Cumhuriyetin İlanının Hatırlattıkları I
Arşiv Yazarlar

Cumhuriyetin İlanının Hatırlattıkları I

Cumhuriyet ve kurucusu ile ilgili bir şeyler konuşmak, itirazlarda bulunmak, yanlış ve hataları gündeme getirmek, mayınlı tarlada yürümek gibi tehlikelidir. Cumhuriyetin kuruluşu ve kurucusunun ölümü üzerinde şu kadar yıl geçmiş olmasına rağmen bu anlamda söylenecek her söz ve itiraz, hakaret olarak algılanmakta ve olmazlar oldurularak oligarşik güçler, kolluk kuvvetleri ve yargı güçleri devreye sokularak bağımsız olduğu iddia edilen mahkemeler tarafından en ağır cezaların verilmesi sağlanmaktadır. Söz konusu Mustafa Kemal ve yaptıkları olunca, kanun, anayasa kısacası her şey teferruattır.[1] Bu nedenledir ki, her partinin, -laik, milliyetçi, muhafazakâr olsalar da- iktidara geldiği zaman iktidar öncesi söylediklerini unutarak, toplumda karşılık bulmasa da Kemalizm’i bayraklaştırarak sımsıkı sarıldıkları görülmektedir. Zaten toplum da, darbelerle, muhtıralarla oluşturulan vesayetle korkutulmuş ve sindirilmiş olduğundan eyleme dönük bir tepki de oluşmamaktadır. Ayrıca dünyanın en ilkel, en totaliter ve diktatörlükle yönetilen ülkeleri dahil hiçbir ülkede olmayan bir kişinin kanunla korunması maalesef 21’inci yüzyıl Türkiye’sinde halen yürürlüktedir ve toplumun tepesinde demoklesin kılıcı gibi sallandırılmaktadır. Askeri ve siyasi vesayeti kaldırmakla övünen şimdiki hükümet, ne yazık ki vesayetin asıl kaynağı ve Kemalizm’in dayanağı olan kanunlara ve yasalara dokunamamaktadır. İşin trajikomik yanı dün ‘Kemalizm’in amansız düşmanları’ olanların, hükümet oldukları ya da kamu kaynaklı gücü elde ettiklerinde anadan doğma Kemalist olanlardan daha çok Kemalizm’i savunur ve ‘tebliğ’ eder hale geldiklerini -üzülerek/acıyarak- görüyoruz. Dün, toplumsal bazda tabanı ve taraftarı yok denecek kadar az olan Kemalizm/Atatürkçülük, günümüz iktidarı sayesinde tekrar canlanmıştır. Anıtkabir’in müdavimleri, bu iktidarla birlikte çeşitlenmiş ve kalabalıklaşmıştır. Anıtkabir’e, Adalet ve Kalkınma Partisinin düzenlediği toplu ziyaret organizasyonları, celladına âşık olmuş mahkûmu hatırlatıyor. Ama bu iktidar ve mensupları ne yaparlarsa yapsınlar, İslam ismini şekilsel olarak da taşıdıkları müddetçe -Müslümanca davranmasalar da- Kemalistler kendilerinden hoşnut olmazlar. Ama iktidar ve yanlıları, bu faaliyetleriyle yeni yetişen neslin bozulmasına neden oluyorlar. “Dindar gençlik yetiştireceğiz” diyen bu iktidar, dönüp gençliği ne hale getirdiğine baksın; heykellerin önünde secde ettirilen ilköğretim çocukları,[2] küçücük çocukların önünde önce giyinmiş, sonra soyunarak İslam’a ve Müslümanlara hakaret eden eğiticiler,[3] bu iktidar döneminde yetişen gençlerdir. Bununla övünebilirler(!), Kemalizm’in 100 yıla yakın bir zamanda beceremediğini, bu iktidar, 20 yıl içerisinde becermiştir. Müslüman halkın, gerçek Kemalist olanlardan değil, İslami görünümlü, ayet okuyan, namaz kılan ve Kemalizm’i savunanlardan korkmaları gerekiyor. AKP’liler astıkları pankartlarda[4] şimdilerde 10 Kasım’da “Kemalist”/“Atatürkçü” ritüelleri yerine getirmek için halkı organize etmeye çalışmaktadırlar. Bu ritüellere ‘ibadet’ denir mi denmez mi, bunu Diyanet İşleri Başkanlığı’na ya da anlı şanlı İlahiyatçılara sorsunlar. Eğer bu ritüeller ibadet değilse, o zaman ibadet nedir? Âlim olanların, cahili toplumlardaki ayinleri andıran, hatta aşan bu ritüellere ve ibadet aşkıyla Kemalizm’i canlandırmaya, kitlelere benimsetmeye çalışanlara, bir şeyler söylemeleri gerekmiyor mu? Bu, namaz kılmak, oruç tutmak gibi bir İslami görev değil mi? Ekinin ve neslin -gençliğin, ailenin- yok edildiği bir ortamda kitaplar arasına gömülen ve bunları görmek istemeyenler ya da gördükleri ve bildikleri halde susanlar, Allah’ın huzurunda nasıl hesap vereceklerdir. 20 yılını doldurmak üzere olan bu iktidar, vesayet rejimini sona erdirmekle övünmektedir; buna sadece kendileri ve kendilerine kayıtsız şartsız bağlı olanlar inanabilir. Ama bilinmelidir ki, asıl vesayet, bu iktidar döneminde Kemalizm’i yeniden canlandırılmakla gerçekleşmiştir. Dolayısıyla bu iktidar, vesayetin dayanaklarından biri olan 5816 sayılı Atatürk’ü/Mustafa Kemal’i koruma Kanununu[5] bırakın kaldırmayı, daha da muhkem hale getirmiştir. Çok şey yaptığını iddia eden bu hükümete, diğerleri bir yana bu ayıp/vebal bile yeter.

Bir de anayasanın başlangıç maddeleri var. Vesayetin bir diğer dayanağı da bu maddeler değil midir? Ne demek, halkın iradesinin esas alındığı iddiasıyla övünen bir rejimin anayasasında ‘değişmez, değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez” maddelerin bulunması? Bu rejimin banisini/kurucusunu ilahlaştıranlar, hani çağdaştınız, dogmalara karşı idiniz, hatta daha da önemlisi halkın iradesinin belirleyiciliğini temel ilke/tabu haline getirmiştiniz! Bu maddeler ne zaman gündeme gelse, toplum, parmak sallanarak, askeri güç gösterilerek baskıyla, tehditle susturulmaya çalışılmaktadır. Hani halkın iradesi esastı, çoğunluk ne diyorsa o olacaktı? Bu da gösteriyor ki, halkın iradesinin belirleyiciliği ya da meclis duvarına asılan “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözü, içi boş bir yalandan ibarettir. Zaten bu tür rejimler, azgın azınlığın egemen olduğu rejimlerdir.

Dolayısıyla anayasanın başlangıç maddeleri de, halkın tepesinde sallanan ve çağdışı kalmış 5816 sayılı kanun da değişmelidir. Gerçi bunlar değişse de değişen bir şey olmayacaktır. Çünkü bu madde ve kanunun dayandığı, neşvünema bulduğu asıl dayanak, bu rejimdir. Bu Kemalist rejim değişmeden halkın huzur bulması, özgürleşmesi mümkün değildir.

Mustafa Kemal muhalefet istemiyordu!

Bilindiği gibi cumhuriyetin ilanı, meclisin 29 Ekim 1923 tarihinde yapılan 43’üncü bileşiminde kabul edilen anayasa değişikliği ile gerçekleşmiştir. Bu değişikliğe niçin gerek duyulmuştu? Mustafa Kemal, gerek Kazım Karabekir’in ve gerekse Halide Edib Adıvar’a söylediği gibi kendisine ve icraatına karşı muhalefet istemiyordu, herkesin kendisini dinlemesini ve sözünün kabul edilmesini istiyordu. Bu, Birinci Meclisle mümkün değildi. Çünkü bu mecliste, ülke menfaatine uygun olmayan şeylere itiraz eden bir muhalefet vardı. Oysa Mustafa Kemal, muhalefetsiz, kendi tabiriyle ‘kız gibi bir Meclis’ istiyordu. Mustafa Kemal, Birinci Meclis ile kendisinin ya da Batılıların istediği bir rejimi kurması mümkün değildi. Mustafa Kemal, bunu görmüştü. Dolayısıyla Birinci Meclis’in artık sona erdirilmesi ve yeni seçimle kendi istediği şekilde, sözünden çıkmayan, kendisine itiraz etmeyen, ‘evet paşam, hay hay paşam diyen’ milletvekillerinden oluşan ‘kız gibi’ bir meclisin oluşması gerekiyordu.

Mustafa Kemal, bir darbe ile Birinci Meclis’i 1 Nisan 1923’te feshetmiş ve seçime sadece kendisinin belirlediği adaylarla gitmiştir. Mustafa Kemal’in asıl amacı kuvvetler ayrılığı değil, kuvvetler birliğiydi.[6] Yani bütün yetkiler; hükümet de, meclis de, ordu da kendisine bağlı ve her birinin başında yalnızca kendisi olmalıydı. Seçimleri yenilemekle bu konudaki zorlu olan ilk aşamayı geçmişti. Yani 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na aykırı bir şekilde hem Birinci Meclisi feshetmiş hem de kendi güdümünde, adayların tamamını kendisinin belirlediği yeni bir meclis oluşturmuştu. Ancak bu yeterli değildi. Çünkü henüz istediği şekilde ‘tek adam’ iradesine dayalı bir yönetim oluşmamıştı.

Mustafa Kemal, Cumhuriyete karşı idi.

Mustafa Kemal, önceleri cumhuriyet rejimine karşı çıkmakta ve onu, zamanı geçmiş bir yönetim şekli olarak değerlendirmekteydi. Halide Edib Adıvar, Mustafa Kemal’in daha önceleri cumhuriyet rejimine karşı çıktığını belirtiyordu. Taha Akyol, Halide Edib’in bu konudaki düşüncelerini şöyle aktarmaktadır:

“Dönemin yakın tanıklarından Halide Edib’in (Adıvar) anlatımıyla, ‘Millî Mücadele dönemindeki Büyük Millet Meclisi hükümeti başından itibaren, o zamanki bütün cumhuriyet rejimlerinden daha demokratikti ve henüz özellikle Mustafa Kemal’in kendisi cumhuriyet ismine kuvvetle karşı çıkıyordu. Mustafa Kemal Paşa, 1922 yılında İzmir dönüşü Kilikya’da yaptığı konuşmada, cumhuriyetin çürümüş ve zamanı geçmiş bir yönetim şekli olduğunu ve meclis hükümeti sisteminin Türk halkına daha uygun olduğunu söylemişti. (Sonra) cumhuriyet için meclis hükümeti sistemine karşı çıkan da kendisi olacaktı.”

Özellikle saltanat kaldırıldıktan sonra yeni Türkiye’nin rejiminin ne olacağı meselesi gündeme gelmektedir. Gazi, 15 Ocak 1923’te Eskişehir’de ‘hükümet şekilleri’ konusunda uzun bir konuşma yapıyor. Cumhuriyetle meşruti monarşi arasında fark olmadığını söyleyerek ikisine de karşı çıkıyor, meclis hükümeti sistemini savunuyor:

“Bütün cihan tarihinde ve bugün de dünya yüzünde mutlakıyet idaresine, meşruti idareye tesadüf ediyoruz, bir de cumhuri hükümetler görüyoruz.

Bildiğimiz meşruti ve cumhuri hükümetler teşkilatı, kuvvetler ayrılığı esasına dayalı kabul edilmektedir. Biz, kuvvetler birliği esasına dayanarak hükümeti tesis ettik… Bence hakikatte kuvvetler ayrılığı yoktur, kuvvetler birliği vardır. Şer’i hükümlere uygunluk noktasından değerlendirmek isterseniz, hatırlatayım ki, bizim şer’i hükümlerimizde belli bir hükümet şekli ifadesi yoktur. Cumhuriyet, mutlakıyet şekilleri gibi bir şekil tesbit olunmamıştır…”

Kur’an’dan ayetler ve “Cenab-ı Peygamber”den hadisler okuyarak İslam’daki meşveret, adalet ve ulu’l emre (meşru otorite) itaat ilkelerini anlatan Gazi…[7] Görüldüğü üzere Mustafa Kemal, kendi amacını gerçekleştirmek ve Meclisi ikna etmek için gerektiğinde İslami hükümlere baş vurmaktan, İslami naslardan delil getirmekten de çekinmemiştir. Oysa İslam’la ve İslami hükümlerle arası hiç de iyi değildi, hatta karşıydı.[8] Pragmatistti; ordu müfettişliği görevinden ayrıldıktan sonra 8 Temmuz 1919’da “Kulları Mustafa Kemal” diye Vahdeddin’e çektiği telgrafta; “(…) Yüksek saltanat ve Hilafet makamıyla soylu milletlerinin hayatımın son noktasına kadar daima koruyucusu ve sadık bir ferdi kalacağımı tam bir bağlılıkla arz eder, bu hususta teminat veririm…” diyen ve benzeri çokça telgraf çeken ve mektup gönderen[9] Mustafa Kemal, gücü ele geçirdikten sonra Vahdeddin’i yerden yere vuruyordu. Nitekim bir konuşmasında “(…) Osmanoğulları’nın otuz altıncı ve sonuncu padişahı Vahdeddin’in saltanat devrinde, Türk Milleti en derin esaret çukurunun önüne getiriliyor. Binlerce senelerden beri istiklal kavramının asil timsali olan Türk milleti, bir tekme ile bu çukurun içine yuvarlanmak isteniyor. Fakat bu tekmeyi vurdurmak için bir hain, şuursuz, idraksiz bir hain lazımdı. Nasıl ki, kanunen idamı lazım gelenlerin bile ipini çekmek için kalp ve vicdanı insan yüceliğinden soyutlanmış bir mahluk aranır, idam hükmünü verenlerin böyle adi bir vasıtaya ihtiyaçları vardır. O kim olabilirdi?

(…)

Maateessüf, bu milletin hükümdar diye, sultan diye, padişah diye, halife diye başında bulundurduğu Vahideddin… Vahideddin, bu alçakça hareketiyle yalnız kendinin layık olduğu bir muameleyi kabul etmiş olmaktan başka hiçbir şey yapmış olmadı.”[10] Mustafa Kemal, oyalayarak, pragmatik davranarak ve takıyye yaparak bu noktaya gelmişti. Aynı tavrı, Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Halide Edib Adıvar ve diğer yakın silah arkadaşlarına da yapmamış mıydı?

Öncelere cumhuriyet düşüncesine karşı çıkması da dönemseldi. Çünkü onun tek hedefi vardı, o da yasama ve yürütmenin başında kendisinin bulunduğu meclis hükümeti sistemi idi. O dönemde Cumhuriyet, bu anlayışına ters gelmekte idi. Nitekim 19 Ocak’ta, İzmit’te halka hitaben yaptığı konuşmada, meclis hükümeti sisteminin cumhuriyetten üstün olduğunu anlatıyor:

“Artık bizim hükümetimiz müstebit bir hükümet değildir. Mutlaki ve meşruti bir hükümet de değildir. Bizim hükümetimiz Fransa veya Amerika cumhuriyetlerine de benzemez: Bizim hükümetimiz bir halk hükümetidir. Tam bir şura hükümetidir. Yeni Türkiye devletinde saltanat milletindir…”[11]

Mustafa kemal, 2 Şubat 1923’te İzmir’deki konuşmasında, meclis hükümeti sisteminin anayasası olan 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun ‘Kur’an ayetleri gibi ezberlenmesini’ isteyecek kadar önemsemiştir. Hatta Gazi, bu konuşmasında cumhuriyetle meşruti hükümdarlık arasında ‘çok ufak bir fark’ olduğunu söylemiştir. Cumhurbaşkanı, nihayet ‘belirli zaman için değişmez salahiyetlere sahip geçici bir sultan’dı Gazi’ye göre:

“Mutlakıyet hükümetleri vardır, meşrutiyet hükümetleri vardır, cumhuriyet hükümetleri vardır. Bugün dünya üzerinde gördüğümüz şekillerdir (bunlar). Fakat bütün bu isimleri iki sınıf ile ifade edebiliriz. Şahsi saltanat vardır veyahut meşruti saltanat vardır. Ben bu ifade tarzımla cumhuriyetle meşruti saltanat arasında çok ufak bir fark gördüm…

Ben saltanat, cumhuriyet şeklinde belirli zaman için değişmez salahiyetlere sahip geçici bir sultan vardır. Diğerinde ise ömrü oldukça sultanlık eden ve öldükten sonra da evladına veyahut akraba ve yakınlarına miras olarak kalan sultanlık vardır…”

O konjonktürde Gazi için önemli olan cumhuriyet değil, kendisini yasama ve yürütmenin başı yapan kuvvetler birliği ilkesidir:

“Ve ister meşruti saltanat olsun ister cumhuriyet olsun, bunların dayandığı mahiyet, biliyorsunuz ki parlamenter denilen bir şeydir. Yani kuvvetler dengesi esaslarına dayanan bir şekildir; veyahut kuvvetler ayrılığıdır…

Efendiler, Türkiye Büyük Milet Meclisi hükümeti (ise) bu saydığımız hükümet şekillerinden hiçbirisine benzemez. Çünkü arz ettiğimiz gibi, onların dayandığı esas, kuvvetler ayrılığı, kuvvetler dengesidir. Halbuki bizim hükümetimiz kuvvetler birliği esasına göre kurulmuş bir hükümettir…”

Gazi’ye göre yasama ve yürütme erkleri mecliste toplanmalı, iki erkin de üzerinde bir reis bulunmalıdır. Bu reis, ne cumhurbaşkanıdır ne de hükümdardır.

“Mademki meclis hem kanun yapma ve hem icra salahiyetine sahip bir meclistir, o halde her ikisinin de olmak üzere bir makam lazımdır. Zira, bu makamları, kanun yapma ve icra makamlarını ayırdığımız zaman meclisin mahiyetini de değiştirmiş ve bozmuş oluruz. Onun için her ikisinin üzerinde bir reis lazımdır. Fakat arz ettiğim gibi ne reisicumhurdur ne hükümdardır.”

TBMM Reisi Gazi Mustafa Kemal Paşa, 1 Mart 1923 yaptığı yasama dönemi açış konuşmasında, meclis hükümeti sistemini bir şeref ve namus konusu olarak yüceltiyor:

“Bugünkü idaremizin şekil ve mahiyeti, yalnız gelecekteki saadetimizi değil, belki şerefimizi, namusumuzu ve bütün manevi vasıflarımızı temin eder…”

Temin eder yani garantiler…

Konuşmasının devamında meclis hükümeti sisteminin Misak-ı Milli kadar önemli ve vazgeçilmez olduğunu vurguluyor.[12]

Tarih, 25 Ocak 1923. Cumhuriyetin ilan edilmesine sadece 9 ay vardır. Bursa Şark sinemasında, Mustafa Kemal, halka bir konuşma yapar.

Bu konuşmayı Hakimiyet-i Milliye gazetesi şu şekilde verir;

“Paşa Hazretleri milli inkılâbımızın esaslarına dair olan soruya geçerek, Osmanlı İmparatorluğu ile yeni Türkiye Devleti arasında bir mukayese yapmışlar, birincisinde görülen zaaf ve aczi, ikincisindeki kudreti açıklamışlar ve ‘TBMM hükümetinin mutlakıyet, meşrutiyet ve cumhuriyet şekillerinden hiçbirine benzemediğini, bunların üzerinde olduğunu ispat ve Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun talebe, asker, genç, ihtiyar her millet ferdi tarafından Kur’an nasları gibi ezberlenmek icap ettiğini” söylemiştir.

Mustafa Kemal’in Cumhuriyet rejimine karşı çıktığı beyanatına sadece Bursa’da rastlamıyoruz. 10 gün öncesinde yani 15 Ocak 1923’te, Eskişehir’de ve ayrıca İzmir dönüşü Kilikya’da birer konuşma yapar. Bu konuşmalarında da ‘cumhuriyetin çürümüş ve zamanı geçmiş bir yönetim şekli olduğunu ve meclis hükümeti sisteminin Türk halkına daha uygun olduğunu’ söyler.

Tarih, 4 Mart 1923. Cumhuriyetin ilanına 8 ay vardır.

Daily Mail gazetesi muhabirinin “Türkiye’nin parlamenter cumhuriyet sistemine geçip geçmeyeceği” sorusu üzerine Mustafa Kemal Paşa; “Hayır… Mevcut meclis hükümeti sistemi devam edecektir, hatta bir gün İngiltere ve diğer demokrat milletler dahi bizim bu sistemimize geçecektir” der.

Nasıl, şaşırdınız değil mi? Cumhuriyet sisteminin ne kadar geri olduğunu, bir gün demokrat milletlerin bundan vazgeçeceklerini söylüyor. Cumhuriyetin ilanına 8 ay vardır ve Mustafa Kemal, Cumhuriyet karşıtı konuşmalar yapmaya devam etmektedir.[13]

 

Mustafa Kemal için önemli olan ülkenin başına geçmekti.

Ancak bütün bu konuşmalara rağmen Mustafa Kemal, Eylül ayı sonlarından itibaren cumhuriyet konusunu basında da yoğun olarak gündeme getirmeye başlamıştır. Sanki cumhuriyete karşı çıkan, cumhuriyet ile meşruti monarşi arasında bir farkın olmadığını söyleyen kendisi değildi. Taha Akyol’un da söylediği gibi Mustafa Kemal için “önemli olan cumhuriyet değil, kendisini yasama ve yürütmenin başı yapan kuvvetler birliği idi.”[14] Anlaşılan Mustafa Kemal için önemli olan rejimin ismi değil, kendisinin tek başına, başında bulunduğu bir rejimdi. Bunu, önce meclis hükümet sistemi ve kuvvetler birliği sağlıyordu. Şimdi ise cumhuriyet sağlayacaktı. Bu nedenle de artık cumhuriyet taraftarı olarak gözüküyor ve savunuyordu. Bunu da önce -günümüz deyimiyle ‘yandaş medya/havuz medya’ nezdinde gündeme getiriyordu. Bu medya, Mustafa Kemal ne derse, onu kabul etmeye hazırdı. Cumhuriyet ile ilgili düşüncelerini kamuoyuna duyurma ortamını, İzmit’te Ocak 1923’te yaptığı ve belirli gazetecilerin katıldığı toplantıda sağlamıştı. Dolayısıyla cumhuriyet konusunda “basın genel olarak cumhuriyet yanlısı bir tavır takınırken, Velid Bey’in başyazarlığını yaptığı Tevhid-i Efkâr, cumhuriyete açıktan karşı çıktı. 25 Eylül’de yayınlanan ‘Cumhuriyet Bahsi de Nereden Çıktı?’ başlıklı yazısında ve izleyen yazılarında Velid Bey, cumhuriyetin bir diktatörlük rejimi olabileceği endişesini dile getiriyor, demokrasi anlamında kullandığı hakimiyet-i milliye kavramına cumhuriyetten daha çok önem veriyordu.[15]

Mustafa Kemal’in cumhuriyeti gündeme getirmesinin bir diğer nedeni de kendisine muhalif olacak II. Grup Milletvekillerini tasfiye etmiş, yeni meclisi ise tamamen kendisi oluşturmuştu. Böylece artık kendisinin ‘tek adam’ olmasının önünde bir engel kalmamıştı. Var olan bireysel muhalifler ise kendisine engel olamazlardı. Bu nedenle artık cumhuriyeti çeşitli araçlar vasıtasıyla kamuoyuna duyurabilirdi. Mustafa Kemal, cumhuriyet konusundaki kapsamlı duyurusunu, 27 Eylül 1923 günü gazetelerde yayınlanan açıklamasında[16] şöyle açıklamıştır:

“Yeni Türkiye Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun ilk maddelerini size tekrar edeceğim: ‘Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir. Yürütme kuvveti ve kanun yapma salahiyeti milletin yegâne hakiki temsilcisi olan mecliste tecelli etmiştir ve toplanmıştır.’

Bu iki maddeyi bir kelimeyle özetlemek mümkündür: Cumhuriyet…”[17]

Mustafa Kemal, meclis hükümetini savunduğu için Cumhuriyet’e karşı çıkarken hatta cumhuriyeti, meşruti monarşi ile aynı değerlendirirken, nasıl olur da cumhuriyeti savunur hale gelmiştir. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi artık önünde, kendisini engelleyecek bir muhalefet kalmamıştı. Üstelik cumhuriyeti ilan için de kendisine muhalif olabilecek birçok milletvekilinin Ankara’da olmadığı bir zamana denk getirmiştir. Yangından mal kaçırırcasına 28 Ekim’i 29’a bağlayan gece bir avuç yandaşına ‘yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz’ düşüncesini dikte ettiriyor ve İnönü ile birlikte de değişiklik konusunda hazırlık yapıyor. Aslında daha önce bakanlar kurulunu istifa ettirirken bir bunalım/kriz planlamıştı. Bu planını 29 Ekim’de nasıl gerçekleştireceğini İnönü ile birlikte kararlaştırmıştı.

Gazi “kriz” planlıyor[18]

Mustafa Kemal’e göre, başbakanın ve bakanların teker teker mecliste seçilmesi bakanlar arasında uyumsuzluğa ve istikrarsızlığa yol açıyordu. Millî Mücadele döneminde bu soruna karşı, Gazi’nin ve muhaliflerin kendi açılarından ‘dayanışma ve ahenk’ içinde çalışacak ‘kabine sistemi’ arayışları ve çekişmeleri devam etmişti.

Mustafa Kemal, kontrollü buhran çıkarmak için gizli bir plan yapmıştı. Bu plana göre İcra Vekilleri istifa edecekler ve tekrar görev almayacaklardı. Böylece hükümet krizi çıkmış olacaktı. Mecliste yapılacak tartışmalarda bu krizin ancak Mustafa Kemal tarafından çözebileceği, bu nedenle onun göreve çağrılması meclise dayatılacaktı. Bu plan gereği İcra Vekilleri Heyeti üyeleri 26 Ekim’de istifa ettiler. Yeni İcra Vekilleri Heyeti’nin Meclis’te teşkili bir türlü mümkün olamıyordu. Bu buhran, kendisince de beklendiği gibi Mustafa Kemal Paşa’nın arzu ettiği vasatı meydana getirdi. 28 Ekim akşamı İsmet Paşa, Kazım Paşa (Özalp), Kemaleddin Sami Paşa, Halit Paşa, Fethi Bey, Rize Meb’usu Fuat, Karahisar Meb’usu Ruşen Eşref’i Çankaya’da yemeğe davet eden Mustafa Kemal Paşa, ertesi gün “cumhuriyet” ilan edileceğini açıkladı…[19]

Hızlı Kemalist ve o dönemin gözde gazetecilerinden Falih Rıfkı (Atay) ise, Cumhuriyet’in ilân ediliş şeklinin ne tür ayak oyunları ile yapıldığını şöyle anlatıyor: “1923 yılının o haftalarında Büyük Millet Meclisi’nde Cumhuriyetçilik akımı var mıydı? Hayır! Mustafa Kemal ne yapsa ona itirazsız razı olacaklar dahi içlerinden: “Keşke bunu yapmasa!” diyorlardı. Mustafa Kemal, o Meclis’te fikir tartışmaları ile tabiî bir “ekseriyet” elde edemezdi. İnce politika taktikleri ile bir “teslimiyet” havası yaratmalı idi…

Nihayet 1923 Ekim’inin son günleri gelip çatar. 28’i 29’a bağlayan gece, Mustafa Kemal’in sofrasında bir toplantı olmuştur. Ertesi gün Meclis’ten gelecekler: “İşin içinden çıkamıyoruz. Böyle zamanlarda liderler vazifeden kaçmamalıdırlar, buhranın halledilmesi için Meclise yardım etmelisiniz” diyeceklerdir. Mustafa Kemal de kısaca devlet şeklinin Cumhuriyet olmasından başka çare olmadığını söyleyecektir. Şüphesiz onu Cumhurreisi yapacaklar. Rejim kanunu, hükümete de artık normal kabine mahiyeti verecektir. O gece yemekte bulunanların çoğu, asker milletvekilleri idi. Aralarında Hariciye Vekili İsmet Paşa da vardı. Mustafa Kemal ve toplanan grup, sabaha doğru Ocak 1921 tarihli anayasanın birinci maddesinin sonuna şu fıkranın eklenmesine karar verdiler: Türkiye Devleti’nin şekli, Hükümet-i Cumhuriyye’dir.

Eski rejimin son günü idi. Bunu bilenler az, bilmeyenler çoktu…

Nihayet 29 Ekim 1923 Pazartesi günü Halk Fırkası grubu, grup idare heyeti başkanı Ali Fethi (Okyar) Bey’in başkanlığında saat onda toplanmış, yeni kabine üzerinde gene çetin tartışmalar başlamıştı. Öğleden sonra tartışmalar çok sertleşmişti. Sonra Kemalettin Sami Paşa’nın[20] verdiği takrir oya konmuştu. Bu takrire göre “Umumi Reis Mustafa Kemal Paşa buhrana çare bulması için davet edilmeli” idi. Mustafa Kemal, Çankaya’da bu kararı bekliyordu. O gün de dişi sancıyordu. Toplantı salonuna girince hemen kürsüye çıkmış ve: “Bana bir saat müsaade ediniz. Bulacağım hal tarzını arz ederim” demişti.[21] Mustafa Kemal, meclisteki odasına çekilir ve ‘lüzumlu zatlar’ çağrılır. Onlara sır açıklanır. Öğleden sonra grup gene toplanır. Reislik mevkiinde Fethi Bey (Okyar) vardır. İlk söz Gazi’ye verilir. Beyanatının şu cümleleri konuyu özetler:

“Muhterem arkadaşlar! Halletmekte müşkülata uğradığınız meselenin sebep ve illeti, bütün arkadaşlarca anlaşılmış olduğu kanaatindeyim. Kusur, takip etmekte olduğumuz usul ve şekildir. Heyeti umumiyenizin hep birden vekiller heyetini seçmeye mecbur olmanızda görülen müşkülatın halli zamanı gelmiştir.

Yüksek heyetiniz bu müşkülün halline beni memur etti. Ben de bundan ilham alarak, düşündüğüm şekli tespit ettim. Onu teklif edeceğim. Teklifim kabule mazhar olursa, kuvvetli ve mütesanit (birbirine kaynaşmış) bir hükümet teşkili kabil olacaktır. Devletimizin şekil ve mahiyetini tespit eden ve hepimiz için bir gaye olan Teşkilatı Esasıye Kanunumuzun bazı noktalarını tavzih (açıklığa kavuşturmak) lazımdır. Teklifim şudur.”

O zaman tasarısını, Meclis kâtiplerinden birine verir. Tasarı okunur. Gazi’nin teklifi, cumhuriyeti getirmekteydi…[22] Mustafa Kemal, bu önergeyi, güya odasına çekildiği ve ‘bana bir saat müsaade ediniz’ dediği süre içerisinde hazırlamış gibi davrandı. Oysa bu doğru değildi. Mustafa Kemal, bu tavrı ile önceki akşam haberdar ettiği milletvekillerinin dışındaki yandaşı milletvekillerini de kandırmıştı. Çünkü bu önerge ve maddeler bir gün önce yani 28’i 29 Ekim bağlayan gece hazırlanmıştı. Nitekim Goloğlu, bu teklifi ve beş maddesini “o gece hazırlamış” diyerek bir saat içerisinde değil, bir önceki gece hazırlandığını söylemiştir.[23]

Bu teklifin maddelerinden ikinci madde tartışılırken söz alan Şebinkarahisar Mebusu Şair Mehmet Emin Bey, kurulan hükümeti ve cumhuriyeti, “Tutsak yaratmayan Tanrı, azgın istekleri ve benlikleri bastırmak için bir elinde kılıç, bir elinde asa olduğu halde dünyada devrim yapacak bir büyük peygamber gönderme ihtiyacını duydu ve gönderdi. O; kılıcı ile zalim hükümdarları bastırdığı gibi, asası ile de kanlı tahtları, kanlı saltanatları yerin dibine geçirdi. Adsıza onur, tutsağa özgürlük, zayıfa hak, yoksula mutluluk verecek bir hükümet kurdurdu ki, bunun adı cumhuriyetti. On dört yüzyıl sonra yine böyle bir hükümet kurdurmak için Türk milletini seçti. On dört yüzyıl önce Muhammed’in Mekke’de kurduğu hükümeti, bugün Türk milleti Ankara’da kurmuştur (…)” şeklinde değerlendiriyordu.

Şeyh Saffet Efendi (Urfa) ise; “Tasarıdaki maddelerin hepsi İslam dininin esaslarına dayanmaktadır. 93 (1876) Anayasasında da devletin dininin İslamlık olduğuna ait madde vardı. Fakat aynı anayasada kişisel saltanata ait maddeler de vardı ki, bunlar İslam dininin esaslarına aykırıydı. (…) Tasarının ikinci maddesiyle bu eksiklik tamamlanmaktadır. Anayasamızda cumhuriyeti açıklamakla Hûlefâ-yı Raşid’in dönemine dönmüş oluyoruz. Çünkü o zamanlar kurulan İslam Devleti, kardeşlik Cumhuriyeti idi” diyordu.[24]

Milletvekilleri İslam Devleti’ni Hûlefâ-yı Raşid’in dönemini hayal ederken, gelecek yönetimin tam anlamıyla ‘tek adam’ın egemen olduğu otoriter bir yönetim olduğunun farkına çok geç varacaklardı. Ama iş işten geçmiş olacaktı. Çünkü Mustafa Kemal, artık bütünüyle hem Meclis’e hem orduya hem de ülkeye egemen olmuştu.

Cumhuriyetin ilanı ile ilgili çalışmalar aceleye getirildiği için maddelerin hazırlanması düzenli değildi. Nitekim Goloğlu, bu durumu şöyle değerlendirmekteydi, “Sıra üçüncü maddeye gelmişti ve fakat düzenli bir tasarı haline getirilmeden olduğu gibi rapora bağlanmış olan taslakta üç sayılı madde yoktu. İkinci maddeden sonra dördüncü, ondan sonra da onuncu, on birinci, on ikinci maddeler geliyordu. Başkan zorunlu olarak dört sayısını taşıyan maddeyi okuttu, oyladı, kabul edildiğini bildirdi.[25]

Maddelerin düzensizliği, acele ile sanki yangından mal kaçırırcasına acele edilmesi, birtakım eksiklik ve unutmalara neden olmuştur. Acele edilme nedeni, cumhuriyetin ilan edilmesinin zamanı olmadığına hatta gerek olmadığına inanan milletvekillerinin çeşitli görevler nedeniyle Ankara’da bulunmaması fırsatı değerlendirilmek istenmiştir. Muhalefet olmadan bir an önce bir oldubittiyle cumhuriyet ilan edilmek istenmiştir. Bu nedenledir ki, maddeler düzensiz olmuş ve bazıları da unutulmuş ve hatta bazı maddeler de üzerinde hiç tartışılmadan geçirilmiştir. Nitekim “on bir ve on iki sayıları taşıyan maddeler de görüşmesiz oylanıp kabul edildiler. Başkan, maddelerin bitmiş olmasından ötürü, taslak halindeki tasarının tümünü bir kez daha oya sundu. Bilecik Mebusu Dr. Fikret Bey, “Bir madde unuttuk, bu kanunu kim yürütür?” dedi. Başkan, “Bu, bir anayasa değişikliğidir. Anayasanın yürütülmesinde kim görevli ise bunun yürütülmesinde de o görevlidir” diye karşılık verdi. Van Mebusu Hakkı Bey’in, “Yürürlük gününü de söylemek gerekir” şeklindeki uyarısı ise karşılıksız kaldı ve başkan, tasarının tümünün kabul edilerek kanunlaştığını bildirdi. Böylece Cumhuriyeti ilan eden 29 Ekim 1923 gün ve 364 sayılı kanun, düzensiz madde numaralarıyla aşağıdaki şekilde yayımlandı:

“Anayasanın bazı maddelerinin açıklığa kavuşturulması için yapılan değişikliğe ait kanun;

Madde 1- Egemenlik, kayıtsız ve şartsız ulusundur. İdare usulü, halkın kaderini kendi eliyle yönetmesi temeline dayanır. Türkiye devletinin hükümet şekli, cumhuriyettir.

Madde 2- Türkiye devletinin dini, İslam dinidir. Resmi dili Türkçedir.

Madde 4- Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi’nce yönetilir. Meclis, hükümetin bölündüğü idare şubelerini, bakanlar aracılığı ile yönetir.

Madde 10- Türkiye Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi genel kurulunca ve kendi üyeleri arasından bir seçim dönemi için seçilir. Başkanlık görevi, yeni cumhurbaşkanının seçimine kadar sürer. Yeniden seçilmek caizdir.

Madde 11- Türkiye Cumhurbaşkanı, devletin başkanıdır. Bu niteliği ile gerekli gördükçe meclise ve Bakanlar Kuruluna başkanlık eder.

Madde 12- Başbakan, Cumhurbaşkanınca ve meclis üyeleri arasından seçilir. Öteki bakanlar, başbakanca yine meclis üyeleri arasından seçildikten sonra tümü Cumhurbaşkanınca meclisin onayına sunulur. Meclis toplantı halinde değilse onaylama işi meclisin toplanmasına ertelenir.”[26] (Devam edecek…)

Ali KAÇAR

[1] İlah kabul edilen, tapınılan birileri için elbette her şey teferruat olmalıydı. Aka Gündüz’ün şiiri bunu açıkça dile getirmektedir; “Varsın, Teksin! Yaratansın!/ Sana bağlanmayanlar utansın./ Ve/ Elimizi yüzümüze,/ Gönlümüzü özümüze kapatıyoruz./ Biz sana tapıyoruz. Bkz. Ali Kaçar, “Tek Parti Döneminde İslam ve Müslümanlar” başlıklı yazısı için bkz; Genç Birikim Konferansları, Genç Birikim Yay, 1. bsk. Temmuz 2007, Ankara, s.161
[2] https://www.haksozhaber.net/29-ekim-gecti-ama-bu-cirkin-goruntuler-hafizalardan-silinmeyecek-147945h.htm
[3] https://www.haksozhaber.net/tesettur-dusmanlarina-yaptirim-yok-mu-147957h.htm
[4] AKP’li Teşkilatlar “10 Kasım’da Anıtkabir’deyiz” pankartları için bkz; https://onedio.com/haber/akp-li-teskilatlar-10-kasim-da-anitkabir-deyiz-dedi-ataturk-anmasina-katilacaklar-icin-istanbul-dan-otobus-kalkacak-794790
[5] Bu kanun, 25 Temmuz 1951 tarihi içinde kabul edilmiş ve 31 Temmuz 1951 tarihinde ise Resmî Gazete’de yayımlanıp yürürlüğe girmiştir. Madde 1) Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün hatırasına alenen hakaret eden ya da kötü söz söyleyen kimse, bir seneden üç seneye kadar hapis cezası alır. Atatürk’ü temsil eden büst, heykel ve abideleri ya da Atatürk’ün kabrini tahrip eden, bozan, kıran ya da kirletenler bir seneden beş seneye kadar ağır hapis cezası alır. Yukarıda özel olarak geçilen fıkralarda yazılı suçları işlemeye başkalarını teşvik edenler de fail sayılır ve ona göre cezalandırılır.

Madde 2) Birinci maddede yazılı suçlar; iki ya da daha fazla kimselerce toplu olarak ya da umumi veya umuma açık mahallerde ya da basın yoluyla işlenmesi durumunda hükmolunacak ceza yarı nispetinde yükseltilir. Birinci maddenin ikinci fıkrasında yazılı suçlar zor kullanılarak işlenir ya da bu suretle işlenmesine teşebbüs olunması durumunda verilecek ceza bir misli yükseltilir.
[6] “Fakat kuvvetler ayrılığı hiçbir vakit, Efendiler, bu şekilde insanların beşerî saadetini ve hakiki saadetini temine kifayet edememiştir. Nasıl kifayet etsin ki gayrihukuki ve gayri meşrudur. Zorunlu olarak yapılmıştır…” Taha Akyol, Mustafa Kemal’in bu konudaki görüşünün şöyle olduğunu belirtmektedir: “Kuvvetler birliği (vahdet-i kuva) ilkesi Mustafa Kemal’in sadece Milli Mücadele şartlarında değil, bütün ömrü boyunca savunduğu bir ilkedir. Devrimlerin ve İstiklal Mahkemeleri’nin dayanağı da kuvvetler birliği ilkesi olacaktır.” Bkz; Akyol, Atatürk’ün İhtilal Hukuku, s.85 vd.
[7] Taha Akyol, Atatürk’ün İhtilal Hukuku, s.304
[8] Daha geniş bilgi için bkz; Ali Kaçar, “Genç Birikim Konferansları” s.113-161 arası.
[9] Murat Bardakçı, Şahbaba adlı eserinde Mustafa Kemal’in şimdiye kadar yayınlanmamış 19 Ocak 1920 tarihli bir mektubunu yayınlar. Bu mektubu, Padişah’a vermek üzere Padişahın başyaveri Naci (Eldeniz) Bey’e teslim eder. Mektubun son paragrafında Vahdeddin’i şöyle över; “Acizleri de bizzat halife hazretlerinin gök kadar yüksek olan eşiğine yüz sürmek şerefinden mahrum kalmamın daha fazla devam etmeyeceğinden ümidli ve her zaman doğruladığımız sadakat ve bağlılık hissinin sonsuz olduğunu padişahın huzuruna bir defa daha tekrarı başarma fikriyle bahtiyar olarak sonsuza kadar sürecek olan saygılarımı ve ululamalarımı, sunmaya aracılık etmenizi rica eylerim efendim. M. Kemal”; Mektubun tamam için bkz; Bardakçı, Şahbaba, s.170-171
[10] Bardakçı, Şahbaba, s.232-233
[11] Taha Akyol, Atatürk’ün İhtilal Hukuku, s.305
[12] Taha Akyol, Atatürk’ün İhtilal Hukuku, s.306-307
[13] http://birdeburadandinleyin.blogspot.com/2012/11/mustafa-kemal-neden-cumhuriyete-karsyd.html
[14] Akyol, Atatürk’ün İhtilal Hukuku, s.306
[15] Ahmet Demirel, Tek Parti’nin İktidarı Türkiye’de Seçimler ve Siyaset, (1923-1946), İletişim Yayınları, 3. Bsk. 2018, İstanbul, s.63
[16] Ahmet Demirel, “Mustafa Kemal’in 22 Eylül 1923’te Wiener Neue Freie Presse muhabirine verdiği demeçte cumhuriyet kelimesini ilk defa kamuoyu önünde açıkça dile getirdiğini, hatta bu demecinde 1921 Anayasa’nın ilk iki maddesini hatırlattıktan sonra ‘bu iki maddeyi bir kelimede hulasa etmek kabildir: Cumhuriyet’ diyerek cumhuriyetin resmen ilanı sürecini” başlattığını söylemektedir. Bkz; Tek Parti’nin İktidarı Türkiye’de Seçimler ve Siyaset, s.63;
[17] Akyol, Atatürk’ün İhtilal Hukuku, s.311
[18] Akyol, Atatürk’ün İhtilal Hukuku, s.315
[19] Ali Osman Eğilmez, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş, Kitabevi Yayınları, Eylül 1998, İstanbul, s.106
[20] Mahmut Goloğlu da, Kemaleddin Sami Paşa’nın “gece aldığı direktife göre hareket ederek verdiği önerge okunur ve bu önergede sorunun çözülme görevinin Mustafa Kemal’e verilmesi istenir.” Millî Mücadele Tarihi-V 1923 Türkiye Cumhuriyeti, s.324
[21] Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul 1969, s. 376-379; Aydemir, age. s.152; Yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz dediği akşam diş ağrısı çektiği ve nezle olduğunu İpek Çalışlar da söylemektedir. Age. s.222; Yrd. Doç. Dr. Ahmet Faruk Kılıç, Türkiye’de Din-Devlet İlişkilerinde Yönetici Seçkinlerin Rolü, Dem Yayınları, 1. Bsk. Ağustos 2005, İstanbul, s.85 vd.; Mustafa Kemal, bir gün önce akşamleyin yaptıkları toplantıdan bahseder, 29 Ekim günü Kemalettin Sami ve diğer milletvekillerinin nasıl davranacağını belirtir, onlara görevlendirir ve ertesi gün kendisinin çağrılarak meclis adına görevlendirilmesini onlara dikte ettirir. Dediği aynen yapılır ve kendisi ertesi gün çağrılır. Sanki önceden görüşülmemiş gibi bir saat içinde çözüm bulacağım diye milletvekillerini kandırır. Bu senaryonun nasıl düzenlendiği için bkz; Nutuk Söylev, c. II, s.1075,1077.
[22] Aydemir, age. s.153; Ayrıca bkz; Ali Osman Eğilmez, age. 106-107
[23] Goloğlu, age. s.325
[24] Goloğlu, age. s.331
[25] Goloğlu, age. s. 331
[26] Goloğlu, age. s. 332

GRUBA KATIL