Bilindiği gibi Türkiye ile ABD arasında ikili ilişkiler 1947 Truman Doktrini ile başlamıştır. “Türkiye’yi küçük bir Amerika yapacağız” sözü ve hayali de, bu ikili ilişkiler çerçevesinde ABD tarafından yapılan yardımlar dolayısıyla söylenmiştir. Ancak bu sözü söyleyenler, para verenlerin, emir de verir sözünü unutmuşa benziyorlardı. Nitekim kısa bir süre sonra ABD, Türkiye’yi kendi vilayeti gibi görmüş ve siyasetten ekonomiye, askeri konulardan istihbari konulara kadar müdahale eder, emir verir hale gelmiştir. Ve böylece ABD işine gelmeyen her olayda yaptığı bu yardımları, bir yaptırım olarak demoklesin kılıcı gibi Türkiye’nin üzerinde sürekli sallandırmaya başlamıştır. Bu yaptırımlar karşısında Türkiye’yi yönetenler zaman zaman esip gürleseler de ABD’ye boyun eğmenin dışında geri adım attıracak ciddi hiçbir tavır da takın(a)mamışlardır. ABD, 1950’li yılların ortalarından itibaren hizmete giren İncirlik üssü başta olmak üzere diğer üsleri istediği zaman istediği şekilde ve Türkiye’ye de haber vermeden defalarca kullanmıştır. Türkiye, anlaşmalara aykırı olan bu durum karşısında çoğunlukla altta almanın hatta var olan anlaşmayı esnetmenin dışında da ciddi hiçbir adım atmamıştır/atamamıştır. Nitekim ABD, Türkiye’den izin almadan 1958’de Lübnan’a, 1970’te de tarihe ‘Kara Eylül’ olarak geçen Kral Hüseyin’in Filistinlilere saldırısında Ürdün lehine müdahalesi -geçmişe dönük olarak- verilebilecek sadece iki örnektir. Türkiye, bu iki örneğin dışında 6-7 Eylül 1955 olayları, 27 Mayıs 1960 darbesi, U-2 casus uçakları, 12 Mart Muhtırası, 12 Eylül Darbesi, 28 Şubat Postmodern Darbesi vd. iç kargaşalık ya da darbe girişimleri gibi Türkiye açısından can yakıcı olaylarda ABD baş sorumlu olmasına rağmen bir şey yap(a)mamıştır.
Ama Türkiye, ABD’den -hibe ya da parasıyla- satın aldığı askeri yardımları/silahları kullanmak istediğinde her defasında ABD’nin engeliyle karşılaşmıştır. Bu çerçevede kamuoyuna yansıyan ilk örnek, Türkiye, garantör devlet olarak Kıbrıs’ta kendi ırkdaşlarına yönelik saldırıları engellemek için müdahale etmek istediğinde ABD buna müsaade etmemiştir. Üstelik ABD bunu, Türkiye kamuoyunun infialine yol açacak tarzda buyurgan, kaba ve müttefiklikle asla bağdaşmayacak bir üslupla gönderdiği bir mektupla gerçekleştirmiştir. Siyasi tarihe ‘Johnson Mektubu’ olarak geçen bu mektup 5 Haziran 1964’de dönemin Başbakanı İsmet İnönü’ye gönderilmiştir. Küçük düşürücü, çok sert ve tehditkâr bir üslupla yazılan bu mektupta, Türkiye’nin, ABD’nin gönderdiği silahları, ABD’nin izni olmaksızın kullanamayacağını bildirmiştir. Diplomatik dilde ister ‘ültimatom’, ister ‘nota’, isterse ‘tehdit’ densin fark etmez, Türkiye’ye hakaret edilmiş, bağımsızlık iddiasına gölge düşürmüştür. Türkiye’nin bu mektuba cevabı ise, çok daha yumuşak, alttan alıcı bir tarzda olmuştur. Ve böylece Johnson mektubundan sonra Türkiye, kendisi için hayati önemi haiz bir konuda geri adım atmış ve Kıbrıs’taki Rumların vahşetine rağmen müdahaleden vazgeçmek zorunda kalmıştır. Ne yazık bu, son da olmayacaktır.
1974 KIBRIS ÇIKARTMASI VE ABD AMBARGOSU
Nikos Sampson Kıbrıs’ta, ‘ENOSİS’i gerçekleştirmek için 15 Temmuz 1974’de darbe yapmıştı. Kendisine karşı darbe yapılan Makarios, 19 Temmuz 1974’te BM Güvenlik Konseyi’nde yaptığı konuşmada garantör devlet olmaları dolayısıyla Türkiye ve İngiltere’ye müdahale etmeleri için çağrıda bulunmuştu. Adanın bütünüyle Yunanistan’a bağlanması ve Ada’da bulunan Türklerin de Ada’dan çıkarılması tehdidi üzerine Türkiye, garantör devlet olarak 20 Temmuz ve 14 Ağustos 1974 tarihlerinde Kıbrıs’a iki defa müdahalede bulunmuştur. Bu müdahaleye karşı çıkan ABD, Türkiye’ye 5 Şubat 1975 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere silah ambargosu uygulamaya başlamıştır. Türkiye ise, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, Ankara’da ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger ile, Brüksel’de de ABD Başkanı Gerald Ford ile görüşmüş ve ambargonun kaldırılmasını istemiştir. Ancak bu görüşmelerde bir sonuç alınamayınca Türkiye, MC Hükümetinin yaptığı açıklamayla “Türkiye’deki bütün ortak savunma tesislerinin faaliyeti, İncirlik ortak savunma tesisinin münhasıran NATO görevi mahfuz kalmak kaydıyla, 26 Temmuz 1975 tarihinden itibaren durdurulmuştur.”
Türkiye bu kararı ile 21 üssü kapattığını, 5.000 ABD askerinin ülkesine gönderildiğini açıklamıştır. Kapatıldığı iddia edilen bu üslerden birisi de incirlikti. Ancak incirlik üssü bütünüyle kapatılamamış, güya sadece ABD’lilere kapatılmış, NATO kullanımına ise açık bırakılmıştır. Oysa herkes biliyor ki, NATO, ABD’nin vurucu, meşrulaştırıcı ve emperyal amaçlı silahlı gücüdür. Yani NATO demek ABD demekti; ABD’siz bir NATO düşünülemezdi. İncirlik’in NATO faaliyetlerine açık olması, üssün ABD tarafından da kullanılacağı anlamını taşımaktaydı. İşte ABD yaptırımları her gündeme geldiğinde, Türkiye’de bazı kesimler, bu kararın o zamanlar ABD’ye rağmen alındığını, bugün de aynı şekilde alınabileceğini söylemektedirler. Oysa gerçek, İncirlik üssünün ABD’ye rağmen kapatılamamış olmasıdır. Çünkü ABD, Türkiye’ye, 27 Mayıs darbecilerden Suphi Gürsoytırak’ın ifadesiyle ‘soluk alışımızı bile kontrol’ edecek kadar nüfuz etmiş bir emperyal ülkedir. Ayrıca uzun süre Dışişleri Bakanlığı ve Cumhurbaşkanı vekilliği görevi yapmış İhsan Sabri Çağlayangil’in, ‘CIA altımızı oymuştur’ sözü, ABD’nin Türkiye’de ne kadar güçlü olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Dolayısıyla Türkiye, o dönemde de daha sonraki dönemlerde de İncirlik’i kapatmamıştır/kapatamamıştır. Sadece 1975 yılında kapatır gibi görünmüştür.
1975’te kapatılan ABD üsleri, 18 Kasım 1980 tarihinde açılmasına izin verilmiştir. Bu izni verenler ise, 1970’li yıllarda CIA’nin Türkiye Şefi olan ve karanlık prensi olarak bilinen Paul Henze’nin, ABD Başkanı Jimmy Carter’a “… your boys have done it; bizim çocuklar işi başardı” yani darbe yaptı dediği 12 Eylül darbecileriydi. Darbeciler sadece üslerin açılmasına izin vermediler aynı zamanda 29 Mart 1980’de Savunma Ekonomik İş Birliği (SEİA) adıyla yeni bir anlaşma imzalamışlardı. İncirlik’in de dahil olduğu SEİA’da adı geçen üs ve tesisler, ABD’nin kullanımına NATO Anlaşmasında belirlenen esaslar dahilinde, NATO savunma planları doğrultusunda kullanılmak üzere tahsis edilmiştir. İncirlik üssündeki tüm hava trafik ve kontrol hizmetlerinin sorumluluğu da Türk Hava Kuvvetleri’ne ait. Bu görevin yerine getirilmesi için İncirlik’te bir Türk generalin komutasında 10’ncu Tanker Üs Komutanlığı bulunuyor.
ABD, geçmişte Seferberlik Tetkik Kurulu ya da Gladyo/kontrgerilla birimlerini kullanarak Türkiye’nin başına birçok gaile açmıştır ve halen de açmaya devam etmektedir. Bu gailelerin neler olduğuna değinmek, detaylandırmak bir makalenin kapsamını çok aşacaktır. Çünkü 27 Mayıs Darbesi, 12 Mart Muhtırası/darbesi, 12 Eylül Darbesi, 28 Şubat Darbesi ve iç kargaşalıklar, öğrenci olayları, sağ-sol çatışması vb. birçok olayın içinde, arkasında ve başında bu eli kanlı örgütü bulmak mümkündür.
Adalet ve Kalkınma Partisi dönemindeki ABD yaptırımları ve Türkiye’nin cevabı önceki dönemlerden çok da farklı olmamıştır. Bu yaptırımları ve Türkiye’nin tavrını şöyle sıralamak mümkündür:
1- 1 Mart tezkeresinin reddi ABD’nin beklemediği bir engel olarak karşısına çıkmıştır. Dönemin hükümeti ne pahasına olursa olsun, bu tezkerenin çıkmasını istemekteydi. Kamuoyu baskısı ve bazı iktidar ve muhalefet milletvekilleri tarafından aleyhte oy kullanılması ile tezkerenin kabulü engellenmiş oldu. ABD’liler tezkerenin reddine çok bozulmuşlardı, çünkü böyle bir şeyi en azından TSK’dan beklemiyorlardı. Çünkü şimdiye kadar ABD her istediğini TSK kanalıyla; bazen muhtıra verdirerek bazen de darbe yaptırarak gerçekleştirmeye alışmıştı. Gerçi bu sefer iktidar da, TSK da istemesine rağmen tezkere reddedilmişti. Bu ABD’lilerin hiç hoşuna gitmemişti. Bunu da Irak’taki askerlerin başına çuval geçirerek göstermişlerdi. Türkiye’yi ve TSK’yı küçük düşüren bu olay, Irak’ın Süleymaniye kentinde 4 Temmuz 2003 tarihinde biri binbaşı olmak üzere 11 subayın başına ABD’liler tarafından çuval geçirilerek halka teşhir edildikten sonra gözaltına alınmasıyla gerçekleşmiştir. ABD’li coniler, Türk askerlerine silah doğrultarak yüzü koyun yere yatırmışlar, bileklerine de kelepçe takarak rencide etmişlerdi. Amerikalılar sadece askerleri değil büroda bulunan diğer görevlilerin de başına “Çuval” geçirmişlerdir! Başa çuval geçirilmesinde asıl amaç sindirme, güç gösterisi ve psikolojik baskı oluşturmaktı. Olay esnasında Türk timi ile birlikte göz altına alınan İngiliz yazar Michael Todd’un anlattığına göre; Türk Özel Kuvvetler Komutanı, Amerikalı siyah bir asker tarafından tekmelenmiş; sonrasında büro önünde başlarına çuval geçirilmiş, şehir merkezinden geçirilerek halka teşhir edilmiştir.
Peki bu olup bitenlerin karşısında Türkiye Genelkurmay’ı, Hükümeti ne yapıyor? Çünkü bu çuval olayından 45 dakika sonra haberdar ediliyor Türkiye’deki yetkililer. Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, ‘mukavemet etmesinler’ diye talimatını vermiş, dönemin Başbakanı R. Tayyip Erdoğan ise 60 saat sonra ABD Başkan yardımcısı Dick Chaney ile yaptığı telefon görüşmesinden sonra Türkiye askerlerini bıraktırmış oluyordu. Serbest bırakılan Türk askerleri “Amerikalılar bize El-Kaide muamelesi yaptı. En yakın müttefikine nasıl terörist gibi davranırlar?
Çuval olayı ile Türkiye rencide edilmiş ve Türkiye askerinin prestiji yerle bir edilmiştir. Peki, bu olup bitenlerin karşısında hükümetin tavrı ne olmuştur? En azından ABD Büyükelçisi bakanlığa çağrılarak bir nota verme ya da ABD’nin bu olay karşısında özür dilemesinin istenmesi ya da benzeri bir diplomatik tavır alınmış mıdır? Ne yazık ki alınmamıştır. Hatta olay, çok fazla gündeme getirilmeyerek geçiştirilmiş ve unutulmaya terkedilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, gazetecilerin, “ABD’ye nota verecek misiniz?” sorusuna, “Ne notası? Müzik notası mı?” diye cevap vermesi olayın ne kadar ciddiye alındığını göstermektedir. Dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ise, “Büyük devletler özür dilemez” açıklamasını yaparak peşinen boyun eğerek ABD’ye bir şey yapılamayacağını kabullenmiştir.
8 Temmuz 2003’te AKP meclis grubu toplantısında konuşan Erdoğan neden ABD’ye nota verilmediği yönündeki eleştirilere “ne notası, müzik notası mı veriyorsun?… İki tane ortak arasında dargınlık olduğu zaman, bu dargınlığı nasıl gideririz, ona çalışılır. Ortak, ‘yanlış yapıldı’ diye ortaklığı bozmaz” demiştir. Olay sonrasında toplanan ilk MGK’dan Irak konusunda herhangi bir açıklama gelmemiştir.
Böylece Türkiye, kendi aleyhine gelişmekte olan bu krizden ödün vererek veya krizi uyutmayı tercih ederek kriz sürecini dondurmuştur. ABD, kriz sürecinde ya da sonrasında Türkiye’ye karşı özür anlamına gelecek hiçbir ifade de kullanmamıştır. Zaten Türkiye de böyle bir beklentinin içerisinde de olmamıştı. Çünkü Dışişleri Bakanı’nın ifadesine göre ‘büyük devletler özür dilemez’di.
2- 15 Temmuz 2016 Darbe girişimi olayı
15 Temmuz 2016 Darbe girişimi ABD’nin Türkiye’de ilk olarak giriştiği bir teşebbüs değildi. Zaten daha önce gerçekleşen ya da teşebbüs seviyesinde kalan darbe ve muhtıraların tamamı ABD’nin izni, desteği olmaksızın gerçekleşmiş değildi. Nitekim 15 Temmuz darbe girişimi de bütünüyle ABD’nin isteği ve desteği doğrultusunda gerçekleşen bir darbe girişimi olduğu iddianamelere bile yansımıştı. Henry Berkey’in içinde olduğu ve daha başka CIA elamanlarının öncesinde Türkiye’ye geliş gidişleri, ilişkide bulunduğu kimseler ve hatta gizli olarak yaptıkları bir bir tesbit edilmesine ve haklarında iddianame hazırlanarak soruşturma açılmasına rağmen ABD’ye yönelik ne bir yaptırım ne bir nota ve ne de başka bir girişimde bulunulmuştur. Söylem bazında esilmiş, tehditler savrulmuştur ancak ciddi anlamda diplomatik bir tavır alınmamıştır. Bir ülke içerisinde karışıklık çıkarmak, terör örgütlerini desteklemek, silahlı bir başkaldırıyı organize etmek, destek vermek, savaş nedeni değilse, o zaman nedir savaş nedeni? Türkiye, savaş nedeni olan bu tür can yakıcı olaylar dolayısıyla savaş açmıyorsa ya da ilişkilerini sonlandıracak bir adım atmıyorsa veyahut terör yuvası haline gelmiş ABD üslerini kapatmıyorsa, bağımsızlık, bölgesel güç, oyunu kurucu bir güç iddiaları havada kalmış olmuyor mu?
Bu darbe girişiminde İncirlik hava üssü açıkça kullanılmasına ve Gölbaşı’ndaki Özel Kuvvetler Komutanlığının yeri dâhil Ankara’da merkezi yerleri bombalayan uçakların İncirlik’te kalkmış olmasına ya da yakıt ikmali yapmalarına rağmen, İncirlik ya da diğer üslere yönelik niçin hiçbir adım atılmamıştır? Ayrıca dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu, açıkça ‘darbenin arkasında ABD var’ demesine, yapılan bir ankette de halkın %79’nun darbenin arkasında ABD’nin olduğuna inanmasına rağmen ciddi hiçbir adım atılmaması düşündürücüdür. İncirlik’i gerekirse kapatırız demek kolaydır, önemli olan söylediğini yapabilecek cesareti gösterebilmektir.
3- 15 Temmuz Darbe girişiminde bulunan ve Fetö terör örgütü olarak siyasi tarihe geçen bu örgütün başında bulunan Fethullah Gülen ve diğer yetkilileri ABD tarafından korunmasına, himaye edilmesine rağmen bu konuda da diplomatik anlamda ciddi bir tavır gösterilememiştir. Sadece ABD’liler yargı bağımsızdır, ispatlanırsa denildiğinde neredeyse tır dolusu belge göndermekle yetinilmiştir. Oysa ABD, tır değil tırlar dolusu belge de gönderilse, kendileri açısından henüz daha miadı dolmamış adamlarını vermeyeceği bilinmelidir. Eğer aksi olsaydı yani ABD tarafından terörist ilan edilen biri Türkiye tarafından himaye edilmiş olsaydı, muhtemelen Türkiye’de taş taşın üzerinde bırakılmazdı. Başta İncirlik olmak üzere diğer üsler Türkiye’ye karşı kullanılırdı; Türkiye kendi can evinde vurulurdu. Benzerini biz Afganistan’da görmedik mi? Stratejik müttefik olarak görülen ABD, Türkiye’de darbe girişiminde bulunuyor, terör örgütlerini destekliyor, kendi ülkesine sığınmış bulunan teröristleri teslim etmiyor, hatta himaye ediyor, kol kanat geriyor. Türkiye yetkilileri de ‘müttefik olmanın gereğini ya yerine getir ya da…’ diyemiyor.
Kim ne derse desin Türkiye’ye hatta bütünüyle bu bölgeye en büyük ve en yakın tehdit ABD’den geliyor. Türkiye, NATO’dan ayrılsa, ABD ile stratejik müttefiklik ilişkisini bitirse, ABD’ye ait bütün üsleri kapatsa, Rusya ve Çin dâhil hiçbir ülke, Türkiye’yi, ABD kadar tehdit etmez/edemez. Türkiye’nin bir an önce en büyük ve en yakın tehdit olan ABD’den kurtulması gerekiyor. ABD ile ilişkiler devam ettiği müddetçe Türkiye’nin, darbe tehdidinden ya da yaptırımlardan kurtulması mümkün değildir. Bu asla unutulmamalıdır.
ABD, aynı tek taraflı emredici, buyurgan ve tehditkâr tavırlarını Rahip Brunson olayında, PKK/YPG’yi desteklemesinde, S-400’ler ve F-35’ler konusunda da göstermiştir. Bu konulara bir sonraki yazıda değinmeye çalışacağız, İnşaallah!