İkinci Dünya Savaşı’ndan 1990’lı yıllara kadar dünya sağ ve sol olmak üzere iki bloka ayrılmış, birini Sovyetler Birliği, diğerini de ABD temsil etmiştir. Dünyanın bu şekilde iki bloka ayrılması, dünya halklarına yönelik sömürüyü ve zulmü ortadan kaldırmamış, tersine sömürü ve zulmü daha da derinleştirmiştir. Her iki ülke de bu sömürüyü ve zulmü, kendi arka bahçesine düşen ülkeleri, biri Kapitalizm ve Faşizmden, diğeri ise Sosyalizm ve Komünizmden korumak adına devam ettirmiştir. İşte Türkiye, 1947 Truman Doktrini ve daha sonra Marshall Yardımı çerçevesinde askeri ve ekonomik yardımlarla ABD’nin başını çektiği Batı Blok’una bu yıllar itibariyle dâhil olmuştur. Aslında sağ/Batı Blok’u demek, ABD demekti; sol/Doğu Blok’u ise Sovyet Sosyalist Cumhuriyet Birliği (SSCB) demekti. İşte Türkiye bu yıllar itibariyle siyasi, ekonomik ve askeri olarak ABD’nin etki sahasına girmiş ve bu durm halen de devam etmektedir. Üstelik bu etki, sadece ekonomik ve siyasi alanda olmamış, istihbarat dâhil her alanda ülkeyi kuşatacak tarzda kendini göstermiştir. Kore’ye asker gönderme, NATO’ya girme, Türkiye’de çıkarılan her iç kargaşalıkta ve yapılan her darbede etkin rolü olan Seferberlik Tetkik Kurulu’nun (1965’de Özel Harp Dairesi, 1990’lardan sonra ise Özel Kuvvetler Komutanlığı yaygın olarak bilinen ismi ile ise Kontrgerillanın) kuruluşu bu dönemde gerçekleşmiştir. Bu çerçevede Alman ekolüne göre dizayn edilen ordu, bu yıllar itibariyle ABD ekolüne göre yeniden dizayn edilmiş, ‘Milli’ istihbaratta devam eden Alman egemenliği ise yerini Amerikan egemenliğine bırakmıştır. Dolayısıyla Türkiye’nin, Amerika’nın yeni-sömürgesi oluşuna paralel olarak, MEH (Milli Emniyet Hizmetleri) ya da MAH (Milli Amâla Hizmet-Milli emellere hizmet’) (1965 itibariyle MİT-Milli İstihbarat Teşkilatı) bir CIA şubesine dönüştürülerek yeni baştan organize edilmiştir. CIA, üstelik MAH’ı yeniden organize etme işine ‘kendi kadrolarını’[1] yetiştirerek başlamıştır. Kısacası Türkiye, 1950’li yıllar itibariyle adeta ABD’nin 51. eyaleti haline ge(tiri)lmiştir.
1950’li yıllar itibariyle Türkiye ile ABD arasında hemen hemen her alanda ikili anlaşmalar yapılarak, Türkiye, tam anlamıyla bir vesayet altına alınmıştır. Bu antlaşmaların bir kısmı, Türkiye’nin NATO’ya kabulü ile birlikte çeşitli ve çoğu gizli birçok ikili antlaşmalar şeklinde gerçekleşmiştir. ABD tarafından Türkiye’ye yapılan askeri yardımların dış politikadan, ordunun düzenleniş ve modernizasyonuna, Türkiye toprakları üzerinde üsler kurulmasından nükleer füzeler yerleştirilmesine, Amerikan askeri personeline Türkiye’de önemli ayrıcalıklar verilmesinden Amerikan yaşam biçiminin egemenliğine kadar uzanan bir dizi kökten etkileri ortaya çıkmıştır. Bir başka deyişle, ABD’nin Türkiye’ye yaptığı kapsamlı ve sürekli askeri yardımlar Türkiye’nin iç ve dış politikasını, temel kurumlarını, ekonomik, siyasi ve kültürel alanlardaki temel tercihlerini derinden etkilemiştir.[2]
ABD, TÜRKİYE’Yİ DAİMA OYALAMIŞTIR
1950’li yıllardan itibaren Türkiye-ABD ilişkilerinin gelişme seyrine bakıldığında, bu ilişkiler her dönemde Türkiye’nin aleyhine gelişmiştir. Çünkü 6-7 Eylül 1955 olaylarından tutun, siyasi suikastlara kadar bütün iç kargaşalıklarda ve darbelerin arkasında daima dost ve müttefik bilinen ABD ve onun kanlı örgütü CIA bulunmuştur. Nitekim 1960 darbesi de, Menderes hükümetinin ABD’nin bilgisi ve izni dâhilinde Sovyetler Birliği ile gerçekleştirmeye çalıştığı ekonomik ilişkiler nedeniyle ABD’nin bir tezgâhı olarak gerçekleş(tiril)miştir. 1960 darbesini gerçekleştiren askeri cunta NATO ve CENTO’ya dolayısıyla her iki uluslararası kurumun lideri konumundaki ABD’ne “inanma” ve “bağlılık” içinde oldukları beyanı, darbeden on beş gün sonra ABD Başkanı Eisenhower tarafından Devlet Başkanı Gürsel’e gönderilen kutlama mektubunda takdir ve tebrik edilmiştir.[3]
1963-1964’de Kıbrıs Rumlarının Kıbrıs’ta gerçekleştirdiği vahşet Türkiye basınının günlerce manşetlerinden düşmemiş ve bu olaylar nedeniyle halk galeyana gelmiştir. İsmet İnönü’nün başbakanı olduğu hükümet ise, bu vahşete müdahale etmek amacıyla Kıbrıs’a çıkartma kararı almıştır. Ancak 5 Haziran 1964’de ABD Başkanı Johnson tarafından İnönü’ye gönderilen ve tarihe ‘Johnson Mektubu’ olarak geçen mektup[4] nedeniyle İnönü bu kararından vazgeçmek zorunda kalmıştır. Çünkü bu mektupta, ABD tarafından Türkiye’ye verilen silahların ABD’nin istediği ve belirlediği yerlerin dışında asla kullanılamayacağı açıkça belirtilmiştir. Bu mektupla ilgili olarak dönemin ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı George Ball, “Hayatımda bu kadar gaddar bir diplomatik mesaj görmedim” demek zorunda kalmıştır.[5] Bu mektup, Türkiye halkının onurunu incitmiş olmasına rağmen TC Devleti hiçbir şey olmamış gibi ABD ile ilişkilerini devam ettirmiştir. ABD, sadece bu mektupla Türkiye halkının onurunu incitmemiş, daha sonraki yıllarda da bu tavrını açıkça devam ettirmiş ve halen de ettirmektedir.
Nitekim 12 Mart 1971 darbesi de ABD’nin Türkiye’yi çıkmaza sürüklediği yeni bir tezgâhtı. 1965 ve 1969 seçimlerinde ABD’nin en güvenilir adamlarından ‘Morrison Süleyman’ lakaplı Demirel tek başına iktidardaydı. Demirel Hükümeti de tıpkı Menderes hükümeti gibi İskenderun Demir Çelik, Seydişehir Alüminyum, Aliağa Rafineri gibi kuruluşlara kredi temini için ABD’den olumlu cevap alamayınca Sovyetler Birliği’ne yönelmiştir. Ancak ABD, Türkiye’nin bu tavrını hiç hoş karşılamamıştır. Nitekim ABD’nin bu olumsuz tavrını Süleyman Demirel şöyle anlatmaktadır;
“Batı, Türkiye’nin sanayileşmesini istememiştir veya mümkün görmemiştir. Bize tavsiye edilen tarımdır ve (…) hafif endüstridir (…). Sovyetlerle müzakere ettik, bunların inşasına geçtik. Bundan da rahatsız oldular (…). 1967’de Amerikan sefiri başbakanlığa geldi, beni ziyaret etti. Hâlâ gözümün önünde olay. Kapıdan girdi, daha oturmadan ‘Are you changing axis?’ diye bana sordu. Yani, “Aks mı değiştiriyorsunuz?’ Sovyetlerle bizim münasebetlerimizi düzeltmemizden çok rahatsız olmuştu Amerika.”[6]
12 Mart Darbesi’nin arkasında ABD’nin olduğunu dönemin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil ise şöyle anlatmıştır; “12 Mart darbesinden birkaç ay önceydi… İran Şahı Rıza Pehlevi, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’i “protokol dışı” olarak Tahran’a davet etti ona ve SAVAK’tan aldığı “çok gizli” bilgiyi aktardı: “Birkaç ay içinde ordu Türkiye’de darbe yapacak, dikkatli olun.” Çağlayangil, Şah’ın bu davranışına bozulmuş ve inanmamıştı. Ama bu, çok sürmemiş, darbeyi, kendisine ABD Ankara Büyükelçisi de ihsas ettirmişti. Ve nitekim darbe olduktan sonra da ‘CIA altımızı oymuştur’[7] itirafında bulunmak zorunda kalmıştı Çağlayangil…
Daha sonraki yıllarda 1 Mayıs (1977) katliamı, K. Maraş (19 Aralık 1978), Çorum (4 Temmuz 1980) ve Hamid Fendoğlu (17 Nisan 1978) olayları ve bireysel birçok suikastın arkasında/içinde CIA ve CIA’nin Türkiye’deki işbirlikçi tetikçi terör örgütleri bulunmuştur. Özellikle de 12 Eylül darbesi tam anlamıyla bir CIA darbesiydi. Çünkü bu darbe de CIA’nin bilgisi ve teşviki sayesinde gerçekleşmiştir. Nitekim 12 Eylül 1980 darbesi döneminde CIA’nın Türkiye şefi olan Paul Henze, dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter’a “bizim çocuklar başardı” şeklinde haber vermesi de bunu açıkça teyid etmektedir. Aynı şekilde 28 Şubat Postmodern darbesi ve diğer her iç kargaşalıkta mutlaka ABD’nin kanlı örgütü CIA’nin ya teşviki vardır ya da onayı.
Stratejik müttefik, yarım yüzyılı aşan dostluk, NATO’da üye olma bunların hiç birisi ABD için önemli değildir. Çünkü ABD’nin kendi menfaati, her şeyden ve herkesten önce gelmektedir. Nitekim Türkiye ile olan ilişkilerde de belirleyici olan sadece ve sadece ABD’nin kendi ülke menfaatleridir. Ve bu nedenle Türkiye sürekli oyalanmış ve her defasında da kandırılmıştır. Son örnek ise Suriye olaylarıdır.
ABD, TÜRKİYE’Yİ SURİYE’DE TAM ANLAMIYLA ÇIKMAZA SÜRÜKLEMİŞTİR.
Türkiye’nin, Suriye ile ilişkileri Hafız el-Esad döneminde daima sıkıntılı geçmiştir. Özellikle de Türkiye’ye yönelik PKK terörü, bu dönemde Esad’ın kışkırtmasıyla yoğunlaşmış ve binlerce insanın ölümüne neden olmuştur. 1978 Adana Protokolü ile Öcalan sınır dışı edilmişse de ilişkilerde, bu dönemde arzu edilen gelişme kaydedilememiştir. Bu durum Hafız el-Esad’ın 12 Haziran 2000’de ölmesine kadar da devam etmiştir. Hafız el Esad’ın ölümünden sonra yerine geçen oğul Beşşar Esad döneminde karşılıklı ziyaretlerle ilişkiler gelişmiş ve ilerleyen yıllarda artarak devam etmiştir. Bu ziyaretler çerçevesinde ticaret hacmi artmış, Suriye’ye, Lübnan Başbakanı Refik Hariri’nin öldürülmesinden dolayı uygulanan uluslararası kıskaç ve kuşatma Türkiye’nin güvencesiyle kalkmıştır. Çünkü iki ülke arasındaki ilişkiler, hem Suriye’nin normalleşmesini sağlamış, hem de uluslararası ilişkilerde Suriye’ye güveni artırmıştır. Nitekim bu güvenin bir belirtisi olarak, Hariri suikastından sonra elçisini çeken ABD, elçisini tekrar Suriye’ye göndermiştir.
Beşşar Esad, 16 Eylül 2009’da Türkiye’yi ziyaret etmiş, bu ziyaret esnasında “Türkiye-Suriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi”nin kurulması kararlaştırılmıştır. Yılda en az iki defa toplanması kararlaştırılan bu Konsey, ortak bakanlar kurulu seviyesinde Halep’te, Şam’da, Gaziantep’te çeşitli toplantılar yapmıştır. Bu toplantılar vesilesiyle karşılıklı vizeler kaldırılmış, ortak projeler çerçevesinde Şubat 2011’de Asi Nehri üzerinde “Türkiye-Suriye Dostluk Barajı”nın temeli atılmış, kısacası iki ülke halkı arasında adeta bayram havası esmeye başlamıştır. Dışişleri Bakanı Ahmed Davutoğlu, yaptığı bir basın toplantısında Suriye ile ilişkilere dönük olarak Türkçe ve Arapça “Ortak sloganımızı, ortak kader, ortak tarih, ortak gelecek; el-kader, el-müşterek olarak ilan ediyorum” diyerek[8] iki ülke arasındaki ilişkilerin geldiği boyutu göstermiştir.
Ancak bu konuşma ve görüşmelerin henüz mürekkebi bile kurumadan ilişkiler bozulmuş ve baba Esad dönemindeki ilişkilerden daha kötü bir aşamaya gerilemiştir. Çünkü Suriye’deki Baas diktatörlüğü güvenilmez ve halkına düşman bir yönetimdi. Sadece Hama’da 30-40 bin insanı katletmiş, bir o kadarını da zindanlara atmıştır. Suriye’de bu zulüm, Esad ailesinin bir darbeyle yönetimi ele geçirdiği 1970’lerden beri devam etmekteydi. Dolayısıyla Esad diktatörlüğü ile ilgili olarak ne söylense ve ne yapılsa aslında azdır. Ancak unutulmamalıdır ki, Suriye de, Birleşmiş Milletler (BM) nezdinde ayrı bir devlettir. Her ne kadar Erdoğan, dünya beşten büyük dese de, dünyada var olan sömürüye dayalı nizamı –haksız ve adaletten yoksun- Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi (ABD, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya) korsanca belirlemektedir. Aslında içinde yaşadığımız coğrafyayı hatta dünyayı terörize eden de bu emperyalist devletlerdir. Herkes biliyor ki bu emperyal devletlerin asıl amacı, bölge ülkelerini özellikle de zenginliği ve stratejik yönü olan ülkeleri kendi içinde çatıştırarak küçük parçalara bölmektir. Zaten bölgesel savaşlar da bu nedenle çıkarılmaktadır.
Bu nedenledir ki Suriye’de halk ayaklanmaları başladığından bu yana ABD başta olmak üzere doğulu ve batılı emperyal devletler, Suriye muhaliflerinin özellikle de Müslümanların yönetime gelmelerini engellemek için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardır ve halen de yapmaktadırlar. Türkiye de, ABD’nin Suriye rejimine –sözde- karşı olmasını ve Esad’ın yönetimden gitmesine yönelik yaptığı açıklamaları ciddiye alarak –zamansız- bir takım çıkışlar yapmıştır. Dolayısıyla 9 Ağustos 2011’de Davutoğlu son bir kez daha Şam’a giderek, Esad ile 6,5 saat süren görüşme[9] sonrasında yapılan tavsiyelere Suriye’nin uymaması, Türkiye ile Suriye arasındaki diyalogu bitirmiştir. Bu görüşmeyi sıkıntılı hale getiren bir başka neden ise, bu görüşme öncesinde ABD’lilerin Davutoğlu ile görüşmelerinde yaptıkları telkinler olmuştur. Nitekim ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton bir gün öncesinde geceleyin Davutoğlu’nu telefonla aramış ve ‘askerlerin kışlaya çekilmesi ve tutukluların bırakılması’ isteklerini Şam’a iletmesini istemiştir. Clinton’un görüşmesinden kısa bir süre sonra Dışişleri Bakanlığı Suriye Masası Şefi Fred Hof ve ABD Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone, Dışişleri’nde Türk yetkililerle görüşmüştür. Görüşmelerde Hof, Türk tarafının Suriye nezdinde ne gibi yaptırım ve tedbirlerden yana olduğunu öğrenmeye çalışarak, “Başkan Obama Suriye’de yaşananlardan çok üzgün. Bu nedenle bir an önce harekete geçilmesini istiyor. Reformlar konusunda Esad’dan ümidini kesti. Bundan dolayı sert tedbirlerin devreye girmesinden yanayız” demiştir.
Ankara ise Hof’a, “Davutoğlu’nun yapacağı görüşmeyi beklememiz lazım. Bu görüşme sonrası yeni bir yol haritası belirleyebiliriz. Bizden hemen sert tedbir beklemeyin. Bölgenin yeniden bir sorunlar yumağı haline gelmesini istemiyoruz” mesajını vermiştir.[10] ABD Dışişleri Bakanı Clinton’un “Biz Suriye işini Türkiye’ye verdik” demesi ve benzeri görüşmelerde ABD, Türkiye’ye, Suriye’de Esad rejiminin bir an önce gitmesi için gerekli desteğin verileceği ümidini vermiştir. Dolayısıyla Erdoğan’ın, Suriye yönetimine yönelik çok açık ve sert konuşmaları bu görüşmelerden hemen sonrasına rastlaması bir tesadüf değildir. Nitekim 11 Ağustos 2011’de Erdoğan şu açıklamayı yapmıştır:
“Ben lafı eğip bükmeyi sevmem, samimi bir ifadeyi burada kullanmak istiyorum. Deniz tükenmektedir, bu yol çıkmaz sokaktır. Dökülen kan, halkınızla aranızdaki bağı kopartıyor. Her damla kan, uluslararası toplumu size karşı önlem almaya biraz daha yaklaştırıyor.” Bu konuşmadan kısa bir süre sonra da ABD Başkanı Obama 18 Ağustos 2011’de, Suriye Devlet Başkanı Esad’ın istifa etmesi gerektiğini açıklamış, Avrupa Birliği ve Kanada da ABD’nin rejim değişikliği çağrısını desteklediğini açıklamıştır.[11] Batıdan özellikle de ABD’den gelen bu açıklamalar Türkiye’yi, Türkiye’den yapılan açıklamalar ise Suriye muhaliflerini umutlandırmaktaydı.
Erdoğan’ın bundan sonraki konuşmaları daha da sert olmuştur:
“Bugün babalarının izinden gidenler hak ettiklerini mutlaka bulacaklardır. Hama’da masum insanları öldüren baba Esad bu dünyada hesabını vermedi. Ama o Esad, tüm insanlığa adını acımasız bir diktatör olarak yazdırdı. İnanıyorum ki kendi halklarına eziyet edenler kendi halklarının önünde hesap vereceklerdir. Hama’nın hesabı sorulmadı ama Humus’un hesabı sorulacak.”[12]
“Beşşar Esad, ‘Ölene kadar savaşırım’ diyor. Madem ölene kadar savaşacak bir kahramansın neden Golan Tepeleri için ölene kadar savaşmadın? Senin kahramanlığın, kendi mazlum, masum halkına mı, bu mu kahramanlık? Bu kahramanlık değil, korku, korkaklıktır, her zalimin kalbine sinmiş acziyet, zavallılıktır. Hiçbir zulüm karşılıksız kalmaz. Zulüm ile abat, zulüm ile payidar olunmaz. Mazlumun ahı, er ya da geç mutlaka çıkar. Irak, Libya, Mısır’da mazlumun ahı çıktı, hiç şüpheniz olmasın Suriye’de de mazlumun ahı çıkar.”[13]
Recep Tayyip Erdoğan’ın Nusayri rejimi/Esad ailesi ile söyledikleri elbette ki doğrudur, hatta az bile söylemiştir. Çünkü bu rejim, daha fazlasını hak eden bir rejimdir. Ancak Esad rejiminin bu karanlık ve kanlı yüzü, Suriye’de halk ayaklanmaları başladıktan sonra ortaya çıkmış değildir. Hafız el Esad’ın 1970’de yaptığı darbeden beri halkına zulmetmekteydi. Çünkü Esad, Suriye’de tam anlamıyla oligarşik bir aile diktatörlüğünü ülkeye egemen kılmıştı. Peki, Erdoğan ve Hükümeti, Esad rejiminin bu kanlı yüzünü neden daha önce görmemişti ya da görmek istememişti? Diyelim ki, görüşmeler yoluyla Suriye rejimini halkına dönük reformlar yaptırmaya çalışarak ülke yönetimini normalleştirmek istiyordu. Peki, madem böyle bir umut vardı, o zaman neden buna devam edilmemiştir? Kanaatimize göre Türkiye, ABD’lilerle yapılan bu görüşmelerde halk ayaklanması ile Esad rejiminin –Tunus’ta, Mısır’da ve Libya’da olduğu gibi- üç-beş ay içerisinde –ABD’nin de vereceği destekle- gidebileceğine inandırılmıştır. Bundan dolayı Suriye’nin iç işlerine müdahale anlamına gelecek tarzda ‘Hama’nın hesabı sorulmadı ama Humus’un hesabı mutlaka sorulacaktır’, ‘Suriye’de olup bitenler bizimde iç işlerimizdir’ ya da en yakın zamanda ‘Şam’da, Emevi camiinde namaz kılacağım’ sözleri çok rahat ve güvenle söylenmiştir.
Üzülerek belirtelim ki ABD, geçmişte olduğu gibi bugün de, hem Türkiye’yi, hem de Suriye muhalefetini oyalayarak rejime sürekli zaman kazandırmaya çalışmıştır. Amaç ise Suriye’de, Beşşar Esad sonrasında İslami bir yönetimin gelmesini engellemekti. Bu nedenle Türkiye’nin ‘Tampon Bölge’, ‘Güvenli Bölge’, Uçuşa yasak bölge’ gibi teklifleri ne kabul, ne de reddedilmişti. Sürekli açık kapı bırakılmış hatta kabul edilebilir tarzında açıklamalar bile yapılmıştır.[14] Ama bugün, geriye dönüp bakıldığında ABD’nin Türkiye’yi oyaladığı rahatlıkla söylenebilir. Çünkü bu konular, 2012’den beri gündemde tutularak sürekli tartışılmış ama hiç biri yerine getirilmemiştir.
Rusya, Putin’in Obama ile 28 Eylül 2015’de BM’nin 70. Yıl dönümü dolayısıyla New York’taki görüşmesinden iki gün sonra yani 30 Eylül’de Suriye’ye saldırmıştır. Rusya’nın bu saldırısının ABD’ye rağmen olması mümkün değildir. 28 Eylül’de yapılan görüşmede Suriye’nin bundan sonra nasıl bir şekil alması gerektiği[15] üzerinde her iki ülke anlaşmıştır. Viyana görüşmelerinden sonra Cenevre’de yapılan görüşmeler ise zevahiri kurtarmaya dönük olarak yapılmıştır. Yani Suriye ile ilgili uluslararası konferansların ve bu konferanslarda verilen sözlerin dünya kamuoyunu oyalamaktan başka hiçbir amacı yoktur. Nitekim 18 Aralık 2015’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK)’nce de onaylanan ve Ocak/2016 ayı itibariyle yürürlüğe girecek ateşkes[16] ancak Şubat ayında başlamıştır. Bu ateşkese de BMGK’in daimi üyesi olarak onay veren Rusya uymayarak ihlal etmiştir ve halen de etmektedir. Dolayısıyla bugün Suriye’de olup bitenlerin tamamı Putin-Obama görüşmesinde karara varılan anlaşma çerçevesinde devam etmektedir. Dolayısıyla bugün Suriye’de olup bitenlerden en az Rusya, Baas rejimi ve İran kadar hatta daha fazla ABD’nin suçlu olduğunu unutmamalıdır.
ABD, dün nasıl Türkiye’de gerçekleştirilen her darbenin arkasında ve çıkarılan her kargaşalığın içerisinde bulunmuşsa, bugün de Türkiye’yi hem içeride hem de Suriye’nin kuzeyinde PKK/PYD terörünü destekleyerek çıkmaza sürüklemiştir. PKK bugün Güneydoğu’yu yaşanmaz hale getirmişse, bunun nedeni sadece Rusya ve İran desteği olmayıp, ABD’nin, PYD dolayısıyla PKK’ya verdiği silah desteğidir. Nitekim Silopi’de PKK’nın barınağında ABD’nin İHA’sı ve Zagros silahları bulunurken, başka yerlerde de Rusya’nın “Doçka”/”Duşka”ları, MOSSAD’ın ve Alman BND’sinin eğitim ve danışmanlık katkıları bulunmaktadır. Türkiye istediği kadar PYD, PKK’nın Suriye koludur, o da terör örgütüdür desin, ABD, bu itirazlara aldırmayarak yardım ve desteğini sürdüreceğini açıkça ilan etmiştir. ABD’nin sadece bu tavrı bile stratejik ilişkileri gözden geçirmek için yeterli bir sebep iken, takınılan tavır ise hiçbir etkisi olmayan konuşma düzeyinde kalmaktadır. Gerçi Türkiye’nin, ABD ile ilişkilerini bırakın koparmayı yeniden düzenlemeye bile gücü ve durumu yoktur.
Sonuç olarak Türkiye, ne yazık ki, ABD ile yarım yüzyılı aşan bir müttefiklik döneminde Menderes’in, Demirel’in başına gelenlerden; Kahramanmaraş, Çorum ve Hamid Fendoğlu olaylarından dolayı ABD’nin dostluğuna güvenil(e)meyeceğini öğrenememiştir. Oysa hem bu olaylardan ve hem de Molla Mustafa Barzani, Saddam, İran Şah’ı, Hüsnü Mübarek, Zeynel Abidin Bin Ali vb bölgenin diktatörlerinin başına gelenlerden dolayı, ABD’yi tanımalı ona göre tedbir geliştirmeliydi. Korkarım ki Türkiye, ABD’nin, Suriye ya da PYD olaylarından dolayı takındığı aleyhte tavra rağmen yine ders çıkarmayacak ve ‘stratejik Müttefiklik’ martavalını dilinden düşürmeyecektir. Oysa bugün, bu bölgede, olup biten terör olaylarının, iç kargaşalıkların ve bölgesel çatışmaların baş müsebbibi ABD’dir. ABD bu bölgeden çekilmeden bölgeye ve bölge halklarına barış ve huzurun gelmesi mümkün değildir.
[1] Bu dönemde 6 kişilik bir ekip ABD’ye eğitime götürülmüş ve MİT’in diğer kadroları da bu 6 kişi tarafından eğitilmiştir. Bu 6 kişilik ekipten Behçet Türkmen 1953’de MAH’ın başına, daha sonra da Fuat Doğu (ilki 1962-64, ikincisi 1966-71 yılları arasında olmak üzere iki kez) MİT müsteşarlığı görevinde bulunmuştur.
[2] Haluk Gerger, O Yıllar, Dost Kitabevi Yayınları. Ankara. 1987. s.154-155
[3] http://www.demokratcanakkale.com/yazar/233/johnson-mektubu-ve-turk-amerikan-iliskilerine-etkisi-ii
[4] Johnson Mektubu’nda vurgulanan hususlar nelerdi:
Birinci olarak; Türkiye’nin düşmanlarının kim olacağına -ki bu söz konusu dönem için Sovyetler Birliği’dir- karar verecek olan ABD yönetimidir. Dolayısıyla Türkiye müttefikine rağmen bir tehdit ve düşman değerlendirmesi yapmak durumunda değildir ki belirlediği bu düşmana askeri operasyon düzenlemeye kalkışabilsin.
İkinci olarak; Türkiye müttefiki olan ABD’den aldığı silahları nerelerde kullanacağına karar verme konumunda değildir. Birleşik Devletler’den alınan silahların kullanımına karar verecek olan yine bu ülke ve onun başkanı olacaktır. Burada açık olarak Türkiye’nin egemenliği sınırlandırılmış oluyordu.
Üçüncü olarak; Türkiye’nin Kıbrıs’a çıkartma yapması muhtemel bir Sovyet müdahalesine yol açabilecektir. NATO üyelerinin rızası dışında yapılacak bir askeri operasyon sonucu meydana gelebilecek Sovyet müdahalesine karşı müttefiklerinin Türkiye’yi savunma zorunluluğu yoktu.
Dördüncü olarak; Başkan Johnson karşılıklı müzakerelerde bulunmak üzere Başbakan İnönü’yü Washington’a davet etmektedir.
[5] Daha geniş bilgi için bkz; http://www.demokratcanakkale.com/yazar/233/johnson-mektubu-ve-turk-amerikan-iliskilerine-etkisi-ii
[6] 12 Mart darbesinden birkaç ay önceydi… İran Şahı Rıza Pehlevi, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’i “protokol dışı” olarak Tahran’a davet etti ona ve SAVAK’tan aldığı “çok gizli” bilgiyi aktardı: “Birkaç ay içinde ordu Türkiye’de darbe yapacak, dikkatli olun.”
[7] http://www.yenisafak.com/arsiv/2000/mart/17/dizi.html
s[8] Daha geniş bilgi için bkz; Ali Kaçar, ‘Beşşar Esad Döneminde Türkiye Suriye İlişkileri’ başlıklı makale. Genç Birikim Dergisi Nisan 2012 , sayı 155
[9] Davutoğlu’nun bu görüşmesinden önce de bir takım görüşmeler yapılmıştır. Nitekim Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu 6 Nisan 2011’de, Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘özel temsilcisi’ sıfatıyla MİT Başkanı Hakan Fidan ise 28 Nisan 2011’de Şam’a gitmiştir.
[10] http://www.milliyet.com.tr/sam-da-kritik-gorusme/siyaset/siyasetdetay/09.08.2011/1424501/default.htm; ayrıca bkz; http://www.haber10.com/siyaset/davutoglu_esad_6_saat_gorustu-346389
[11] http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/2014320_infografiksuriyekrizi.pdf
[12] http://www.haber10.com/siyaset/humusun_hesabini_soracagiz-187054
[13] http://www.haksozhaber.net/er-ya-da-gec-humusun-hesabi-sorulacak-27528h.htm
[14] http://www.ajanshaber.com/isidin-bertaraf-edilmesi-hizlandiriliyor-haberi/127294
[15] http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/09/150928_putin_obama_suriye
[16] BM Güvenlik Konseyi’nin Suriye’ye ilişkin 2254 numaralı karar taslağında şu maddeler var:
1-Ocak ayı başında siyasi geçiş için ateşkes ve resmi müzakere çağrısı
2-IŞİD ve El Nusra Cephesi dâhil “terörist” olarak görülen gruplar dışında tutulacak
3-Bu gruplara yönelik “saldırı ve savunma eylemleri” – ABD ve Rusya öncülüğündeki hava saldırılarına atıf – devam edecek
4-BM Genel Sekreteri Ban Ki-Mun, ateşkesin nasıl denetleneceğine dair 18 Ocak’a kadar bilgi verecek
5-Altı ay içinde “güvenilir, kapsayıcı ve mezhepsel olmayan bir yönetim” oluşturulacak
6-18 ay içinde BM gözetimi altında “özgür ve adil seçimler” yapılacak
7-Siyasi geçiş Suriye önderliğinde olmalı