Hamd ve övgülerin en güzeli, âlemlerin biricik Rabbi olan, evrende eşi, benzeri ve dengi olmayan, güç ve kudreti elinde bulunduran, dilediğine hesapsız rızıklar veren, yarattığı her şeyi en güzel biçimde yaratan, yarattığı her şeye bir görev yükleyen, hükmünde adil, ilminde sınırsız, cezalandırıcı olarak sabırlı ve bağışlayıcı olan, merhametlilerin en merhametlisi olan Allah’adır.
Selam; Yüce Yaratıcıdan vahyi alıp tastamam ve en güzel biçimde beşer’e ulaştıran, aldığı vahyi en güzel bir şekilde yaşayarak bizlere örnek olan, bize dokunan bir güçlüğün kendisine ağır geldiği, âlemlere rahmet olarak gönderilen, insanlığın kurtuluşu için neredeyse kendini helak edecek olan, övülmüş ve korunmuş olan, yeryüzünün en büyük inkılâbını gerçekleştiren Hz. Muhammed’e (s.a.v), O’nu davasında yalnız bırakmayıp sahip oldukları her türlü dünya nimetinden vazgeçip, malları ve canlarıyla O’na siper olan seçkin arkadaşlarına (r.a) ve Hz. Peygamber’in cefakâr ve vefakâr ailesine olsun.
Beşer’in “beşera” kelimesinden geldiği söylenir. Beşera ise derinin dış kısmıdır. Diğer canlılarda post, yün, kürk, kabuk bulunurken insanın kılı olmasına rağmen derisi gözükür. Yani insan için beşer kelimesi, insanın dış görünümünü, zahirini ifade etmek için kullanılır. Sözlük anlamından da anlaşılacağı üzere “beşer” tabiri, insan hakkında o’nun maddi yönü ve dış görünüşüyle ilgili olarak kullanılıyor. Bu ince görüşü göz önünde bulunduran Kur’an-ı Kerim, beşer sözcüğünü insanın bu yönü ile ilgili olarak ele almıştır (Ragıp el-Isfahani, el-Müfredat).
“Bir zamanlar Rabbin meleklere demişti ki: Ben, kupkuru çamurdan, değişken balçıktan bir beşer yaratacağım. Onu düzenleyip (insan şekline) koyduğum ve ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secdeye kapanın” (Hicr, 28-29). “Rabbin meleklere demişti ki: Ben çamurdan bir beşer yaratacağım” (Sad, 71). Ayetlerde, insanın toprakla ya da çamurla özdeşleşen bedensel yanının beşeri yanı olduğu açıklanır. Bir başka ayet-i kerimede, “O’nun ayetlerindendir sizi topraktan yaratması, sonra beşer olup yayıldınız.” (Rum, 20) buyrularak insanın yeryüzünde yayılması, onun beşeri yönünden olduğuna vurgu yapar. Beşer; insanın ilahi olmayan, beşeri olan, kusurlarının ortaya çıktığı, zaaflarını besleyip onları temsil ettiği yanıdır.
İşte, topraktan yaratılan insanın beşeriyet yanı, Kur’an-ı Kerim’in tabirleri ile, ‘unutkanlığının, nankörlüğünün, aceleciliğinin, haklı-haksız tartışmaya girişmesinin, bilgisizliğinin, zalimliğinin, cahilliğinin ve zayıflığının sembolüdür. Bu kadar olumsuz yanı varken insan kendisi ile nasıl başa çıkabilir? Hem akıl hem nefis taşıyan bu canlı, bu ikilemle nasıl birlikte yaşayabilir? Bu da insanın “ademiyet” yanı ile mümkündür. Bu yanı, insanın batıni duyuları, kalbi, vicdanı, merhameti, sevgisi, ahlakı ve beşeri insan yapan diğer bütün “değer”leridir.
“Sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere ‘Âdem’e secde edin’ dedik” (A’raf, 11). Bu ayet-i kerimede, secde edilenin beşer değil Âdem olduğu açıktır. Beşer olarak kalan insan, Kur’an-ı Kerim’de esfel-i safilin olarak adlandırılırken; beşeriyetini ademiyetinin emrine vermiş olan insan, ilk yetkinlik haline döndüğünde en güzel kıvam, en güzel yaradılış anlamında ahsen-i takvim olarak nitelendirilir (Tin, 4-5).
Bugün ve geçmişte yeryüzünde fesat çıkarıp ekini ve nesli yok eden, doğal olan ne varsa hepsine savaş açan, şeytanın emellerini gerçekleştirmek için her yola başvuran, insan da dâhil bütün canlıları sömüren, merhametten eser taşımayan ve Allah’a karşı bir cephe oluşturanları “insan” değil de “beşer” olarak vasıflandırmak daha doğru olacaktır. Yani şöyle de diyebiliriz; her insan beşerdir ama her beşer insan değildir. Beşer, beşeriyet bir “tür”ün adı dersek insan ya da ademiyet bu türde var olan bir “cins”in adıdır.
İnsan, hiçlikten başlayan bir yolculuğa çıkmış gibi. Kupkuru bir topraktan yüce Yaratıcının eliyle şekil verip en güzel bir biçim ve kıvamda yarattığı, her şeyin yaratıcısı ve tek sahibi olanın ruhundan üfleyerek can verdiği, sonra bütün varlığı emrine amade kıldığı, secde edilecek kadar bilinç verildiği, isimlerin öğretildiği, emaneti teslim alacak kadar cüretkar, atılmış bir sudan yaratılmış olmasına rağmen Rabbine hasım kesilecek kadar cahil olan, geçici ve ölümlü olduğuna her gün gözleri ile şahit olduğu halde dünyayı sahiplenip ölmeyecekmiş gibi yaşayan, hiçken ve bilinip anılmazken, bilinip-bilen olan insanın ya aşağıların aşağısına varacağı ya da ahsen-i takvime ulaşacağı bir yolculuk.
“O’nun ayetlerindendir sizi topraktan yaratması, sonra beşer olup yayıldınız” (Rum, 20). Toplum olarak yaşamak, topluca yaşamak, sosyal bir varlık olan insan için mecburiyettir. Topluca yaşamak; bilinç ister, kurallar, kaideler ister. Bireylerin davranışlarında başıbozukluk değil “sorumlu” bir tutum sergilenmesini gerektirir toplum olmak. Bir sürü gibi değil (beşeri bir birlikteliktir sürü olmak), bilinçli bir birlikteliktir toplum olmak, tek bir organizma gibidir insan toplumu; çevresine, doğasına, yaşadığı gezegene karşı bir sorumluluk bilinci ile yaşar. Sahip olduğu en değerli dayanağı, aklı ve vicdanı olan insan, bu değerlerin gereğini yaptığı müddetçe insandır.
Kulağını tıkarsa mazlumun feryadına, dili zalimin övgüsünü yapar zalimin zulmüne güzellemeler dizer ise (ki bu zalim, kendini gerçekleştirememiş beşerdir); aklı, insanların ve doğanın zararına çalışırsa ve vicdanı yok hükmünde ise; gözleri hakikate kapalı zulmü, adaletsizliği, ahlaksızlığı görmüyor ise; “Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bundan dolayı dönmezler” (Bakara, 18).
Beşer, diğer canlılardan farklı olarak kendini gerçekleştirme adına gelişmeye ve eğitime ihtiyaç duyan bir varlıktır. Beşeri yanına aklı ve kalbi hükmettiği vakit insanlık elbisesini giyer ve bir amaç, gaye edinir. İnsanın yüklendiği bu amaç, Kur’an-ı Kerim’de “hilafet” diye adlandırılır. Bundan böyle o beşer artık insandır ve sorumluluk sahibidir. Duyuları açık, bilinçle hareket eden, uyanık ve hisleri gelişmiş kendine ve bütün duyu organlarına hâkim bir donanım ile toplumdaki yerini alır. Beşerin hiçlikten başlayan yolculuğu burada bitmez elbette. Şimdi biraz durup düşünmek gerek. Topraktan, çamurdan, balçıktan ve sudan bir varlık yaratan kudret, onu başıboş mu bırakacak?
İnsan, dünyada bitmek bilmeyen bir tamamlanmanın arayışı içinde. İnsan olmak, stabil olmakla çelişik bir durumdur. Çünkü insan, bir yolcudur hiçlikten gelip kimine göre insan-ı kamil (Tasavvuf), kimine göre nirvana (Budizm), kimine göre üst insan (Friedrich Nietzsche) ve insanın yaratıcısı olan Allah’ın (c.c) adlandırması ile “ahsen-i takvim”e ulaşması gereken bir yolcu. Bu yolculukta her fikir akımının bir yöntemi ve öğreticisi vardır.
İnsan, İslam’ı kabul ederken “La” ile başlar kabulüne. La, olumsuzluk ekidir, reddediştir. İnkâr ederek özgürlüğünü ilan etmiştir. Kendine karşı saygının başlangıcıdır La. Dünyada gücü elinde bulunduranlara karşı, müstekbirlere karşı, mukarrabuna, soylu! Asilzade! Ve seçilmiş olduğuna inananlara karşı hâsılı bütün bunların fikir babası olan şeytan ve dostlarına karşı bir reddediştir, isyandır La. Sonra hemen ardından gönüllü ve bilinçli bir teslimiyet, istisna, kabul ve itiraf gelir “illellah”.
Bir olan, Rahman ve Rahim olan, mutlak adalet sahibi, hükmü elinde bulunduran, kullarına eşit muamele eden, yarattığı her şeyin isteyerek veya istemeyerek boyun eğdiği, nerede olursak olalım nereye kaçarsak kaçalım son varılacak yer kendi huzuru olan Allah’tan (c.c) başka bütün ilahları reddederek özgürlüğü pekiştirmektir İslam’ın ilk sözü. İslam’ın ilk nesli, bu kelimeyi söyledikleri zaman iliklerine kadar hissetmişti, neyi inkâr edip neyi kabul ettiklerini. Bu farkındalıklı ve bilinçli, şuurlu söylem, sahabenin hayatını asla eskisi gibi olmayacak şekilde değiştirmişti. Bu red ve kabul cümlesi; köleye özgürlük, kadına değer, kız çocuğuna yaşama hakkı, zayıf ve güçsüz olana adalet, güçlü ve iktidar sahibine hudut, aç olana aş, açıkta olana barınak ve düşmanlıklara kardeşlik getirdi. Bu kelime, en büyük övünç kaynağı ataları ve nesebi olan bir topluluğu “ümmet” bilinci ile birleştirdi.
Ümmet dediğimiz kavram, kendi iç dinamikleri olan bir topluluğun adıdır. Bu topluluğun sınırları, kara parçası ya da milliyetle belirlenmez. Irk, ten rengi, dil, kan bağı bunların hiçbiri ümmet için belirleyici bir eleman değildir. Ümmet demek, iman ettiği inanç esasları üzerine bina edilmiş bir birlikteliktir. Bu birliktelik ile farklı coğrafyalardan, farklı kültürlerden insanlar, aynı hedef ve amaç uğruna, aynı inanç etrafında tek merkezli bir sistem oluştururlar. Bu birliktelik, bu gönül bağı bir uçtan diğer uca bütün bireylerin birbirlerinden sorumlu olduğu, ortak paydalara sahip olan ve birbirini tamamlayan bir vücudun azaları gibidir.
Ebû Mûsa el Eşari’den (r.a) gelen bir rivayette Allah’ın elçisi Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v), “Mü’minin mü’mine karşı durumu, bir parçası diğer parçasını sımsıkı kenetleyip tutan binalar gibidir” buyurmaktadır. Bu hakikat, ümmet bilincine ulaşmış bir toplulukta nasıl bir sonuç verir, en güzel örneği ensar ve muhacir arasındaki münasebette görülür. Yukarıda da dediğimiz gibi ümmet, kendi iç dinamikleri olan bir topluluktur. En belirgin özelliklerinden biri, içten başlayıp dışa doğru uzanan korumacı ve denetimci tutumudur. Bu denetimin hudut ve kaideleri, inanç tarafından belirlenir ve ölçüsü, iman dediğimiz gönülden kurulan bağdır.
Ümmet bilincine ulaşmış bir toplum, önce kendini korumak için refleks gösterir. Çünkü “Ümm” anne, nine demektir. Şu halde “Ümm”, bir şeyin vücuduna, terbiyesine, ıslahına veya başlangıcına asıllık eden kök ya da köken anlamına gelmektedir; kısaca bir şeyin kendinden kaynaklanıp kendine izafe olunduğu temeldir. Bu yüzden önce bu temelin korumaya alınması gerekir ki süreklilik arz edebilsin. Bu hakikat, Kur’an-ı Kerim’de şöyle vurgulanır: “Müminlerin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminden bir grup dinde geniş bilgi elde etmek ve kavimleri döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırsınız” (Tevbe, 122).
Topraklar fethetmek, sınırları genişletmek, ganimet elde etmek değildir İslam’da gaye. İslam’ın gayesi; imar etmektir, ihya etmektir. Ülkeleri fethedebilirsiniz, şehirler kurabilir, yollar, okullar, köprüler, koca koca binalar yapabilirsiniz; bunları imar ederken insanı ihmal ederseniz yaptıklarınız boş bir işten öteye geçmez.
Ümmeti oluşturan temel inanç ilkeleri, o toplum arasında damarlarda dolaşan kan gibidir. Bu kan, bütün vücudu dolaşıp hasarları giderir, gittiği yere hayat götürür ve sirayet etmiş pislikleri toplayarak temizler. Sağlıklı bir ümmet, diğer insanlara faydalı olabilir. Ümmet sağlığını yitirdi mi, kendine dahi faydası olmaz. Bugün Gazze’de yaşanan vahşet, ümmetin ne denli ağır hasta olduğunu gösteriyor. Sadece Gazze değil elbette İslam coğrafyaları ve güçsüz bırakılıp sömürülmüş diğer insan toplulukları da ümmetin bu hastalığı sonucu nasibini almış, hamisiz kalmıştır. Ümmet, kendine olduğu kadar diğer insanlara karşı da sorumludur.
“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz. Ma’rufu emreder, münkerden nehyedersiniz ve Allah’a inanırsınız” (Âl-i İmran, 110). Dikkat edilirse ümmet olmanın önündeki en büyük engelin, millet olmayı ön planda tutmak olduğu görülecektir. Zaten ümmet bilincini, millet bilinci ile ortadan kaldırmaları, yakın tarihin bir gereğidir. Hz. Peygamber’in (s.a.v) bahsettiği o “duvar”dan taşlar bir bir sökülürken her millet, kendi milliyetine sığındı. Kimse bir gün sıranın kendine geleceğini hesap etmedi. “Her koyun kendi bacağından asılır” dediler. “Bana değmeyen yılan bin yaşasın” dediler. O koyunun kokusu, bütün insanlığı sardı ve o yılan büyüdükçe daha çok insanı yuttu.
Gazze nedir? Han Yunus neresi? Bugün kaç bebek katledildi? Yeteri kadar hayvan maması var mıdır acaba? “Kim bilir ne ettiler de başlarına bu iş geldi?” “Aman canım sen de, nasıl sorular bunlar?” “Ezan okunacak, ne pişirdin bugün hanım! Biliyorsun çocuklar sevmiyor o yemeği, neden yaptın? Üç çeşitle iftar olur mu? Neyse şu kolayı dolaptan çıkar, soğumuştur şimdi. Üstelik tatlıyı da yine şerbetli yapmışsın. Sende hiç ‘insaf’ yok mu? Ezan okunuyor, hadi Allah kabul etsin inşallah…”
Ümmet hasta… Anne hasta oldu mu çocukları mağdur olur. Ama bu kez feryat öyle çok ki sessizliğin kendisi bile dayanamadı bu kadarına. Yüzyıllardır uyuyanları uyandırdı bu sessizlik, bu soykırım… Dünyanın hemen hemen bütün halkları uyanıyor, sokaklarda ve caddelerde. Boykot, bir yaşama biçimidir onlar için artık. Gazze, hayat sunmaya devam ediyor. Gazze, direnmeye devam ederken yavaş yavaş tükeniyor.
Beşer ile insan arasındaki fark yıllardır aklımı kurcalar dururdu. İnsanın çamurdan ve ruhtan olan mayası, bu canlıya nasıl bir yaşama anlayışı sunar? İnsanın mahiyeti nedir, diye çok sorular sordum. Dünyada cereyan eden olaylar, bu konu hakkında aklımı yavaş yavaş berraklaştırdı. Ümmetin içini oydular, insan olmadan Müslüman olanlarla doldu içimiz, öyle şey olur mu? İnsan olmadan Müslüman olunur mu hiç, diyenleri duyar gibiyim. İslam ümmetinin başına ne geldi ise bu tiplerden ötürü geldi. Ya kılıç gölgesinde Müslüman oldular, ya aidiyet duygusuyla, ya Müslüman bir toplumda doğup büyüdükleri için, ya güçlüden yana olmak için ya da başka çareleri kalmadığından dolayı. Bu da bizden âcizane bir önerme olsun. İslam tarihini, bu bakış açısıyla tekrar gözden geçirip okuyalım.
Merhum Mehmet Akif Ersoy’un bir hatırasını anlatırlar. Avrupa’dan bir seyahat dönüşü insanlar etrafına toplanırlar. Meraklı kalabalık sorular sorar: Evleri nasıl? Giyecekleri nasıl? Yeniliklerden ne haber? Birisi de: Nasıl insanlar bu Avrupalılar, der. Akif şöyle cevap verir: “Dinleri var, bizim işlerimiz gibi; işleri var, dinimiz gibi.” Biz, bir “değer” olan İslam’a sahip olduğumuz için kendimizi her zaman müstağni gördük. Evet, biz İslam’a sahiptik ama İslam bize sahip değildi. İslam, bizde vardı ama biz İslam’da yoktuk. Önce işlerimizi bozduk, sonra terazilerimiz bozuldu; ahlakımız, ağzımız, elimiz, fikrimiz bozuldu. Ufak ufak parçalandık, çok sabırlı idiler, yüzyıllara yaydılar hastalığımızı. Her şeyi bozarız da din sağlam kalır mı? Hatta içinde bulunduğumuz durumun sebebi olarak din’i görüp yavaştan mırıldanarak dinden uzaklaşıp medenileştik!
Seküler bir hayatın içinde din köhnede kalmış, senenin belli günlerinde hatırlanan, yılda iki bayram bir Ramazan ve en çok cenazelerde ihtiyaç duyduğumuz bir törenden ibaret oldu.
Dibe vurmadan güçlü bir sıçrama yapamazsınız. Azı müstesna ümmet, son sürat dibe doğru gidiyor. Bu dibe vuruşu, batılı halklar 3-4 asır önce yaşadılar ve dinden tamamen uzaklaşıp (Fransız İhtilali ile) beşeri (özellikle beşeri) bir özgürlük elde ettiler. Bu özgürlük (!) öyle bir noktaya getirdi ki toplumları, tatmin olamama sıkıntısı çekmeye başladılar. Her şey maddeden ibaretse zaman zaman hissettikleri bu merhamet, sevgi, manevi boşluk, ahlaklı olma arzusu, insan hakları ve daha birçok duygu ve olgunun sebebi neydi? Bir yerlerde küçük de olsa bir topluluk, çıkmış olduğu insanlık yolculuğunda sona gelip tekâmülünü gerçekleştirmiş ve yeryüzü halklarına örneklik ediyor. Örneklik ederken canından, cananından oluyor. Sırf iman ettiği değerler uğruna sabır ve sebat ederek teslimiyet gösteriyor.
İnsanlığını yeniden inşa eden halklar, bu “kutlu dava”ya katılıyor birer birer. İslam, Allah’ın (c.c) gönderdiği son peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.v) tebliğ ve tatbik ettiği din. Bu din, hiçbir ırkın tekelinde değil ve hiçbir milletin korumasına, himayesine ihtiyacı yok.
İslam’ın sahibi, Allah’tır (c.c) ve O; bütün insanlığın, bütün kâinatın yegâne yaratıcısı ve rabbidir. İslam, büyük bir nimettir ve bu nimeti, Allah (c.c) adaleti ile hak edene verecektir.
“Eğer savaşa kuşanıp çıkmazsanız O, sizi, pek acı bir azapla azaplandıracak ve yerinize başka bir topluluğu getirip değiştirecektir. Siz, O’na, hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Allah, her şeye güç yetirendir” (Tevbe, 39).
Erdal TUĞRUL