Gündem İktibas

Hevâlarını İlâh Edinen Müstekbirlerin Tuzağı: ‘Dine Karşı Din’

Hüsnü Aktaş
Tarih boyunca bütün ülkeler, cemiyetler ve medeniyetler için geçerli olan, değişmeyen ve her zaman diliminde hükmünü icra eden ilâhi kanunlara sünnetullah denilir. Kur’an-ı Kerim’de “sünnetullah” terkibi, sekiz âyette yer almıştır. Hz. Adem’den (as) itibaren değişmeyen sünnetullah şudur: Allah (cc) her kavme; önce kendi içlerinden, kendi dilleriyle konuşan bir peygamber göndermiş, daha sonra kendilerine hidayeti veya dalâleti tercih etme mesûliyetini yüklemiştir. İtikadi mahiyete haiz olan, “Hidâyet” ve “Dalâlet” kavramlarıyla ifade edilen keyfiyet, insanoğlunun vasfını belirleyen en önemli unsurdur. İtikad yönünden insanlar Milel ve Nihal ehli olmak üzere ikiye ayrılırlar. Milel; vahye tabi olan ve hak olan bir şeriatla amel edenlerin vasfıdır. Hevâlarını ilâh edinen ve keyiflerine göre yaşayan kimselere Nihal ehli denilir. (1) Hevâyı ilâh edinmenin aslı, Allah’ın (cc) indirdiği hükümleri reddetmek, hafife almak ve keyfine göre yaşama ihtirasına kapılmaktır. Kur’an-ı Kerim’de, insanların hevâlarını ilâh edinmelerinin mümkün olduğu haber verilmiştir: “(Ey Rasûlüm) Hevâsını kendisine ilah edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın? Yoksa onların çoğunu hakikaten söz dinlerler yahut akıllanırlar mı sanıyorsun? Şüphesiz ki onlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler.“ (El-Furkan Sûresi: 43-44) İmam-ı Kurtubi bu ayet-i kerimeyi tefsir ederken Hz. Abdullah İbn Abbas’ın (ra) şu tesbitini nakletmiştir: “Allahü Teâlâ’dan (cc) gayrı olan ve kendisine ibadet edilen ilâha hevâ denilir. Hevâyı ilâh edinmek, hakikatten uzaklaşmayı ve nefs-i emmarenin şehvetlerine uygun yaşamayı beraberinde getiren bir felâkettir. İnsanın hevâsını ilâh edinmesi, Allah’a şirk koştuğunun delilidir.’(2)
Tarih boyunca hevâlarını ilâh edinen insanlar ile Allah’a ihlâsla teslim olan Müslümanlar, birbirleriyle mücadele etmişlerdir. Bu bir anlamda hak din ile batıl dinin (bir anlamda dine karşı dinin) mücadelesidir. Fahrüddin-i Razi ‘Hak din; birincisi ilim, ikincisi salih ameller olmak üzere iki unsurdan meydana geldiği gibi, batıl din de; birincisi şüpheler, ikincisi çirkin fiiller olmak üzere iki şeyden meydana gelir’(3) diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. İslâm Fıkhı’nın mahkûm edildiği (batıl dinin hâkim olduğu) ülkelerde yaşayan Müslümanlar ile ‘Dâru’l İslâm’da’ yaşayan Müslümanların problemleri birbirinden farklıdır. Allah’ın indirdiği hükümler ile hükmedilen bir İslâm beldesi için üç farklı tehlikeden söz etmek mümkündür. Birincisi: Kâfirler, İslâm ülkesini işgal ve istilâ edebilirler. İkincisi: Bir şehir veya bölge halkı topluca irtidad ederek, Dâru’l İslâm’ın sınırları içindeki bir beldeyi ele geçirebilirler. Üçüncüsü: Mü’minlerin emirine zimmet akdi ile bağlı olan Gayr-i Müslimlerin, bu akdi bozmaları ve İslâm toprağını istilâ etmeleri mümkündür.(4) Yıllarca süren savaş (cihad) neticesinde elde edilen İslâm toprakları; son bir asır içerisinde, bu üç tehlikeyi aynı zaman diliminde yaşamıştır. Aslında bu durum bugün karşımıza yeni çıkan bir durum değildi. Günümüzde yaşayan âlimlerden Said Havva, bu durumu izah ederken şu tesbitte bulunmuştur: “Müslümanlar oldukça güçsüz, parçalanmış ve ezilmiş bir şekilde, Hicri on dördüncü Yüzyıla (Miladi yirminci yüzyıl) girdiler. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra daha da kötü bir duruma düştüler. Batı emperyalizminin tehdidi altında olan bazı Müslüman ülkeler Komünizm ideolojisiyle aldatılmış ve kızıl emperyalizmin tuzağına yem olmuşlardır. İslâm dünyasının haritasına şöyle bir kuşbakışı baktığımızda Avrupa’nın ortalarından ta Asya ve Afrika’nın hemen hemen tamamına yakınının çeşitli ideolojilerin sömürgesi küçük devletçikler haline gelmiş olduklarını görürüz. Buna reaksiyon olarak gerek önceleri gerekse sonraları birçok hareket ortaya çıktı.” Emperyalist ülkeleri yöneten müktekbirlerin ‘İslâmi Terör’, bazı siyaset uzmanlarının ‘İslâmcılık’ adını verdikleri mücadele, bütün hızıyla devam etmektedir.
YEŞİL KUŞAK PROJESİ
Yeşil Kuşak Projesi, ABD’nin soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin sıcak denizlere inmesini engellemek için kimi İslâm Ülkelerini kalkan olarak devreye soktuğu bir projedir. Bu proje, 1970’li yıllarda Sovyetler Birliği’nin yayılmacılığının önüne geçmek için hazırlanmıştır. ABD Başkanı Jimmy Carter’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniev Brzezinski tarafından 1977’de geliştirilen “Yeşil Kuşak” projesi, “İslâm’ın Komünizme karşı bir kalkan olabileceği” tezine dayanmaktadır. SSCB’nin petrol zengini Basra Körfezi civarında müttefikler edinmesi ve bölgeye sızmalarını engellemek, ilk hedeftir. Sovyetler Birliği tarafından Afganistan’ın 1979’daki işgaliyle birlikte bu proje çerçevesinde ilk adımlar atılmaya başlanmıştır. ABD, bu proje gereğince bütün İslâm ülkelerinde Komünizmin karşısına İslâm’ı çıkarmak için çeşitli grupları ve cemaatleri desteklemiştir. ABD, Afganistan Savaşı sırasında mücahitleri o kadar kutsadı ki; Başkan R. Reagan mücahitlerin liderlerinden bazılarını (Burhaneddin Rabbani, Gülbeddin Hikmetyar vs.) Beyaz Saray’da ağırladı ve onları dünya basınına tanıtırken, “Bu savaşçılar, ABD’nin kurucu babalarıyla aynı ahlak ve anlayışa sahipler” ifadesini kullandı. Soğuk Savaş döneminin “Kutsal Savaşçıları”, özellikle 11 Eylül 2001 olaylarından sonra Haçlı Savaşı’nı ilân eden George W. Bush’un ifadesiyle dünyayı tehdit eden, “radikal dinci teröristler” sıfatına lâyık görüldüler.
Soğuk Savaş Dönemi’nden sonra; Komünizm tehdidinin yerini radikal İslâm almış, “Komünist Doğu-Kapitalist Batı” blokları bu kez dinler üzerinden, “Hıristiyan Batı-Müslüman Doğu” olarak ikiye ayrılmıştır. Medeniyetler çatışması/çatıştırılması sadece dinlerle sınırlı kalmamış, mezhepler arası çatışmalar piyasaya sürülmüştür. NATO, Büyük Ortadoğu coğrafyası üzerinde küresel etkileri olan askeri ve siyasi bir güç haline getirilmiştir. ABD kendi siyasi emellerini meşrulaştırmak, AB ülkelerinin ve Şanghay Beşlisi’nin tepkilerini çekmemek için; ‘Ortadoğu’da halklara özgürlük, insan haklarının verilmesi, demokratikleşme ve istikrarın sağlanması ile terörün kaynağının yok edilmesi’ gibi sloganları ön plâna çıkarmıştır.
ABD, Türkiye’nin ‘Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’ içinde model ve bu proje içinde, jeo-stratejik açıdan kilit ülke olmasını arzu etmiştir. Bu arzuyu Amerikalı ünlü siyaset bilimci Samuel Huntington şöyle ifade etmiştir: “Türkiye gerçekten Avrupa ile Asya, İslâm ile laiklik arasında bölünmüş bir ülke. Bu bakımdan uygarlıklar arasında bir köprü olabilir… İslâm dünyasında Türkiye liderlik rolü oynayabilecek bir ülke… Eğer Türkiye bir Batılı ülke olma ısrarından biraz vazgeçer; modernleşme ve demokrasinin bir İslâm ülkesinde de mümkün olduğunu göstermeye çok daha ağırlık verirse, bütün dünyaya ve İslâm’a büyük bir model olur. Türkiye, işleyen bir demokrasiye sahip tek İslâm ülkesi. Demokrasinin mutlaka laik bir temele dayanması gerekmez, İslâm ile demokrasi bağdaştırılabilmeli. Ilımlı İslâmcılar eğer demokratik sürece katılıyor ve başarılı oluyorlarsa, iktidara gelmelerine izin verilmelidir …İnanıyorum ki Türkiye bu yüksek gayeye sahip çıkacaktır ve eğer İslâmi bir anlayışla kalkınmayı ve demokrasiyi birleştiren bir model olabilirse, bundan hem Türkiye, hem de dünya faydalanacaktır.”
New York Times’in Türkiye’de büro şefliğini de yapan Stephen Kinzer ‘model ülke hangisi olabilir?’ sualine cevap verirken, şu tesbitte bulunmuştur: “Eğer bir ülke İslâm’ın çağdaşlık ve demokrasiyle birlikte yaşayabileceğini kanıtlayacaksa, bu ülkenin Türkiye olması en yüksek ihtimaldir. Coğrafyanın ve Osmanlı geçmişinin bir sonucu olarak Türkler, İslâm bilincinde özel bir konuma sahiptir. Bu başarı Türkiye’yi dünyanın her yerindeki dinsel köktenciliğe karşı paha biçilmez bir karşı denge haline getirecektir. Gerçek bir demokrasiye sahip olan bir Türkiye, yalnızca çevresindeki Müslümanlar için değil, bütün İslâm dünyası için bir yol gösterici olacaktır. Onun ortaya koyacağı örnek, Fas’tan Endonezya’ya uzanan coğrafyada ağırlıklı olarak Müslüman olan 51 ülkede yaşayan bir milyardan fazla insan için son derece önemli olacaktır. Eğer Türkiye bu ülkeleri demokrasiye doğru yönlendirebilirse tüm dünyayı yeniden şekillendirecektir.’
283ayinkonusu
RAND CORPORATİON RAPORU
VE ILIMLI İSLÂM
ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) 1989 yılında Rand Corporation adlı kuruluştan, ‘Türkiye’de İslâmi Radikalizmin Geleceği” konulu bir rapor istemiştir. Bunun üzerine Rand Corporation, CIA’nin en önemli isimlerinden Graham Fuller başkanlığında bir ekip kurmuş ve hazırlıklara başlamıştır. Ekipte bazı Türk uzmanların yanı sıra CIA’nın Ankara İstasyon Şefi Paul Henze gibi istihbaratçılar da yer almıştır. Hazırlanan 79 sahifelik raporun son bölümünde, şu ifadelere yer verilmiştir: “Türkiye’de İslâm’ın yükselmesi olgusuna dik­katli ve seçici bir şekilde yaklaşılmalıdır. Ancak, ihtiyatlı ve al­çak perdede kalarak Amerikan çıkarlarına en iyi hizmet müm­kündür. İslâm’ın rolünü etkileme konusunda en ufak bir açık Amerikan girişimi, ABD’nin çı­karlarına hizmet etmez. Yönetim konuya dönük politikalarını for­müle ederken hem Türkiye’de la­ik modeli destekleyen, hem de İslâmi güçlerle açık bir çatışma­dan kaçınan nazik bir denge ya­kalamak durumundadır. Türkiye’ye NATO çer­çevesinde daha fazla yükümlü­lükler verilmeli, NATO strateji­leri konusunda Türk resmi ma­kamlarına daha fazla danışılma­lıdır. Diğer taraftan ABD’nin laik-seküler hareketleri desteklemesi, bu arada Türkiye’de­ki Amerikan menfaatlerine daha iyi hizmet edecek politikalar ge­liştirmeye çalışması gerekir. Ayrıca İslâmi hareketin ılımlı üyeleri ile ihtiyatlı ve gayr-i res­mi temasların kurulması ve yeni dünya düzenine uygun dini yorumların yayılmasının sağlanması gerekir.
1999 yılında dönemin ABD Başkanı Clinton, Türkiye ile İslâm’ı özleştiren yeni bir terim üreterek, Türkiye’yi “Laik bir İslâm Devleti” olarak tanımlamıştır. Bu tanım, Büyük Ortadoğu Projesine bağlı “Ilımlı İslâm” fikriyatının ne zaman şekillenmeye başladığının açık bir işaretidir. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içerisinde, Müslüman kimlikli tüm ülkelere kısaca vermek istediği mesaj şudur: “Müslüman bir halk, laik ve demokratik bir sistemle yönetilebilir. İşte size bir örnek: Türkiye.’
Bu bağlamda, 2003 tarihinde “RAND Corporation” kuruluşu tarafından “Sivil Demokratik İslâm: Ortaklar, Kaynaklar ve Stratejiler “ başlıklı 88 sayfalık kapsamlı rapor George W.Bush yönetimine sunuldu. “İslâm ve Müslümanlar, Batı demokrasisi değerlerine ve küresel düzene uyumlu hale getirilemezse, medeniyetler çatışması olasılığının yüksek olduğu” tezinden yola çıkılan bu raporda; İslâm coğrafyasının nasıl denetim altına alınacağına dair bir strateji önerilmektedir. Dünya Müslümanları; Köktendinci/Radikal Müslümanlar, Muhafazakar/Geleneksel Değerleri Savunan Cemaatler, Modernist/Ilımlı Müslümanlar ve Laikler olmak üzere dörtlü tasnife tabi tutulmuştur. Bu grupların bakış açıları analiz edilerek şu sonuçlara varılmıştı (özetle): 1. Köktendinci/Radikal Müslümanlar: İslâm’ın şiddetten kaçınmayan, yayılmacı ve saldırgan yorumunun temsilcileridirler. Demokratik değerleri ve Batı kültürünü reddederler. Batı’ya, özellikle ABD’ye, düşmanlık hisleri beslemektedirler. Geçici taktik düşünceler hariç, bu grubu desteklemek bir seçenek olamaz. 2. Muhafazakar/Geleneksel Müslümanlar: İslâm dininin kurallarına sadakatle bağlı olmakla birlikte, saldırgan ve şiddet yanlısı değildirler. Radikal müslümanlara kıyasla daha ılımlı görüş taşırlarsa da, çağdaş demokrasileri ve Batı değerlerini gönülden kucakladıkları söylenemez. Bu gurup da, demokratik İslâm’ın örneği ve geçiş vasıtası olmak için uygun düşmez. Bu grupla ilişkilerde, barışçı bir görüntü vermek en iyisidir. 3. Modernist/Ilımlı Müslümanlar: İslâm’ın günümüzdeki katı anlayış ve uygulamalarında kapsamlı değişiklik yapılması konusunda ittifak halindedirler. Peygamber dönemindeki uygulamaları kabul etmekle birlikte, o günlere ait sosyal ve tarihi koşulların bugün artık geçerli olmadığını savunurlar. Tarihselciliği benimsemişlerdir. Temel değerleri; bireysel vicdanın üstünlüğünün yanı sıra, eşitlik ve özgürlüğe dayalı toplum anlayışıdır. Bu değerler çağdaş demokratik esaslarla bağdaşmaktadır. İslâm dünyasının, küreselleşmenin bir parçası olmasını da arzu ederler. Bu nedenlerle ılımlı İslâm, demokratik İslâm’ın örneği ve esas vasıtası olmak için en uygun olanıdır. 4. Laik-Seküler Dünya Görüşlerini Savunan Aydınlar: Batı demokrasileri tarzında din ile devlet işlerinin ayrılmasından yana olup, din olgusunu kamusal alandan özel alana indirgemişlerdir. Politika ve değerler açısından Batı’ya en yakın olan gruptur. Bu olumlu özelliklerine karşılık, genellikle yarı demokratik görünümlü otoriter bir yapıyı esas alan laik guruplar, çoğunlukla solcu ve saldırgan milliyetçi ideolojileri benimsemişlerdir. Raporda, Amerika’nın İslâm’ı kontrol altına alması için neler yapması gerektiği maddeler halinde şöyle sıralanmıştır (özetle): Modernist/ Ilımlı İslâm cemaatleri desteklenmelidir. Bu kapsamda; özellikle mali destek sağlanmalı, liderlik modeli oluşturulmalı ve bu modele uygun kanaat önderleri tesbit edilmelidir. İslâm’da devlet ve dinin ayrı tutulabileceği (Lâiklik), bunun inanca zarar vermeyeceği, aksine onu güçlendireceği fikri, ısrarla işlenmelidir. Muhafazakâr/ geleneksel değerleri savunan kanaat önderlerinin kusurları ön plâna çıkarılmalıdır. Radikal/ köktendinci müslümanlar ile muhafazakarların arasının iyice açılması gerekir. Siyasi hedefleri olmayan tasavvufi hareketlerin teşvik edilmesi ve sufiliğin yaygınlaştırılması teşvik edilmelidir. Ilımlı İslâm cemeatlerine yakın görüşte olan muhafazakar/geleneksel müslümanların, ortak hareket etmeleri sağlanmalıdır. Radikal/Köktendinci hareketlerle mücadele edilmesi, onların birbirlerine düşürülmesi hayati bir öneme haizdir. Bu kapsamda; yasadışı faaliyetlerin açığa çıkarılması, yaptıkları şiddet eylemlerinin olumsuz sonuçlarının abartılması gerekir.
RAND Raporunun son bölümünde ‘Derin Strateji’ başlığı altında, ‘Ilımlı İslâmi bir liderin hazırlanması’ üzerinde durulmuş ve takip edilmesi geren siyaset şöyle ifade edilmiştir: “Ilımlı İslâmcılar’ın cesur sivil kanaat önderleri olmaları yeterli değildir. Bu önderlerin demokrasi, insan ve kadın hakları konusunda etkili projeler geliştirmeleri sağlanmalıdır. İslâm’ın bir üst kimlik olduğundan çok, insanların kimliklerinin bir parçası olduğu tezi işlenmelidir. Sivil toplum örgütleri oluşturulması ve Ilımlı kanaat önderlerine yardım edilmesi, hayati öneme haizdir.”
Geçtiğimiz otuz yıl içerisinde; hevâlarını ilâh edinen müstekbirlerin (ABD ve müttefiklerinin) kurduğu ‘Dine Karşı Din’ tuzağının bazı zaruri sonuçları ortaya çıkmıştır. Bilhassa Mısır’da İhvan-ı Müslimiyn hareketi ile Selefi Nur Partisi’nin birbirleriyle olan mücadelesi bunun en güzel delilidir. Suriye, Tunus ve Libya’da; RAND Raporu’nun son bölümünde yer alan tuzaklar hayata geçirilmiştir. Firâset sahibi olan müslüman kanaat önderlerinin; velâyet hukukunu ihya etmeleri ve fütüvvet ahlâkını ön plâna çıkarmaları, ‘Dine Karşı Din’ tuzağının zararlarını ortadan kaldırabilir.
___________________________
(1) İmam-ı Şehristani- El Milel Ve’n Nihal- Beyrut, 1392 C: 1 Sh: 4
(2) İmam-ı Kurtubî-El Cami’u li Ahkâmi’l Kur’an- Kahire: 1967 C: 10 Sh: 392
(3) İmam Fahrüdin-i Razi- Tefsir-i Kebir/*Mefatihû’l Geyb-Ankara:1989 C:5 Sh:13
(4) Şeyh Nizamüddin ve Heyet-. Feteva-ı Hindiyye-Beyrut: 1400 C: 2 Sh: 232

 Misak Dergisi

Exit mobile version