Hayâ kelimesi dilimize Arapça’dan geçmiştir. “Hâyiye” kökünden gelen kelime utanma ve utangaçlık anlamlarında kullanılır. Sözlüklerde utanma, sıkılma, utanç, ar, edep, namus gibi anlamlarının olduğu geçer.
Terim olarak ise; “Allah Teâlâ’nın razı olmadığı çirkin şeyleri yapmaktan kaçma, başkalarının kötülemelerinden korkma, kötü iş yapınca utanma” demektir.
Maliki âlimlerinden Kadı Iyâz ise hayâyı şöyle tanımlar: “Kötü bir işin yapılmasından ve iyi bir işin terk edilmesinden dolayı insanın yüzünü kızartan bir sıkıntıdır.”
Hayâ kelimesinin semantik anlamına baktığımızda kelimenin iman ve ahlâk kavramlarıyla doğrudan alakalı olduğunu görürüz. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in “Hayâ imandandır.” hadisini hatırladığımızda hayâ ile iman arasında bir doğru orantı olduğunu söyleyebiliriz. İbn Kuteybe bu hadisi açıklarken şöyle söyler: Kişi, hayâsı sebebiyle günahlardan uzak durur, böylece hayâ imanın bir parçası olur. Fâsık ise her kötülüğü işler dini ve hayâsı ona engel olmaz. Kötü ve çirkin fiiller işledikçe bu kişinin kalbi kararır ve iman o kalpte barınamaz hale gelir. Böylece hayâsızlığın kişiyi imansızlığa götüreceğini yani hayâ ve imanın aynı işi gördüklerini görürüz. Yine bunu destekleyen bir hadis de şöyledir: “Hayâ ile iman beraberdirler. Biri gidince, diğeri onu takip eder.”
Yine hayâ ile ilgili Peygamber Efendimiz (s.a.v.) diğer bir hadiste şöyle der: “Utanmadıktan sonra istediğini yap!” İbnu’l-Esîr bu hadisten iki yorum çıkartır:
Birincisi: Hadiste sanki “canın ne istiyorsa onu yap” deniliyormuş gibi gözükür. Buradaki söyleyiş emir şeklindeymiş gibi gözükse de aslında anlamı azarlama ve tehdit içerir. Hayânın insanı kötü pozisyonlardan caydırdığına işaret vardır. Eğer bir kimsenin hayâ perdesi yırtılırsa, her kötülüğü ve çirkinliği işlemek o kişinin sanki vazifesiymiş gibi olur.
İkincisi: Hadis, yapacağın işin utanmayı gerektiren bir iş olmadığına yani doğru olduğuna inanıyorsan onu işle demektedir. Nitekim bir iş utanmayı gerektirmiyorsa demek ki doğru bir fiildir.
Mâverdî ise aynı hadisi yani “Utanmadıktan sonra istediğini yap!” hadisini yorumlarken kişinin bir fiili işleyeceği zaman o fiilin doğru mu yanlış mı olduğuna karar vermesi noktasında hayânın hakem tayin edildiğine dikkat çekmektedir. Yani eğer kişi bir fiili işledikten sonra kendisinde utanma ve hayâ duygusu hâsıl olacaksa öyleyse o fiil doğru bir fiil değildir, ancak eğer fiil işlendiğinde utanmayı gerektirecek bir durum olmayacaksa öyleyse o fiil işlenmesinde sakınca olmayan bir fiildir. Öyleyse biz bir fiili işleyeceğimizde onun sonucuna göre hareket etmeli, hayâyı kendimize bir ölçü tayin etmeli, bizi utanca ve pişmanlığa sürükleyecek, insanların gözünde hayâsız konuma düşürecek fiillerden uzak durmalıyız.
Hayâlı olan insan hayatının bütün safhalarında, diğer insanların kendisi hakkında ne düşüneceğini hesap ederek hareket eder. Hayânın temelinde kınanmak, küçük görülmek gibi toplumsal ve psikolojik duygular vardır. Ebu Süleyman-ı Dârânî de hayâlı bir insanla ilgili şöyle söylemiştir: “Kul haya sahibi olduğu zaman, hayır ve iyi işlere yapışır. Hayâ kalbe yerleştiğinde, nefsin arzu ve istekleri ondan uzaklaşır.” Ayette de hayâsızlığı emreden şeytan ile ilgili olarak şöyle geçmektedir: “O size ancak kötülüğü, çirkini ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.” (Bakara-2) Dikkat edin ayet insanın kötü işler işlediğinde veya bir hayâsızlık yaptığında şeytana uymuş olacağını haber vermektedir. Her türlü hayâsızlık şeytan işidir.
Yine Nûr suresi 19. Ayette şöyle geçmektedir: “İnananlar arasında çirkin şeylerin yayılmasını arzulayan kimseler için dünyada da ahirette de çetin bir ceza vardır. Allah bilir siz bilmezsiniz.” Ayette geçen “çirkin şeyler” ifadesi bize kendisinden sakınılacak, utanılacak yani hayâ edilecek şeyler manasını vermektedir. Allah bu ayette müminleri çirkin şeyleri yaymak isteyenlere karşı uyarmaktadır. Yani siz hayâlı olun, çirkin şeyler işlemeyin ve işleyenlere karşı da her zaman tetikte olun. Hayâsızlığı yaymayın ve yayanları uyarın. “Emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker” dediğimiz “İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak” buyruğu da buna dâhildir.
Buraya kadar ifade ettiklerimiz kısaca şunlardı: Hayâ çirkin şeylerden utanmak, ar etmektir. Peygamber (s.a.v.) hayâyı imanla bir tutmuştur ve bize hayâyı tavsiye etmiştir. Ayetlerde de hayâsızlığın şeytanın ve şeytanlaşmış insanların işi olduğuna vurgu yapılmıştır.
Hayâ ile ilgili bu kısa tanımlamalardan sonra şimdi “Kimden hayâ edilir?” sorunu cevaplamaya çalışacağız. Maverdî hayâyı bu soru çerçevesinde ana hatlarıyla üç şekilde ele almakta:
1-Allah’tan utanmak
2-Kuldan, insanlardan utanmak
3-Kendinden utanmak
Bunları kısaca açıklayacak olursak.
1-Allah’tan Utanmak
Allah Rasûlü bir hadisinde: “Kendisine karşı hayâ edilmeye Allah daha layıktır.” buyurmuştur. Makamı en yüce olan Allah olduğuna göre; kudretin, mülkün, gazabın, rahmetin, her şeyin sahibi Allah olduğuna göre, insanın hayâ edeceği makamın Allahu Tealâ olması şüphesiz en isabetli davranıştır. İnsanı yanlış fiillere sürüklenmede frenleyecek en yüce ve güzel otorite Allah Teâla’dır.
Bu noktada Cibril Hadisi olarak bilinen hadisi hatırladığımızda, ihsan kavramı için söylenen “Siz Onu görmeseniz de O sizi görmektedir.” ifadesinin Allah’tan hayâ etmemizle de yakından ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim kimsenin olmadığı bir mekânda dahi Allah bizimledir ve bizi görmektedir. Öyleyse işlenilen bir hayâsızlığı kimse görmese de Allah görmektedir, bilmektedir. Bu unutulmamalı ve Allah’tan hayâ edilerek çirkin fiillerden uzak durulmalıdır.
Kur’ân-ı Kerîm’de “Allah’tan korkmak, sakınmak” manasında kullanılan ve “takva” kelimesinin kökü olan “ittikâ” kelimesi de “utanma ve hayâ etme” fiilleriyle doğrudan ilgilidir. Nitekim Hz. Ömer’in takvaya yaptığı tanımı hatırlarsak, o: “Takva dikenli bir arazide eteklerini toplayarak yürümektir.” demiştir. Dikkat ediniz dikenli bir elbise insana sıkıntı verir, eza verir. İşte hayâsızlığa yol açan bir fiili işleyen insan da aslında hem kendisine hem çevresindekilere eza vermiş olur, sıkıntı çektirmiş olur. Hz. Meryem’i hatırlayalım, melek ona bir bebek müjdelemek için, bir delikanlı kılığında geldiğinde Hz. Meryem ona: “Gerçekten ben senden, Rahman olan Allah’a sığınırım. Eğer takva sahibiysen bana yaklaşma.” demiştir. Dikkat edin “takva sahibiysen” demiştir. “Takva sahibiysen bana yaklaşma, Allah’tan korkuyorsan, Allah’tan hayâ ediyorsan benden uzak dur” demektir bu. “Ne bana eziyet et zarar ver, ne bu çirkin fiili işleyerek kendine eziyet et.” demektir bu. Öyleyse takva ve hayâ arasında yakın bir ilişki vardır. Yani Allah’tan gerektiği gibi korkmak da ancak hayâ ile mümkün olur.
Burada, Peygamber Efendimiz’in “Allah’tan gerektiği gibi hayâ ediniz.” hadisini düşündüğümüzde aklımıza şöyle bir soru gelebilir: “Allah’tan nasıl hayâ edilir?” Yani biz ne yapmamız gerekir nasıl davranmamız gerekir ki Allah’tan gerektiği gibi hayâ etmiş olalım? Bu soru Rasulullah’a sorulduğunda o şöyle cevap vermiştir: “Başın (beş duyu organının), bedenin ve beynin algıladığı konularda haramlardan kendinizi koruyunuz.” demiştir. Öyleyse bir müminin Allah’tan hayâ etmesi, her türlü günah, kötülük ve çirkin işten Allah’tan korkarak uzak durmasıdır.
2-İnsandan/Kuldan Utanmak
Kişinin insanlardan utanması açıktan açığa onlara ezâ vermemesi, kötülük etmemesidir. Nitekim Rasûlullah “Allah’tan sakınan insanlardan da sakınır.” buyurmuştur. Yani en yüce olandan sakınan kişi tabi ki O’nun yarattıklarından da sakınır. Hadisi tersten okursak çevresindeki insanlardan sakınmayan birisinin, görmediği bir Allah’tan sakınmasını beklemek abes olur.
Kuldan utanmak kişinin kendisi gibi insanlardan çekinerek bazı fiillerden uzak durmasıdır. Gelenek, kanun korkusu, kınanma vs gibi yaptırımlar da bu başlığın içine girer. Nitekim Adam adamdan korkmaz, utanır gibi atasözleri de kişinin bir fiil sonucu etraftan küçük görülme korkusunu anlatır niteliktedir. Bu noktada insanın üzerindeki toplumsal baskı da onun ahlâkının güzelleşmesi noktasında kişinin hayrına olan bir faktördür. Sonuç itibariyle kişinin diğer insanlardan korkması onun yanlış şeyler yapması noktasında bir engel oluşturmaktadır.
3-Kendinden Utanmak
Kişinin kendisinden utanması, kendisine karşı tutarlı olması demektir. Hatalı olan bir iş, ayet ve hadislerle belirlenmiş olmasa bile, tutarlı olan bir insan bu işi kendi aklına ve gönlüne danışarak da yanlış olduğuna karar verip o işten uzak durur. “Kişinin yaşından başından utanması” gibi tabirler de yine kendisinden utanması manalarına gelir.
Kişinin kendinden utanması, iffetli olması, yanlış bir işi kendi nefsine yakıştıramaması, yalnız olsa dahi yanlış işlerden uzak durmasıdır. Hayânın bu kısmı kişinin kendi nefsinin güzelliğinden, ahlâkının güzelliğinden ileri gelmektedir. Nitekim böyle bir kişi her nerde olursa olsun, her şeyin mubah olduğu bir toplumda dahi olsa kendi karakteri ve insanlığının güzelliği nedeniyle çirkin işlerden uzak durur. Bu Allah’ın insana verdiği temiz fıtratı muhafaza edenler için söz konusu olan bir şeydir. “Vicdanlı insan, vicdanı körelmiş insan” gibi tabirler de insanın içindeki kendisine doğruyu telkin eden sesi susturmuş olup olmaması, temiz fıtratını muhafaza edip etmemesiyle alakalı olarak ortaya çıkmış tabirlerdir.
İnsanlar İçinde Hayâlı Bir Kimse Olmak
Son olarak insanlar içinde hayâlı bir kimse olmak nasıl olur, bize ne kazandırır ve tarih boyunca hayâlarıyla ön plana çıkmış kimseler kimlerdir buna değineceğiz.
Kalem Suresi 5. ayette kendisi için “üstün bir ahlâka sahip” ifadesi kullanılan, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in hayâsı ile ilgili Ebu Said el-Hudrî’den şöyle rivayet edilmiştir: “Rasûlullah (s.a.v.) çadırdaki bakire kızdan daha çok hayâ sahibi idi. Hoşlanmadığı bir şey görmüşse biz bunu yüzünden hemen anlardık.” Dikkat edelim Peygamber (s.a.v.) bir erkekti ve böyle bir hayâya sahipti. O böyle bir hayâya sahipken biz bayanlar nasıl olmalıyız? Hepimiz biliyoruz ki bir toplumu hayâsızlığa sürüklemek, o toplumda fuhşu, arsızlığı yaymak, önce o toplumun kadınlarını hayâsızlaştırmakla olur. Cumhuriyet’ten bu yana kadınların nasıl yavaş yavaş kıyafetlerinin değiştiğine bakın. Televizyonların evlere ilk girdiği zamanlarda bizim annelerimiz anneannelerimiz belki sadece başı açık kadınları görüp, utanıp televizyonu kapatırken bu görüntülere buğzederken, biz çok daha açık kadınları televizyonda internette görüp sanki normal bir şeymiş gibi davranıyoruz. Bu noktada bizim hayâmızı, utanma duygularımızı hatta çirkin şeylere buğzetme özelliğimizi kimler bizden almak istedi ve ne ölçüde başarılı oldular, bunu herkes kendisine dönüp sormalı.
Yine bizim için bir başka örnek olan Hz.Yusuf’u hatırlayalım. Onun Allah’a karşı olan hayâsı onu fuhuş ve kötülükten korumuştur. Rivayetlerde şöyle anlatılır: Züleyha Yusuf’u odasına kapattığında odasında bulunan putun üstünü bir örtüyle örter. Yusuf “Bu yaptığın işin manası nedir?” diye sorduğunda, Züleyha “Puttan utanıyorum” der. Bunun üzerine ise Yusuf, “Senin puttan utanmandan ziyade ben Allah Tealâ’dan utanıyorum.” der. Hz Yusuf hakkında üç karanlık varid olmuştur. Birincisi kuyunun karanlığı, ikincisi Züleyha’nın odasının karanlığı, üçüncüsü ise zindan karanlığıdır. Bunlardan en ağırı Züleyha’nın yatak odasıdır. Nitekim Yusuf Suresi 33. Ayette bildirildiğine göre Hz. Yusuf Allah’a duasında “Zindan bana o kadınların bana teklif ettiğinden daha iyidir.” diye yakarmıştır. Burada önemli olan şudur ki Hz. Yusuf Züleyha’nın odasının karanlığını iffet ve hayâsıyla nura çevirmeyi bilmiş ve asırlar boyu da hayâsıyla gönüllerde ve dillerde destan olmuştur. Burada sormamız gereken soru şudur: Biz kendi karanlıklarımızı nura çevirmeyi bilebiliyor muyuz? Sosyal medya dediğimiz şey çağımızın gençleri olan bizler için Züleyha’nın odasının karanlığı gibidir. Bir grup kız görüyorsunuz. Bunlar Müslüman ailelerin kızları, internetin başına geçmişler beğendikleri bir erkeğin resimlerine bakıyorlar, beğenme butonlarına basıyorlar ya da bir sanatçıya ölürcesine sevgi besliyorlar. Karşılaştırırsak, kendimize bir öğüt ararsak, Yusuf’u görünce büyülenip ellerini bıçaklarla kesen kadınlarla bu bahsettiğimiz kızlar arasında ne fark vardır? Televizyonu, interneti, kendi değerlerimizi, sahip olduğumuz güzel hasletlerimiz çevresinde kullanmazsak onlar bizim karanlık kuyularımız haline dönüşür. Çünkü her gün internette ya da televizyonda bizim hayâmızı söküp alacak, bizi Batı’nın değersiz kadın figüranlarına dönüştürecek, onlara özendirecek nitelikte planlanmış programlar sunulmaktadır. Biz önlem almazsak, dur demezsek yarının nesilleri, bugünün gençlerinin çocukları çok daha kötü bir dünyaya doğacaklardır. Bakın Allah-u Teâla Hz. Şuayb’ın kızlarının, Hz. Musa’nın yanına yaklaşırkenki tavırları hakkında ne söylemiştir: “Derken o iki kadından biri, utanarak ona geldi de babam dedi, hayvanlarımızı suladığından dolayı seni mükâfatlandırmak için çağırıyor. Musa, ona gidip başından geçenleri anlatınca o, ‘korkma’ dedi, ‘zalim topluluktan kurtuldun.’” Dikkat edin “utanarak” demiştir. Mümin bir bayanın tavrı bu olmalıdır.
Kur’ân’daki bir diğer hayâsıyla anılan şahsiyet ise kadınların en hayırlıları arasında anılan Hz. Meryem’dir. Babasız bir çocuk dünyaya getirecek olmanın üzüntüsü ve utancıyla, Meryem Suresi 23. ayette geçtiği üzere şöyle demiştir: “Keşke bu iş başıma gelmeden öleydim, adı sanı unutulmuş bir kişi olaydım.” Düşünün ki Hz. Meryem bayanların giremeyeceği mabede girmiş, orada kendisine bir oda verilmiştir. Ve o kendi toplumunda Allah’a adanmış bir kişi olarak bilindiği bir zamanda, üstelik dönemin ileri gelen isimlerinin kendisini mabedde istemediği, onu oradan atmanın yollarını aradıkları bir zamanda babasız bir çocuk dünyaya getirme durumuyla karşı karşıya kalmıştır. Onun ayette dile getirdiği üzüntüsü, “keşke ölseydim” demesi aslında onun ne kadar hayâlı bir bayan olduğunu ortaya koymuştur. Çünkü düşünün ki bu fiili alenen işleyen ve bundan utanmayan kadınlar vardır. Veya hangimiz Hz. Meryem’in bu imtihanını kaldırabilirdik? Bunun üstesinden gelebilirdik? Tüm bu faktörler şunu gösterir: Hz. Meryem temiz fıtratıyla, dillere destan hayâsıyla, Peygamber Efendimiz’in haber verdiği gibi cennet kadınlarının efendisidir. Ve onun hayatına baktığımızda şunu görürüz bir Meryem olmak kolay değildir. Evet, biz ona hep imrenerek bakarız ama onun gibi olmayı gerçekten istemek onun iffet ve hayâsını örnek almaktan, onun izlerini takip etmekten ve bu yolda sabır ve sebat etmekten geçer. Böyle olmanın tadı ve meyvesi ise çok daha güzeldir.
Bakınız bu saydığımız örnek şahsiyetlerden biri olan Hz. Ali hayâlı bir kişinin kazancını şöyle ifade etmektedir: “Bir kimse hayâ elbisesini giyinse, yani hayâyı kendisine prensip edinse halk o kimsenin ayıbını göremez.” buyurmuştur. Gerçekten de hayâ öyle onur ve şeref verici bir elbisedir ki, onu giyinenler ayıp ve eksikliklerini örtmekle birlikte herkes tarafından saygı ve ikram görürler. Hz Yusuf’a bakalım, o hayâsının sonucunda nasıl itibar gördü, Mısır melikinin sağ kolu oldu. Çevremizdeki hayâlı insanlara baktığımızda, hayânın onlara bir ağırlık, bir nur verdiğini görürüz. İnsanlar böyle insanların yanlarında oturup kalkmalarına konuşmalarına her hareketlerine dikkat ederler. Hayâ elbisesi giyinmeyen kimseler ise ne kadar haysiyetli ve itibarlı olursa olsunlar kendilerinden aşağı kimselerden bile hakaret görürler. Toplumda sevilmeyen ve kendileriyle birlikte olunmaktan hoşlanılmayan kimseler olurlar. Nitekim böyle insanların davranışlarında kontrol mekanizması olan hayânın etkisi bulunmadığı için, nasıl davranacakları belli olmaz, onlarla oturup kalkılmak istenmez.
Şüphesiz hayâ en çok müminlere, müminlerden de kadınlara yakışır. Nitekim düşünürlerden biri şöyle demektedir: “Hayâ özellikle kadınlar için çok gereklidir. Çünkü sahip oldukları yüz güzelliği bir kat artar.” Bir başka düşünür ise; “Kadınlarda en çok sevilecek şey nedir?” sorusuna “yüzlerinde hayâdan dolayı ortaya çıkan kırmızılık” cevabını vermiştir.
Şu da unutulmamalıdır ki mümin kadının hayâsı örtüsüyle kâmil olur. Nitekim Allah Tealâ Nûr Suresi 31. Ayette mümin kadınlarının hayâsını şöyle tarif eder: “Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini harama bakmaktan korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarının üzerine örtsünler…” Ayette sırayla bir mümin kadını hayâ sahibi kılacak faktörler sıralanmıştır. Önce harama bakmaktan sakınması tavsiye edilir, “Namusunu iffetini koru” denir. Dikkat edin bu insanın iç dünyasını güzelleştirmesiyle, fıtratını korumasıyla alakalıdır. Sonra ise “Zinetlerini gizlesinler başörtülerini yakalarının üzerine indirsinler.” uyarısı gelir. Bu ise hayânın dış tezahürü içindir. Fıtrat çirkinlikten muhafaza edildikten sonra sıra bedenin çirkinlikten korunmasına gelir. Bir mümin kızın hayâsı ancak bu şekilde kâmil olur. Neden? Çünkü o örtünerek, hem erkeklere sıkıntı çektirmekten korunmuş olur hem de kendisine bir eza sıkıntı dokunmasından korunmuş olur. Bu mümin bayanın incinmemesi ve toplumun hayâsızlığa sürüklenmesinin önlenmesi için koyulmuş bir kaidedir.
Bu cümleden olmak üzere Allah hepimize razı olduğu hayâyı ve razı olduğu örtüyü nasip etsin. Maalesef günümüzde bir takım kapalı kızlar görüyoruz hayâ bilmez. Yine bir takım kapalı kızlar görüyoruz örtünün hakkını vermez. Unutulmamalıdır ki toplumun ahlâkî değerlerini biz oluşturuyoruz. Şu ayeti unutmayalım: “Bir millet kendisini değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez.” diyor Allah Rad suresinde. Önce kendimizden başlamak bir toplumu değiştirmenin nüvesidir.
Başta Rasûlullah (s.a.v.)’e ve onun âline olmak üzere, burada andığımız veya anmadığımız, bizim hayatımız için örnek şahsiyetler ve hidayet yolunun işaret taşları olan tüm önderlerimize selam olsun ve Allah onların ahlâkıyla ahlâklanmayı bize nasip etsin…