olmaktan çıkıp kıyamete kadar var olacak umumiyete doğru seyretmiştir.

Dünyanın İslâma ve Ümmete Olan İhtiyacı

Dünya imarı ve yaratılmışlar içerisinde en değerlisi olan insanlık açısından bakıldığında, huzur ve ıslâh için İslâm’a ve müslümanlara çok ihtiyaç vardır.

İslâm ümmeti, ne yazık ki “yeryüzü halifesi” yükümlülüğünü kaybettiğinden beri dünya hayatı, çekilmez ve yaşanmaz bir yer oldu. Ümmet, davetini ulaştırdığı her yerde ve hükmü altına almış olduğu her bölge de -istisnalar olmakla beraber- refahın, huzurun tek kaynağı olmuştur. Öyledir çünkü Allâh (ﷻ) tarafından bu ümmete yüklenmiş olan bir sorumluluk bilinci, bir misyon vardır. Fethedilmiş tüm topraklara da bu sorumluluk bilinci üzere yön verme gayretinde olmuştur. “Siz, insanlara şahit olasınız Resûl de size şahit olsun diye sizi vasat/seçkin/hayırlı bir ümmet kıldık” (Bakara, 2/143). Ayette de buyrulduğu üzere İslâm ümmeti, vasat olmanın gerekliliğiyle tüm insanlığa rehber ve örnek olmuştur.

Biz, bu örnekliği, “Raşid Halifeler” dönemi fetihlerinde fazlasıyla müşahede etmiştik. Ayrıca “Endülüs” gerçeği de dikkatlerden kaçmamalıdır. Örneklerin tarihi serüvenini iyi bir şekilde tetkik ettiğimizde belki de eşi ve benzeri olmayan bir medeniyetin husule erdiğine şahit olmaktayız. Bu örneklemeler, bizlere mübalağa gelmemelidir. Geceleri, ışıkları sönmeyen evlerin çok fazla olduğu bir medeniyetin; ilim, irfan, ibadet noktasında ne kadar şuurlu olduğunun bariz göstergesidir, diyebiliriz. “Haçlı barbarlarının işgali olmasaydı eğer, bugün bir ihtimal insanlık, gezegenler arasında yolcuk yapıyor olacaktı” tespitleri, bir vakıâyı abartma değildir. Hakikattir. Acaba o ilimlere yazık edilmeseydi, barbarlıktan başka bir şey bilmeyen batının zulümleri olmasaydı, bizleri neler bekliyor olacaktı, Allahualem.

Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki tarihte Endülüs medeniyeti kadar, refaha, ilme ulaşabilmiş çok az dönemler gelip geçmiştir. Ki zaten Endülüs dışında örneklerin çoğu da yine İslâm ümmetinin içerisinden çıkmıştır, elhamdülillah. İslâm ümmetinin ulaşabildiği bu seviyeye, batı ancak kilisenin despotluğundan kurtulduğu dönemde reformist hareketleri ile erişebilmiştir. O da belli başlı konularla sınırlı kalmıştır.

Dünya dönüyor, dediği için yakılan insanların yaşadığı bir Batı gerçeği söz konusudur. Batının saçmalıkları, doğrularından daha çoktur. İleride de değineceğimiz üzere “bilimsel varsayımları”, Batı için şifa olmamış, hastalığını daha da arttırmıştır.

Tekâmül yaklaşımıyla maymundan insana -hangi maymun, kesinleşememiş bir bilimsel tezin varlığı söz konusudur- evrildiğine inanan; en şerefli varlık olan insana dair tüm bilimsel tespitlerini bu saçmalıklar üzerine temellendiren Batı’nın tabiî olarak insanlığa verebileceği hiçbir hayır olamayacaktır.

İnsanın ruhsal ve psikolojik yapısını -fıtratını ve iki kutuplu yaratılışını göz ardı ederek- tamamıyla Freud’un ahlaksız, mesnetsiz, eksik ve birbirine zıt olabilen tahayyüllerini dayandıran Batı’nın elbette ki insanlığa sunabileceği bir hidayet ve nur olamayacaktır!

Bu yazımızda, Batı dünyasının uzun uzun bilimsel varsayımlarının analizlerini yapamayız. Başka bir yazının konusu olabilir. Ancak konumuz itibariyle, kısa da olsa değinmemiz gerekmektedir. Doğruyu, hakkı sunarken var olan yanlışlara, hatalara da değinmemiz gerekmektedir.
Bir zamanlar zillet içerisinde yaşamlarını sürdüren, aşağılanmış ve lanetlenmiş olan kavimlerin/milletlerin, günümüz dünyasında “tek güç”, “süper güç” olması, bizleri, karamsarlığa ve ümitsizliğe düşürmemelidir. “Kendilerinden önce, onlardan daha güçlü olup yeryüzünde şehirler kurarak aralarında gidip gelen nice toplulukları yok ettik. Kurtuluş var mı?” (Kâf, 50/36).

İslâm ümmeti, kendisini en büyük güçlerden biri haline getiren değerlerine yöneldiği zaman Allâh’ın (ﷻ) yardım ve ihsanına, öncekilere bahşettiği üzere tekrardan nâil olacaktır. Bu, âlemlerin Rabbinden gelen bir vaattir: “Ey iman edenler! Siz Allah’a yardım ederseniz, (Allah da) size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar” (Muhammed, 47/7).

Biz Müslümanlara, maymundan geldiğine îtikat eden, beyin yapısını aşağılık fikirlere hapseden güruhun karşısında pasif/atıl kalmamız, zillet olarak yeter! Allâh (ﷻ), bu ümmeti tam bir hidayet üzere tekrardan diriltsin. Âmin.

İslâm Ümmeti Neden ve Nasıl Bu Hale Geldi?

Rasûlullah (ﷺ) sonrası hızlı bir şekilde devam eden fetih hareketleriyle beraber, farklı farklı milletler, ümmet dairesine dahil olmuştu. Bu milletler, gelenek-görenek ve örfünü büsbütün terk ederek ve her şeyden soyutlanarak ümmete dahil olmuyordu. Aksine bütün benliğiyle İslâm’a giriyorlardı. Özellikle Emevilerin, şamanist Türklerle yaşadığı problemler malumdur. Perslerin/Farisilerin İslâmlaşmasıyla birlikte ortaya çıkan sorunlar; Kûfe şehrinin varlığı ve yaşanılan birçok fitnenin buradan zuhur etmesi de bir tarihi anekdottur.

Araplardan müteşekkil olan İslâm ümmetinin özü, yerini birbirine karışmış, homojen olmayan milletler topluluğuna doğru sürüklendi. Bu durum, ya ümmet için hayra vesile olmuştur yahut da bazı istenmeyen olayların yaşanmasına binaen şerre dönüşmüştü. İşte bu fitneler, maalesef ki günümüze dek varlığını sürdürmüş, ümmetin gücünü kırmıştır. Ümmetin bu halde olmasının başlıca sebeplerinden birini teşkil etmiştir.

Bir başka neden de, Emeviler ile başlayan, Abbasiler ile devam eden ve son raddede Osmanlı ile tamamlanan hâkimiyet mefhumunun; zevk, sefa, şımarıklık, Allah’ın gazabını celbetme, Kur’an ve Sünnet çizgisinden uzaklaşıp -özellikle Abbasi ve Osmanlı dönemleri- bâtıla yüzünü çevirmesi yani ilhâd, dünya metâı noktasında aşırı israfın artık devletin itibarı olarak görülmesi gibi sebepler, çöküşü hızlandıran ve ümmeti zelil kılan realitelerimizdi.

Abbasî Halifesi Me’mun ile başlayan yenilikçi yönelimler, Grek (kadim Yunan) kültürünün elekten geçirilmeden ümmete empoze edilmesi, “mihne” ile âlimlere zulmedilmesi ve temel itikâdi meselelerin allanıp budaklandırılarak zorla dayatılması gibi sebepler çöküş ile sonlanmasına sebebiyet vermiştir. Emevilerde bazı eksiklikler, zulümler, sorunlar olmuşsa da Abbasîlerin içine düşmüş olduğu mide bulandırıcı görüntü büsbütün de yoktu, diyebiliriz. Abbasîler, zaten çok da sağlam temeller üzerine bina edilmemişti. İstisnaî bazı dönemler iyi, bereketli, hayır üzere geçse de genel olarak bitikti. Öyle böyle yine de uzun yıllar varlığını devam ettirebilmişti. Ümmet, yaşamış olduğu acı gerçeklere bir anda düçar olmadı. Kendi elleriyle işledikleri yüzünden yavaş yavaş gerçekleşti belki ama ibret alınmadı. Allâh (ﷻ), işlenen günahlardan dolayı basireti ve feraseti köreltince ne yazık ki gözler görmemeye, kalpler akletmetmemeye başlar. Allâh, bizleri bu hatalardan ders alanlardan kılsın.

Bu ümmeti bitiren en büyük sebeplerden biri de “zulüm” idi. Devletleşme ve içtimaî olarak meseleyi ele alırsak eğer adalet vucubiyetinden uzaklaşan kalpleri zulüm duygusu sarmalar. Zulümler arttıkça Allâh’ın gazabı da artar. Çünkü Allâh’ın ehemmiyet verdiği en önemli iki şey, adalet ve rahmettir! Kudsi bir hadiste Rasûlullah (ﷺ), Rabbinden (ﷻ) şöyle rivayet etmektedir: “Ey kullarım! Şüphesiz ki Ben, zulmü kendi nefsime haram etim! Onu sizin aranızda da haram kıldım. Buna müteakiben birbirinize zulmetmeyiniz!” (Müslim, Birr, 55). Allâh (ﷻ), adalet üzere olan ve zulümden içtinap eden bir topluluğu/ümmeti/devleti sever ve yardımını esirgemez. Bu, kâfir de olsa böyledir. Şeyhülislâm İbn Teymiyye’nin dediği üzere, “Allah, kâfir de olsa adil devlete yardım eder, müslüman da olsa zalim devlete yardım etmez.” Bu yaklaşım, garip gelmemelidir. Adil olmak, bu kadar önemli bir mefhumdur.

Bir başka sebep de -son olarak- ümmetin, İslâm’dan “yüz çevirmesi”, Kitab-ı Kerim’i “artlarına atması”dır. Böylece cihaddan nefret edecek, dünya hayatını tek gaye edinecek, ilimden uzak kalıp âlimlerden mahrum olacak, farklı farklı şeylerin peşinden gidecektir. Bugün Müslümanlar olarak dünyayı öncelediğimiz kadar ahirete yönelmiyoruz. Dünya nimetlerinden mahrum kalacağız, korkusu taşıdığımız kadar, cennetten olası bir mahrumiyete karşılık endişe taşımıyoruz. Allah’tan şuur dileriz.

Ümmet Yeniden İzzete Nasıl Kavuşabilecek?

Selefimiz ne ile dirilip izzet bulduysa ve kesintisiz olarak Allah’ın yardımına eriştiyse; bu ümmet de o metodu takip ederek yeniden filizlenecektir. Küffârın bâtıl kokan yolundan yüz çevirip, ardına düşmeyecektir. Bu bâtıl yöneliş, bizleri daha bitik bir hale getirip yaralarımıza şifa olmayacaktır. Öncekiler ne ile ıslâh olduysa bizler de o yolla berekete kavuşacağız.

Küffârın siyasi temayüllerine alet olmamamız gerekmektedir. Bizlere sunulan sadece bir yanılgıya düşüren paydaştır. Mevdudi’nin, “Boş siyasi hezeyanları bir kenara bırak, çünkü siyasetin kabı kırıktır.” dediği üzere bizler, hakk olan siyasi temel üzerine davamızı bina etmeliyiz. Demokrasi putunun biçtiği sınırlar içerisinde davamızı otlatmayacağız. Demokrasinin illa ki güzel yanları vardır ancak bize reva görülen hep kısıtlı, canavar yüzü olmuştur.

Bu ümmet, Cezayir ve İhvan tecrübesini, olumlu-olumsuz tatmış bir ümmettir. Cezayir seçimlerinde Müslümanlar, oyların çoğunu alıp iktidar olmasına rağmen kırbaçlanmıştı. Kazanılan başarının ardından reva görülen, kıyım ve zulümdü. Aynı durum, İhvan örneğinde de yaşanmıştı. 13 milyona yakın oy alıp seçimi kazanmasına rağmen yaşanılan tecrübe, hala hafızalarda yerini korumaktadır. Demokratik firavunlar ve satılmış ajanlar eliyle Müslümanlara acıdan başkası yaşatılmamıştı.

Öncesinde de söylediğimiz üzere, “ilim” ve “cihad”, bu ümmetin ağırlık vermesi gereken iki hakikattir. İçinde bulunduğumuz çağ, tam bir birikimli Müslüman profilini ve cihad aşkıyla yanıp tutuşan şehadete meftun aşıkları gerektirmektedir. Özellikle samimiyet abidesi, ihlâs ile yoğrulmuş ilmi ve cihadi yönü olan gençler, ümmetin izzetli bir şekilde tekrardan tarih sahnesine dönüşünü sağlayacak olanlardır. Ümmetin ilacı budur!

Birbirine kenetlenmiş, safları bölen ihtilaflardan arınmış, bir binanın temeli misali birbirini seven, kollayan, yardımına koşan İslâm kardeşliği de bizim için en büyük gereksinimdir! Rasûlullah (ﷺ) şöyle buyurdular: “Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu (düşmanına) teslim etmez. Kim, (mümin) kardeşinin bir ihtiyacını giderirse Allah da onun bir ihtiyacını giderir. Kim, Müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, bu sebeple Allah da onu kıyamet günü sıkıntılarının birinden kurtarır. Kim, bir Müslümanı(n kusurunu) örterse, Allah da Kıyamet günü onu(n kusurunu) örter.” (Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58.)

Kıyamete dek, pısırık olmayan daha öncekiler gibi daha atılgan olacak ümmetin varlığının yegâne tesciliyeti, bu hasletler olacaktır. Her ne kadar son iki yüz yıldır yaşadığımız buhran bizleri dumura uğratsa da Allâh’tan ümitvar olarak yine O’na sığınıyoruz. Bizleri kendi yolunda saf saf olanlardan kılsın. Âmin.

Velhamdülillâhi Rabbil âlemin.

Selam ve dua ile…

Sercan AKBAYRAK
akbayraksercan@gmail.com

GRUBA KATIL