Dünden Bugüne Kadın
Arşiv Genel Yazarlar

Dünden Bugüne Kadın

Biri diğerini tamamlasın, diye her şeyi çift çift yaratan Allah’a hamd olsun. O ki (cc), âlemleri mükemmel bir düzende yaratandır. Yarattığı ne varsa neye ihtiyaç duyduğunu en iyi bilendir. Salat ve selam, çarpıklaşmış ve köhnemiş zihinleri, inanç ve yaşantısı ile nizama sokan, yaşadığı toplumdan başlayıp bugüne ve geleceğe ışık tutan, inkılap ateşini yakan Hz. Muhammed’e (sav) ve sadık arkadaşlarına olsun.
Modern dünyanın en büyük problemlerinden biri de hiç şüphesiz rol karmaşası ya da rol belirsizliğidir. Bu karmaşa ya da belirsizliği problem olarak görmek için, saf bir düşünme ve bozulmamış bir insan fıtratına ihtiyaç vardır.
Yaradılış itibari ile her canlının kendine has bir rolü ve yerine getireceği bir görevi varken modern dünyanın organize şebekeleri, bu fıtri duruma müdahale ederek kaos ortamı oluşturmuştur. Kaos, mutsuzluk, karamsarlık, kimlik kaybı ve daha birçok olumsuzluk kaçınılmaz bir sonuç olarak günümüz insanının yakasına yapışmış durumda. İnsan, kendi fıtratına yabancılaşarak yaşamaya mahkûm edilirken kadın, çocuk, yaşlı hatta bitkiler ve hayvanlar bile bu yabancılaşmadan nasibini almış durumda.
Modern dünya öyle bir yaşama biçimi sundu ki insana, durup düşünmeye, sorgulamaya, hakikati aramaya ve farklı olasılıkları değerlendirmeye dahi fırsat vermiyor. İnsan da bu yaşama biçimine her şeyiyle teslim olmuştur. Bu teslimiyet, insanı birçok noktada tembelleştirdi. Düşünmek yerine, toplumları yönlendiren odakların düşüncesini, üretmek yerine kapitalist ve çıkarcıların ürettiğini tercih eder oldu. Bu devinim öyle kök saldı ki insan “öz”de nasıldı, nasıl düşünürdü, nasıl tepki gösterirdi, insan nelere muktedirdi, zihinsel ve fiziksel faaliyetlerinde sınırı neydi, bunların hepsini unutturdu. Sonuç olarak modern dünyanın egemenleri, toplumları kolayca yönlendirir oldu. Çünkü kendi kimliğine sahip olmayan, kendi kişiliğini koruyamayan insan, başkalarının kimliğine ve kişiliğine bürünür. Böyle bireylerin oluşturduğu toplumlar, popüler kültür dediğimiz, her şeyin günübirlik değerlendirildiği ve kıymet gördüğü bir yaşama alışkanlığı edinir. Günübirlik beğeni, günübirlik heves, günübirlik yaşama alışkanlığı ve bizi biz yapan bütün değerlerin günübirlik harcanması ile ciddi bir yara alan kimlik ve kişilik, korumasız ve savunmasız bir hâle gelerek egemen güçlerin elinde oyuncak olmaktan kurtulamaz.
Neye ihtiyacı olduğunu bilmeyen, popüler kültüre köle olmuş böyle toplumların ihtiyaçları, standart dışı bir hâl alarak amacının dışına çıkar. Her şey birbirine karıştıktan sonra, köleliğin adı özgürlük, sömürünün adı medeniyet, israfın adı ihtiyaç, kimliksizliğin adı bireysel özgürlük oldu. Bir problemi çözmek için, ilk önce problemin varlığını kabul etmek, sonra etraflıca değerlendirip eleştirisini yapmak, daha sonra alternatifini sunmak gerekir. Bugünün dünyasında yaşanan problemler ya popüler kültürün gereği olarak günübirlik çözümlerle hallediliyor ya da doğasına kavuşturmak yerine, başka bir probleme yol açacak çözümler üreterek bertaraf edilmeye çalışılıyor. Bunu, bütün sektörlerde görmek mümkün. Örneğin, çalışma hayatına atılan annelerin çocuklarını emanet ettikleri kreşlerde, çocuklara şiddet uygulanması ya da huzur evine bırakılan yaşlıların durumu gibi birçok gerçekle karşılaşıyoruz. Üretilen her çözüm, başka bir soruna yol açıyor. Oysa yukarıda da dediğimiz gibi, her insanın bir rolü vardır ve bu rolün sorumluluğu artarak devam eder. Annelik kadının, neredeyse var oluşunun sebebindeki roldür. Yaşlılık, her insanın doğal sonucudur. Anne babanın görevi, çocuklarını büyütüp hayatlarını kurduktan sonra bitmiyor elbette. Ancak günümüz dünyası, bireysel mutluluğa dayalı bir hayat sunarak ailelerdeki bu bağı yok etmek üzeredir.
Evet, annelik; kadının var olmasının en büyük sebeplerdendir, dedik. Elbette kadının rolü, sadece bununla sınırlı değil. İnsan, doğduğunda ilk öğretmeni kadındır; merhameti, şefkati, fedakârlığı anneden bilir, öğrenir ve daha birçok etkisi vardır kadının, insan üzerinde. Fakat modern dünyada kadına biçilen rol, kadının tabiatından oldukça uzak, bir o kadar da aykırı. Bu aykırılık, bugüne has değil elbette. Eski medeniyetlerde de istikrarsız bir bakış açısının konusuydu kadın. Mesela Yunan mitolojisinde ilk kadın olarak temsil edilen Pandora, kötülük kutusunun yeryüzündeki taşıyıcısıdır. Ve o, bir cezalandırma aracı olarak insanlığa gönderilmiştir. Taşıdığı kutuyu açarak içindeki kötülüklerin insanlar arasında yayılmasını sağlamıştır.
Orta Çağ Avrupa’sında da durum farklı değildir. Akla zarar muamelelerle karşılaşan kadın, toplumda kötülüğün merkezi, cehenneme götüren ana unsur, lanetli bir varlık hatta veba, kıtlık, doğal afet gibi felaketlerin sebebi olarak görülüyordu. Cadı avı adı altında yapılan toplu katliamlar da tarihî bir hakikattir. Bu, sadece Avrupa ile sınırlı değildi elbette, dünya genelinde kadına karşı bakış açısı aşağı yukarı buydu . Kadına karşı neden böyle bir bakış oluştuğu sorusuna tarihçiler, genelde “kilise kaynaklı” cevabını verirler. Kilise ile alakası olmayan Hristiyanlık öncesi toplumlarda da kadını; ucube, felaketin sebebi olarak kabul eden görüşlere rastlamak mümkün.
Peki, bunun sebebi nedir? Neden erkeğin diğer yarısı olan kadına, böyle bir muamele reva görülmüştür. Acizane kanaatimce bunun en büyük sebebi, “güç”tür. Çünkü güç, tehlikeli bir sermayedir. Kontrol edilmezse felakettir. Güç bir de gaddarlıkla, merhametsizlikle, adaletsizlikle birleşirse işte bu büyük bir yıkım olacaktır.
Tarihsel süreçte zulme uğrayan, yok sayılan, hakkı çiğnenen ve güç karşısında güçsüz kalan kadın, modern dünyada kapitalizmin elinden kurtulamamıştır. Varlığını ispat ve kabul ettirmek için açılan bütün kapıları deneyen kadın, kâr-zarar hesabını yapmadan hakkı olanı ararken kendinden birçok ödün vermiştir. Kaybettiği bazı haklarına tekrar sahip olurken bu kez koruyabildiklerini kaybetmiştir.
Kapitalizmin, hemen hemen bütün alanlarda ön plana sürdüğü kadın; evinden, çocuğundan, eşinden, ailesinden hatta kendinden uzaklaşmış, fıtratına yabancılaşarak Allah’ın ona bahşettiği güzelliklere sırtını dönmüştür. “Bireysel özgürlük” adı altında cinsel bir objeye dönüştürülen kadın, belki tarih boyunca bu kadar değer kaybına uğradığı bir dönem yaşamamıştır. İşin ilginç yanı ise çoğunluğun bundan şikâyetçi olmaması. Geçmişten günümüze ifrat ve tefrit arasında git gel yaşayan kadına bakış, maalesef günümüzde dibi görmüş gibi. Sunulan hayat tarzları, moda, eğlence kültürü, lüks, estetiğin aşırı derecede değer görmesi ve popülaritenin bir yarışa dönüşmüş olması, değer yargılarını devre dışı bıraktı, bu da insanın ölçülerinde ciddi bir bozulmaya yol açtı.
Kapitalizm, Batı toplumlarında kadın bedenini ciddi bir biçimde metalaştırıyor, ticarileştiriyor. Kadının bedeninin metalaştırılması, toplumun yozlaştırılmasını getirdiği için de sorundur. Buradan da aslında çoğu zaman “özgürlük” olarak telakki ettiğimiz yaşam biçimlerinin pek özgür olmadığını da görmeliyiz. Özgürlük adı altında dayatılmış modern bir kölelik sisteminden başka bir şey değildir, bu. Mesela periyodik bir şekilde ve dünya genelinde düzenlenen güzellik yarışmaları, kanaatimizce kadını meta olarak gördüklerinin en büyük göstergesidir. Herhangi bir ürün reklamında, hiç alakası olmasa da kadının vücudunu teşhir ederek boy göstermesi, bedenin ön planda tutulması; kadının, cinsel bir obje olarak görülmesinin en büyük kanıtı olsa gerek.
Hiçbir canlı, sadece vücuttan ibaret değildir, öyle de görülmemeli. Böyle bir algı, o canlıya en büyük hakarettir. Ruhu görmezden gelinen bir canlının; merhamet, adalet, şefkat gibi ihtiyaç duyduğu davranışlarla muamele görme ihtimali zayıflar. Bugünün büyük problemlerinden olan kadına şiddetin altında yatan sebeplerdendir, kadının sadece vücudu ile bilinmesi.
Bu konuda söylenecek daha fazla söz olmasına rağmen, sözü uzatmama adına burada bırakıp İslam’ın kadına biçtiği role bakalım:
İslam, ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem (sav) ile başlayıp son peygamber Hz. Muhammed (sav) ile son bulan ilahi mesajın tamamının adıdır. İnsanın yaratıcısı ve rabbi olan Allah (cc), elbette ki onu en iyi tanıyandır. Gönderdiği mesajlarla insanın ihtiyaçlarını meşru yollarla karşılamasının yöntemini öğreten, Allah’tır (cc). Her birine ayrı ayrı görevler yüklediği bütün canlıların fıtratlarını, elbette en iyi bilen yine odur.
Hz. Muhammed’in (sav) görevlendirildiği ilk toplumda -cahiliye toplumu- malum olduğu gibi sosyal sistemin, adaletin, hak ve hukukun, merhametin hasılı değer yargılarının altüst olduğu, bir hakikatti. Bu zulümden kadın da nasibini alıyordu. Kız çocuğu olan babalar, utanç içinde saklanır, çocuklarının akıbetini planlarlardı.
“Onlardan birine bir kız müjdelendiğinde öfkelenerek yüzü mosmor kesilir. (Aklınca) verilen müjdenin kötülüğünden dolayı halktan gizlenir. Böyle bir alçaltıcı duruma rağmen, onu yanında mı tutsun yoksa toprağa mı gömsün! Görün işte, ne kötü yargıda bulunuyorlar!” (Nahl, 58-59).
Bir insanın en sevimli, en muhtaç ve en güçsüz olduğu zamanı, bebekliğidir. Bebeklik çağında zalimlik yapılan kız çocukları, büyüdüklerinde nelerle karşılaşır, varın siz düşünün. Cahili toplumlarda ölçü, güçtür. Bu, siyasi güç de olabilir, maddi de olabilir, statü ve fiziki güç de olabilir. Sonuçta güçlü olanın sözünün geçtiği yerlerdir, cahili toplumlar. Cehaletten kasıt, okuryazarlığın olmaması değil, insani vasıfların yittiği, sosyolojik terimle “anomi”nin yaşandığı toplumlardır, cahili toplumlar.
İşte İslam’ın mücadelesi; yosun tutmuş, köhnemiş böyle zihniyetlerle olmuştur. İslam, getirdiği nizamla güçlünün gücüne dizgin vurmuş, bütün insanları aynı çizgide tutup davranışlarına göre derecelendirmiştir. “Sizin en hayırlınız” ile başlayan birçok hadis-i şerif, insanları; merhamete, ana-babaya saygı ve hizmete, Allah yolunda mücadeleye, adaletli olmaya ve iyi birer birey olmaya davet eder.
Yüce Allah (cc), Kur’an-ı Kerim’de kadınların korunmasına yönelik çok ince mesajlar verir. Örneğin, Ahzab suresi 32. ayet-i kerimede, özelde peygamber eşlerine, genelde ise bütün kadınlara hitaben, “… Yumuşak ve cilveli bir edayla konuşmayın ki kalbinde hastalık bulunan kimse, size karşı herhangi bir şeytani ümide kapılmasın…” buyrulur. Başka bir ayette, “… Yürürken gizledikleri süsleri bilinsin, diye ayaklarını yere vurmasınlar…” (Nur, 31) buyrularak kadınları toplumda hastalıklı “güç sahiplerinden” gelebilecek kötülüklere karşı korumaya almıştır.
Tam bu noktada anlıyoruz ki İslam’ın tesettür emri, aslında kadını ruhsal ve fiziksel olarak korumak içindir. Kadın, yaradılışı itibari ile duygusal ve zarif bir yapıya sahiptir. Bu, gücün egemen olduğu toplumlarda bir dezavantajdır. Kur’an-ı Kerim’in süzgecinden geçip terbiye edilmeyen güç, zayıfın karşısına zulüm olarak dikilir. Yine Kur’an-ı Kerim’de güç sahiplerine hatta doğal hak sahiplerine dahi (kısas, alacaklı olanlar vs) merhamet ve bağışlama öğütlenir ki bunun karşılığında büyük mükâfatlar vadedilir.
Kadın karşısında gücünü kullanan toplumlarda, güç karşısında vücudunu kullanan kadınların çoğalması kaçınılmaz bir sondur. Çünkü gücün kadından alacağı başka bir şey yoktur. Kadını bir materyal olarak gören modern dünyanın zalim egemenleri, kadını erkeğin karşısına bir rakip olarak çıkarıp bu rekabetten beslenerek enselerini kalınlaştırmanın, her gün yeni bir yolunu bulurken kaybeden, insanlığın kendisi oluyor. Çünkü kadın; annedir, eştir, ailenin temel taşlarından biridir. Bir toplumu ifsat etmenin en kestirme ve etkili yolu, kadından geçer. Tesettürün ehemmiyeti, burada ortaya çıkar.
Bugün İslam ülkelerinde yaşanan olumsuzlukların, İslam ile hiçbir alakası yoktur. İslam ve Kur’an-ı Kerim, Allah’ın (cc) murat ettiği gibi anlaşılır ve atalar, dedeler bakış açısından çıkarılır ise sonuç verecektir. Tesettür, Allah’ın istediği gibi olursa, güç sahipleri Kur’an-ı Kerim’e kulak verirse, kadın ya da erkek fıtratının gereğini yapar ve ona göre yaşarsa olumsuzluk, yerini saadete bırakacaktır.
Erdal TUĞRUL

GRUBA KATIL