Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Mücadele Metodu
Gündem Son Sayımız Yazarlar

Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Mücadele Metodu

İslam, ‘Se-Li-Me’ fiil kökünden gelir; bu fiilin masdarı olan ’silm’, ‘selamette olma, zahir ve batın afetlerden uzak bulunma, sulh, esenlik’ demektir.[1] Dolayısıyla İslam, ‘silm’ ve ‘selam’ kökünden türeyen bir kelimedir. Silm; barış, güven ve huzur, selam da; mutluluk, esenlik ve güvenlik demektir. Bu şekliyle Kur’an’ın 105 yerinde geçmektedir.[2]

Hz_Muhammed

 

İslam kelimesi lügat olarak teslim olmak, boyun eğmek, itaat etmek; ıstılah olarak ise, Allah tarafından peygamberler aracılığıyla insanlara bildirilen, dünyada ve âhirette insanları mutluluğa ulaştıracak hayat şekli, itikadî ve amelî bir nizam anlamına gelmektedir.

Hz. Adem (as)’dan bu yana gelen bütün peygamberlerin getirdiği dinin ortak adı da İslam’dır. Nitekim Allah’u Teâlâ Müslümanlar için din olarak ‘İslam’ı seçmiş (Maide, 5/3) ve isim olarak da ‘Müslüman’ ismini vermiştir. (Hac, 22/78) Dolayısıyla Allah nezdinde din tektir, o da İslam’dır. (Al-i İmran, 3/19) İslam’dan başka kim bir din ararsa, o din, ondan asla kabul edilmeyecektir. (Al-i İmran, 3/85) Bu nedenle ben Müslüman’ım diyen bir kimsenin İslam’dan başka bir din araması ya da seçmiş oluğu Din’i (İslam’ı) başka –batıl- bir dinle veya bu dinin bir parçası ile –sanki İslam eksikmiş gibi- tamamlamaya çalışması asla kabul edilemez. Çünkü İslam Dini, tamamlanmış (Maide, 5/3) ve kitabında da hiçbir şey eksik bırakılmamış bir dindir. (En’am, 6/38)

İslam, tam anlamıyla teslimiyettir. Nitekim bu, Kur’an-ı Kerim’de:

”De ki; şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm hiç bir eşi olmayan, âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. Ben bununla emrolundum ve ben Müslümanların ilkiyim” (En’âm 162–163) şeklinde teyid edilmiştir.

Bu ve benzeri başka birçok ayet-i kerimeden ve bu arada hadis-i şeriflerle Peygamber Efendimizin uygulamalarından şunu anlıyoruz:

İslam, hayatımızın her alanını kuşatmış, hayatımızda karşı karşıya kalabileceğimiz her türlü problemin çözüm yolunu ve şeklini açık ve dolaysız bir şekilde ortaya koymuş bulunmaktadır. Eğer karşı karşıya kalınan bir meselede İslam’ın hükmü naslardan anlaşıl(a)mıyorsa bu hüküm, ictihad ve istinbat yoluyla tesbit edilip çıkartılabilmektedir.[3] Dolaysıyla zamanın geçmesi, mesele ve problemlerin çeşitlilik arz etmesi, Müslümanların durum ve konumlarının değişmesi, onların karşı karşıya kalacakları yeni meseleler için çözüm yollarını Kur’ân ve Sünnet’in belirlediği çerçeve dışında aramaları için bir gerekçe olamaz.

Çünkü yüce Allah bu gibi durumlarda çözüm yolunu şöylece göstermektedir:

”Eğer herhangi bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Resulüne havale ediniz. Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız (böyle yapacaksınız). Böylesi hem daha hayırlı, hem de sonuç itibariyle daha güzeldir.” (Nisa, 4/59)

”Rabbin hakkı için onlar, aralarında ihtilaf ettikleri meselelerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar. (Nisa, 4/65)

Görüldüğü gibi Müslümanlar, aralarındaki anlaşmazlık konularının çözümü için Allah’ın ve Resulünün hükmü dışında herhangi bir kaynağa başvuramazlar. Onlar bu konuda herhangi bir tağutî hükme başvur(a)mayacakları gibi, heva ve heveslerine de uy(a)mazlar. Çağın şartlarını ve gereklerini, değişen şartları ileri sürerek Kur’ân ve Sünnette kaynağı olmayan, yeri ve meşruiyeti bunlara dayanılarak ispat edilip ortaya konulamayan herhangi bir yolu izlemekte de mazur görül(e)mezler.

Şirki (beşeri) sistemler içerisinde mücadele veren Müslümanlar için bu mücadelelerinde öncü ve örnek alınacak şahsiyetler peygamberlerdir. Peygambere/lere tabi olmak, onu/ları örnek almak da bunu gerektirmektedir. Kur’an-ı Kerim’de, ‘O’nun hayatında sizin için güzel örneklik vardır’ (Ahzab, 33/21) ayetinin anlamı da bu değil midir? Yani bizler Müslümanlar olarak dinimizi ve dinimizin emirlerini, uygulanış şekillerini peygamberlerden öğrendiğimize göre, tevhid mücadelesini de on(lar)dan almamız gerekmektedir. Merhum Şehid Seyyid Kutub’un deyimiyle ‘Kur’an’ın indirilişi nasıl Rabbani ise, O’nun insanlara anlatılış ve götürülüş tarzı da Rabbani’dir. Bu çerçevede Kur’an-ı Kerim’de ismi ve mücadelesi geçen peygamberlere baktığımızda, hiçbir peygamberin içinde yaşadığı şirk sistemiyle uzlaştığını görmemiz mümkün değildir.

Nitekim Hz. Nuh (as), 950 senelik mücadelesinde (Ankebut, 29/14), gece-gündüz demeden ve müşriklerin bütün olumsuz tavır ve saldırılarına rağmen bıkmadan, usanmadan ve uzlaşmadan davet mücadelesini tavizsiz ve uzlaşmasız bir şekilde devam ettirmiştir. Hz. Nuh’un çok uzun denebilecek bu tevhid mücadelesinde, kendisine iman edenlerin sayısının çok az olmasına (Hud, 11/41) aldırmadan, ilahi mesajı, eğmeden, bükmeden insanlara tebliğ etmekten geri kalmamıştır. Üstelik bu iman etmeyenlerin arasında öz oğlu (Hud, 11/42-26) ve karısı  (Tahrim, 66/10) da bulunmaktaydı. Bu, Hz. Nuh (as) için bir nakısa mıydı? Elbette ki, hayır! Çünkü Hz. Nuh (as)’ın üzerine düşen görev, sorumluluğunu/mükellefiyetini yerine getirmekti; O da, bu davet/tebliğ sorumluluğunu hakkıyla yerine getirmiştir. Bu nedenledir ki, bu olumsuzlukların hiçbirisi, Hz. Nuh (as)’ı, emrolunduğu şekildeki davet mücadelesine devam etmekten alıkoymamış ve davetteki yöntemini/metodunu değiştirmeye yöneltmemiştir. Baba şefkati ile oğluna karşı yumuşamaya başladığı anda bile, Allah (cc) tarafından, “cahillerden olma” (Hud, 11/46) diye ikaz edilmiştir. Hz. Nuh (as) davetini, dosdoğru, emrolunduğu şekilde, Rabbinden ‘artık iman edenlerden başkası iman etmeyecektir’ (Hud, 11/36) deyinceye kadar ara vermeden 950 sene (Ankebut, 29/14) sürdürmüştür.

Aynı mücadele azmini ve kararlılığını Hz. İbrahim (as) dâhil diğer bütün peygamberlerde de görmekteyiz. Bir putçu babanın oğlu olarak dünyaya gelen Hz. İbrahim (as), tevhid mücadelesini başta putçu baba olmak üzere, bütün kavmine karşı aynı yöntemle vermiştir. Bu yöntemi/metodu değiştirme, biraz gevşetme, taviz vererek mücadelesini ertelemeyi aklına bile getirmemiştir. Sürdürdüğü bu metod sıkıntılara, eziyetlere vesile olmuş, lakin o hiçbir zaman küfür ile şirk ile uyuşma veya uzlaşmayı düşünmemiştir. Ateşe atılmış (Saffat, 37/97-98), babasından, ailesinden ve kavminden uzaklaşmak zorunda bırakılmış, ölümle ve öldürülmekle tehdit edilmiş olduğu halde, davetini terk etmemiş, içinde yaşadığı şirk sistemi ile uyuşmamış ve uzlaşmamıştır. Kur’an’ın tabiriyle ‘tek başına bir ümmet’ (Nahl, 16/120-121) olarak insanları tek ilah olan Allah’a ibadet etmeye, ömrü son buluncaya kadar devam etmiştir.

Son Peygamber Hz. Muhammed (as)’ın mücadelesine bakıldığında, tevhidi mücadeledeki netlik ve uzlaşmazlık daha açık ve daha ayrıntılı bir şekilde görülmektedir. Hz. Peygamberin ilk yıllarında, Mekke’nin müşrik önderleri, nasıl olsa, kısa bir süre sonra bıkar ve bu davet devam etmez ve dolayısıyla Muhammed de unutulur gider diye düşünmekteydiler. Ancak bekledikleri gibi olmamış, hatta İslâmî tebliğ ve faaliyet giderek daha da güçlenmeye başlamış; artık her evde İslam konuşulur hale gelmiştir. Bu durum, Mekkeli müşrikleri çileden çıkarmıştı. Bu nedenle, başta Mekkeliler olmak üzere insanların Muhammed (as)’a gitmelerini engellemek ve Hz. Muhammed (as)’ı yalnızlaştırmak için, çeşitli çareler düşünmeye başlamışlardır. Bu çarelerin başında ise, her şirk önderinin yaptığı gibi, Peygamber (as)’ı yalnızlaştırmanın yanında kendisiyle birlikte olanları vazgeçirmek için baskı, şiddet ve işkenceye başvurmak gelmekte idi. Bu amaçla, önce Hz. Peygamber’in deli, şair, sihirbaz olduğunu söylemeye ve yaymaya başlamışlardır. Bu, tutmayınca işkence, baskı ve tehditlere koyulmuşlardır. Hiçbir baskı ve tehdidin Allah Resulü’nü yıldırmadığını ve davetine engel olmadığını görünce, daha sinsi tuzaklara başvurmuşlardır. Bu tuzakların başında ise, Peygamber’le uzlaşma yolları aramak gelmekteydi. Bu uzlaşma teklifleriyle, Resul’ün daha yumuşak bir tutum içine girmesi, (Kalem, 68/9) tanrılarına ve kutsal kabul ettikleri şeylere saygılı olması, kendilerine hoşgörü ile davranması, siyasî karar alma mekanizmalarına (Dâru’n-Nedve’ye/millet meclislerine) ve çıkan kararlara itaat etmesi ya da en azından ses çıkarmaması amaçlanmaktaydı.

Peygamberlerin ve dolayısıyla son Peygamberin tevhid mücadelesinden çıkarılması gereken sonucu şöyle özetlemek mümkündür; İslam’ın fert ve toplum açısından, İslam ümmeti tarafından gerçekleştirilmesini zorunlu kıldığı bir takım hedefleri vardır. Bu hedeflerin gerçekleştirilmesi için de belli yolların izlenmesi, belli bir süreçten geçilmesi ve belli bir takım prensiplere riayet edilmesi gerekmektedir. İzlenecek bu yol, uyulacak bu prensipler ise, ilahi vahy tarafından belirlenmiş, Peygamberler tarafından ise pratiğe aktarılmıştır. Peygamberlerin Kur’an’da anlatılan tevhid mücadeleleri incelendiğinde bu açıkça görülecektir. Bir Müslüman için peygamberlere itaat etmek imani bir sorumluluk olduğuna göre, peygamberlerin izlemiş oldukları bu yol ve yöntem onlar için de uyulması gereken bir mükellefiyettir, bir sorumluluktur. Çünkü bu mükellefiyet Müslümanlar için aynı zamanda bir ibadettir.

Bu metoda uygun olarak faaliyet gösterip göstermemek, Müslümanların tercihine bırakılmamıştır. Çünkü, İslam’ın gözettiği hedefleri, İslam’ın öngördüğü ilke, esas ve metoda riayet etmek şartıyla gerçekleştirme faaliyetleri, ancak ‘İslami Faaliyet’ler olarak adlandırılabilir. Çünkü bu faaliyetlerin gerçekleştirilmesinde, en az faaliyetlerin kendisi kadar izlenen yöntem/metod da önemlidir. Bu nedenle bir faaliyetin İslami olabilmesi için, o faaliyeti gerçekleştirmede izlenen yol/yöntemin de İslami olması gerekmektedir. İşte biz, izlenen bu yol ve yönteme “Nebevi metod/yöntem” diyoruz. Bu metod izlendiği ve buna göre hareket edildiği/çalışıldığı zaman, öngörülen hedefe ulaşılsa da, ulaşılmasa da bu uğurda –Allah rızası için- yapılan her çalışma, Allah nezdinde kabul edilebilir, makbul amellerdir.

NEBEVİ METODUN GEREĞİNİ VURGULAYAN AYETLER!..

Allah’u Teâlâ, insanlık tarihi boyunca gönderdiği her peygamberi, itaat edilsin diye göndermiştir. (Nisa, 4/64) Dolayısıyla peygamberlere iman etmek, onlara itaat etmeyi de kaçınılmaz kılmaktadır. Bu nedenledir ki Kur’an-ı Kerim, Peygamber (sav) Efendimize itaat etme emri ile Allah’a itaat emrini –çoğunlukla- birlikte vermektedir:

“Ey iman edenler, Allah’a itaat edin; peygambere itaat edin…” (Nisa, 4/59)

“Kim peygambere itaat ederse, gerçekte Allah’a itaat etmiştir…” (Nisa, 4/80)

“De ki: “Allah’a itaat edin, peygambere de itaat edin… Eğer ona itaat ederseniz, hidayet bulmuş olursunuz…” (Nur, 24/54)

“Allah ve Resulü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min olan bir erkek ve mü’min olan bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resulü’ne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapıtmıştır.” (Ahzab, 33/36)

Bu ve benzeri ayetlerin ifade ettiği ortak konu şudur; Müslümanlar için Rasulullah’ın uygulamaları bağlayıcıdır. Rasulullah (as)’ın herhangi bir konu ile ilgili bir sözü ya da uygulaması varsa, Müslüman o hususta Rasulullah’dan başkasını örnek almak, ondan başkasına uymak/tabi olmak hakkına sahip değildir.

“De ki: “Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyun; Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.”

De ki: “Allah’a ve Resulüne itaat edin.” Eğer yüz çevirirlerse şüphesiz Allah, kâfirleri sevmez.” (Al-i İmran, 3/31–32)

Bu iki ayette dikkat çekilen iki husus vardır:

1- Peygamberlere itaat, Allah’a itaat ile birlikte emredilmiştir.

2- Allah’a itaat için herhangi bir kayıt getirilmediği gibi, peygambere itaat için de herhangi bir kayıt getirilmemiştir.

3- Allah’a ya da Peygambere itaatten yüz çevirmek yani reddetmek küfrü gerektiren bir ameldir.

O bakımdan Müslüman için, her alanda, Allah’ın emir ve hükümlerini uygulayarak Allah’a; Resulü’nün izinden giderek, O’nun sünnetini izleyerek de Peygambere mutlak bir itaat ve teslimiyetten başka bir seçenek yoktur. Müslüman için her hususta Allah’ın Peygamberini örnek almak, onun örnekliğini tartışmasız kabul etmek, fazilet kabilinden bir davranış değil, imani ve vazgeçilmez bir görev, bir sorumluluktur. Nitekim “And olsun, sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resulünde güzel bir örnek vardır” (Ahzab, 33/21) ayeti de bize bunu açıkça emretmektedir.

Benzeri bir başka ayette ise şöyle buyurulmaktadır; “…Onlar, Ümmi peygambere (Rasûl) uyanlardır. Yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılıdır ki O (peygamber) onlara marufu emrediyor, münkeri yasaklıyor, temiz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılıyor ve onların ağır yüklerini, sırtlarındaki zincirleri indiriyor. Ona inananlar, saygı gösterip düşmanlarına karşı yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nuru izleyenler, işte kurtuluşa erenler bunlardır.” (A’raf, 7/157)

Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber’e tabi olmak, hayatın her alanında onun rehberliğini kabul etmek, onun izinden ayrılmamak, bütün insanlara ve özellikle de müminlere yönelik bir emirdir. Ona itaat etmemeyi, O’nun getirmiş olduğu sünnetin dışına çıkmayı haklı ya da mazur gösterebilecek herhangi bir gerekçe ileri sürülemez. Esasen Kur’an-ı Kerim şimdiye kadar işaret ettiğimiz bütün ayetlerinde ve değinemediğimiz birçok emrinde, Hz. Peygamberi her durumda izlemeyi emrettiği gibi, özellikle şu emrinde gösterdiği yolun izlenmesinin de emredildiğini görmekteyiz. Çünkü diğer bütün yollar batıldır ve hepsinin ortak özelliği insanları haktan ayırıp hidayetten uzaklaştırmaktır.

“Bu benim dosdoğru olan yolumdur, şu halde ona uyun. Sizi O’nun yolundan ayıracak (başka) yollara uymayın. Bununla size tavsiye etti, umulur ki korkup-sakınırsınız.” (En’am, 6/153)

NEBEVİ METODUN GEREĞİNİ VURGULAYAN HADİS-İ ŞERİFLER

Peygamber Efendimizin Sünneti, insanlık tarihinde başka hiçbir kimseye nasip olmamış bir şekilde günümüze kadar aktarılmış, bu konuyla ilgili değişik alan ve ilimlere dair sayısız eserler yazılmıştır. Onun örnekliği kıyamete kadar gelecek bütün insanlar için gereken şekil ve muhtevasıyla, tazelik ve canlılığıyla, ilham kaynağı ve yol gösterici olmak özelliğiyle muhafaza edilebilmiştir. Zaten böyle olmasaydı, Kur’an’ın peygambere itaat etme emrini vermesi ve onun uyulmaya değer güzel örnek olarak sunulması bir anlam ifade etmezdi.

Hz Peygambere itaat etmeyi emreden ayetlerin yanında, hadis-i şerifler de bulunmaktadır. Nitekim Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır;

“Ben aranızda iki şey bıraktım. Onlara sarıldığınız sürece ebediyen sapmayacaksınız: Allah’ın kitabı ve Peygamber’in sünneti.” (Muvatta, Kader, nad. No:3)

Bu hadiste de belirtildiği gibi, bir insanın hidayetten ayrılmaması, ancak Kur’an ve Sünnet’e sarılmakla mümkündür. Kur’an ve Sünnet, bir Müslüman için iki temel kaynaktır. Bu iki kaynağın arasında bir çelişki, bir tenakuz olmadığı gibi, Hz. Peygamber (as)’ın bütün yaptıkları ve uygulamaları da, Kur’an’a hiçbir şekilde ters düşmezdi. Hz. Peygamber’in Sünneti, kıyamete kadar gelecek bütün insanların problemlerine cevap verebilecek bir seviye ve yeterliktedir (Nisa, 4/59). İşte bundan dolayı Hz. Peygamber’in kıyamete kadar gelecek bütün Müslümanlara, her alanda ve bu arada İslam’ı hâkim kılmak sürecinde izlenmesi gereken yol da dâhil olmak üzere şu değişmez ve nihai emrini açıkça verdiğini görüyoruz:

“Size Allah’tan korkmanızı, Habeşli bir köle dahi olsa (başınızdakini) dinleyip (ona) itaat etmenizi emrediyorum. Benden sonra aranızdan hayatta kalacak olanlar çokça ayrılıklar görecektir. Size benim sünnetime ve benden sonra doğruya iletilen Raşid halifelerin uygulamalarına bağlı kalmanızı emrediyorum. Buna sımsıkı sarılın ve (adeta) azı dişlerinizle kavrayın. Sonradan çıkan (dinde olmayan uydurma) şeylerden de çokça sakının. Çünkü sonradan çıkartılan her bir şey bid’attır. Her Bid’at dalalettir.” (Eb Davud, Süne 5; Ayrıca bkz: Tirmizi, İlim, 16)

Hz. Peygamber’in uygulamalarını ashab-ı kiram aynı şekilde değerlendiriyor ve en basit gibi görülebilecek herhangi bir hususta bile ona uymayı, onun gibi hareket etmeyi ihmal etmiyorlardı. İşte Hz. Ömer (ra), Kâbe’nin etrafında tavaf sırasında Hacer-i Esved’i öpüyor ve büyük bir gerçeği, daha doğrusu gerçekleri şu çarpıcı ifadeleriyle dile getiriyordu:

“Allah’a yemin ederim, senin faydası da olmayan, zarar da vermeyen bir taş olduğunu biliyorum. Eğer ben Rasulullah’ı seni öperken görmeseydim, ben de öpmezdim.”

Hz. Ömer bu sözleriyle hem İslam’ın nelere karşı tazim gösterebileceğini açıklamış olduğunu ve bunlar arasında bu gibi yaratıkların bulunmadığını ifade etmekte: hem de Rasulullah’ın uygulamasını, Sünnetinin bizim kişisel anlayış ve yaklaşımlarımızın çok üstünde ve bağlayıcılık ifade ettiğini ortaya koymaktadır.

Hz. MUHAMMED (AS) MÜŞRİKLERLE ASLA UZLAŞMAMIŞTIR?

Son Peygamber dâhil Kur’an’da zikri geçen diğer bütün peygamberler, bütün zorluklara, kendilerine yönelik saldırılara ve işkencelere rağmen, hiçbirisi hiç bir zaman İslâm’ın ilkelerini pazarlık konusu yapmamış, müşriklerle uzlaşmaya yanaşmamıştır. Bu konuda en ayrıntılı örneği son peygamber Hz. Muhammed (as)’ın hayatında görmek mümkündür. Mekke’de zulmün, vahşet ve işkencelerin tarihe kara bir leke olarak geçtiği o karanlık dönemde, hem kendisine, hem de mü’minlere insanlık dışı baskı ve işkence yapılırken, işkenceleri durdurmak ya da biraz olsun hafifletmek için bile tevhidden ve ilkelerinden en küçük bir taviz dahi vermemiştir. Mekke’nin müşrik önderlerine, müstekbirleşen yöneticilerine, zenginlikle şımaran siyasi zorbalara karşı iletilmesi gereken ilahi mesajı gizlemeye, çarpıtmaya yeltenmemiş, putları ve putçuları övecek tavır kesinlikle sergilememiştir. Kendisinin ve mü’minlerin hayatı pahasına, işkencelere, boykotlara rağmen, kimseden çekinmeden, sözlerini eğmeden, bükmeden, müşrik önderlerin hoşuna gitmese de Kur’an’ı ve Allah’ın hükümlerini, açık ve net bir şekilde insanlara tebliğ etmiştir.

Tevhidi tebliğin önderi Hz. Peygamber (as), ihtiyacı olduğu zamanlarda da müşriklerden yardım kabul etmemiştir. Hz. Peygamber (as), “Bedir’e doğru giderken cesareti ve kahramanlığıyla ün yapmış bir müşrik Rasulullah’ın yanına geldi ve “Sana tabi olmak ve seninle birlikte yara almak istiyorum” dedi. Rasulullah ise: “Allah’a ve Resulüne inanıyor musun?” diye sorunca yardıma gelen müşrik: “Hayır” cevabını verdi. Bunun üzerine yüce Rasulullah: “Öyleyse geri dön. Ben bir müşrikten yardım almam” diye buyurdu. Bu müşrikin yardıma gelmesi ilk anda Ashab arasında sevinç yaratmıştı oysa. Hadisi rivayet eden Hz. Aişe (R.Anha) daha sonraları şunları anlatıyor: Adam gitti, bir ağacın yanına vardığımızda yine geldi ve aynı teklifi yaptı; Rasulullah da aynı cevabı verdi. Rasulullah, Beyda taraflarına varınca yine geldi ve yine aynı cevabı alınca bu sefer “Evet, inanıyorum” cevabını verdi. Bunun üzerine Rasulullah: “O halde yürü” diye buyurdu.[4]

Bu olaydan da anlaşılan odur ki, Bedir’e çıkmakta olan Rasulullah çevresinde kahramanlığı ve cesaretiyle ün yapmış bir müşrikin yardım teklifini “Allah’a ve Resulüne iman etmediği” için kabul etmiyor. Hâlbuki Ashab moral yönü ile bu yardım teklifini olumlu karşılamışlardı. Ancak peygamber neyin uğrunda savaştığını şüphesiz Ashab’tan da iyi bilmektedir. Böyle kritik bir dönemde Müslümanlarla müşrikler arasında bir takım dostluklar, yardımlaşmalar kurulursa bu tevhidin insan hayatındaki kurumlaşma mücadelesine ilerde köstek teşkil edecek, savaşta kurulan ittifaklar giderek duygusal yakınlaşmalara, düşünce beraberliklerine ve hatta pratik uzlaşmalara da yol açacaktır. Oysa İslam’ın yeryüzüne kavgasını vermenin asıl amacı, şirki, düşünce ve kurumlarıyla tamamen söküp atmaktadır. Bunun için de kesin ve açık bir tavır gereklidir. Şartlar ne olursa olsun müşriklerle kurulacak bir ittifak, dinin pratikte gerçekleştirmek istediği hedeflerle bağdaşmamaktadır.

Bu ve benzeri diğer olaylar da bize göstermektedir ki, İslami mücadele sürecinde müşriklerle her türlü ittifakın Rasulullahca uygun görülmediği, bundan şiddetle kaçındığı gerçeğinin böylesine açık naslarla belgelenmiş olmasıdır. Kaldı ki Rasulullah bir başka Hadis-i Şerifi’nde açıkça “Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız” diye emretmiştir. (Nesai, K. 48, B. 52)

Yukarıdan beri anlatılanlardan da anlaşılacağı üzere, son Peygamber (as) dâhil hiçbir peygamber’in tevhid mücadelesinde, kendi çağının müşrik önderleriyle uzlaştığına dair hiçbir emare bulunmamaktadır. Tersine, uzlaşmama noktasında, hem İlahi vahiyde, hem de peygamberlerin uygulamalarında kesin talimatlar ve uygulamalar vardır. Bu da bize gösteriyor ki, Tevhid ile şirkin, küfür ile imanın, mü’min ile kâfirin, muvahhid ile müşrikin, uzlaşı içerisinde bir arada yaşaması asla söz konusu değildir. Bu, konjonktürel ya da içtihadla değiştirilebilecek bir durum da değildir. Çünkü İslam’da, tevhid ile şirk arasında uzlaşma veya orta çözüm yoktur. Ancak, Hak veya batıl, hayır veya şer, doğru veya yanlış, hidayet veya dalalet, nur veya karanlık, adalet veya zulüm birbirinden ayrı ve birbirine zıt olarak varlıklarını sürdürebilirler.

Peygamberler ve onların verdikleri mücadeleler bizlere örnek olduğuna göre, (Ahzab, 33/21; Mümtehine, 60/4) bizler de, İslam’ı hayata hâkim kılma mücadele şeklini ve yöntemini, bu örneklikler doğrultusunda yeniden gözden geçirmemiz gerekmektedir. İslam’ın egemen olmadığı sistemlerde yaşayan Müslümanların, tevhidi tebliğin önderlerinin bu örnekliklerini dikkate almadan, konjonktürel ya da içtihadi bir takım yöntemler belirlemeleri elbette İslami olmayacaktır. Bu nedenle Mücadele şeklimizi bu çerçevede yeniden dizayn etmek ve konumumuzu da buna göre yeniden tanzim etmek durumundayız.

Netice olarak, son Peygamber Hz. Muhammed (as)’ın tevhid mücadelesi tercihimize bırakılmış, uysak da olur uymasak da olur türünde bir örneklik değildir; tersine mutlaka uymamız gereken bir örnekliktir. Dolayısıyla son aylarda yoğun olarak gündemimizi meşgul eden partisel/demokratik mücadele ve müşriklerle ya da şirk sistemleriyle ilişkilerimizi de, bu örneklik çerçevesinde yeniden gözden geçirmek gerektiği kanaatindeyiz.

İSLAM’DA HÜKÜM DE, HAKİMİYET DE ALLAH’INDIR!..

Kanun ya da hüküm koyma hakkı kime ait bir haktır; halka, yani halkın temsilcilerinin oluşturduğu parlamentolara mı, yoksa Allah’a mı ait olmalıdır? İşte beşeri sistemlerle, ilahi vahyi esas olan İslami sistem arasındaki temel fark buradan kaynaklanmaktadır. Bu farkın giderilmesi ya da arada bir noktada uzlaşılması da mümkün değildir. Çünkü hüküm ve hâkimiyet, Rabb’lıkla ve ilah’lıkla ilgili bir konudur. Yani kim hüküm koyuyor ve hâkimiyet hakkını da kendisine ait olduğunu söylüyorsa, o ilah’lık ve Rabb’lık iddiasında bulunuyor demektir. Kur’an-ı Kerim’de, İslami ve cahili olmak üzere iki tür hâkimiyetin olduğundan bahsedilir. Nitekim bir ayette: “Onlar hala cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü, Allah’tan daha güzel olan kimdir? (Maide, 5/50) buyurulmak suretiyle, hüküm hakkının sadece Allah’a ait olduğu belirtilmektedir. Bir kişi, ya Allah’ın hükmünü ya da cahiliyenin hükmünü kabul eder; tercih kendisine aittir. Ancak ben Müslüman’ım diyen bir kimsenin, Allah’ın hükmünden başka bir hükmü tercih etme hakkı yoktur.

Hüküm Allah’ındır; İslam’a göre şekillenmiş ve her türlü değer yargısını İslam’a göre belirlemiş olan bir toplum, bu hükümden başka bir hüküm asla kabul edemez. Çünkü hüküm koymak, Allah’a has bir yetkidir. Başkalarının bu konuda herhangi bir ortaklığı ve yetkisi yoktur. Hiçbir kimsenin Allah ile birlikte hüküm koyması da mümkün değildir. O, hükmüne hiçbir kimseyi asla ortak etmez. Nitekim bir ayette; “Kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz” (Kehf, 18/26) buyurulmaktadır. İslam’da Hâkimiyet de kayıtsız şartsız yalnızca Allah’a aittir. Bu, İslam akidesinin temel bir gereği ve sonucudur.

Hiç kimse, Allah’a ve Resulüne rağmen hüküm koyamaz. Allah ve Resulü herhangi bir konuda hüküm vermiş ise, kadın ve erkek hiçbir mü’minin o konuda başka bir hükmü tercih etme hakkı da yoktur. (Ahzab, 33/36) İhtilaflarda çözüm için başvurulacak yegâne mercii de, yine Allah ve Resulüdür. (Nisa, 4/59) Bu ihtilaflarda Resulün verdiği bir hükme, içlerinde herhangi bir sıkıntı duymaksızın ve tam bir teslimiyetle, teslim olunmadığı takdirde, iman etmiş de olunmaz. (Nisa, 4/65) Allah’u Teâlâ bir ayette –ve benzeri diğer ayetlerde- bütün kapsamı ve boyutlarıyla hâkimiyetin yalnızca kendisine ait olduğunu dile getirmektedir. “Hüküm yalnız Allah’ındır. O kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.” (Yusuf, 12/40) Bir başka ayet-i kerimede de Allah’ın izin vermediği konularda kanun koymanın şirk ve bu şekilde kanun yapanların bu yetkilerini kabul edip karşı çıkmamanın da onları Allah’a ortak kabul etmek olarak vurgulandığını görmekteyiz. (Şura, 42/21)

İslam, hayatı çepeçevre kuşatan bir dindir. Hiçbir şey boşuna yaratılmamış (Sad, 38/27; Mu’minun, 23/115) ve başıboş da bırakılmamıştır.( Kıyame, 75/36) Hayatın her alanını düzenleyen ya bir ayet, ya bir hadis ya da ayet ve hadise uygun bir içtihadi hüküm söz konusudur. Bilindiği gibi, içtihad, hakkında nas (Ayet ve Hadis) bulunmayan konularda yapılır. İçtihad, keyfi olarak, kendi heva ve hevesine göre yapılmaz. Dolayısıyla, yapılan içtihad mutlaka ayet ve hadisin ruhuna uygun olmalı ve ters olmamalıdır. Hiç kimse, Allah’a rağmen, kendi heva ve hevesinde kanun koyma hak ve yetkisine sahip değildir. Çünkü kanun koymak ve hâkimiyet sahibi olmak ulûhiyetle ilgilidir. Allah’a rağmen kanun koymaya kalkışanlar ilahlığa soyunmuş demektirler, ama sahte ilahlığa! Ben Müslüman’ım diyen bir kimsenin Allah’a rağmen kanun koymaya kalkışması mümkün olmadığı gibi, böyle yapanlarla birlikte olması, onları kabul etmesi ve desteklemesi de söz konusu olamaz. Çünkü böyle yapmanın şirk olacağını, şirkin de, sahibini cehenneme götüreceğini bilir.

Partisel çalışmanın ya da demokratik mücadelenin Müslümanların önünü açacağı, İslami çalışmalar için uygun bir zemin hazırlayacağı tarzındaki düşünceleri, Kur’an’da kıssaları anlatılan hiçbir Peygamberin verdiği tevhidi mücadeleyle bağdaştırmak asla mümkün değildir. 950 senelik tevhid mücadelesinde Hz. Nuh (as), ateşe atılmasına rağmen Hz. İbrahim (as) ve işkence, baskı ve boykota rağmen Hz. Muhammed (as) dâhil, hiçbir peygamber, içinde yaşadıkları şirk sistemlerini, kendilerine ya da birlikte oldukları mü’minlere yönelik zulmünü kısmen de olsa durdurmak ya da geriletmek için, içinde yaşadıkları şirk sistemleriyle bu anlamda bir ilişkiye girmeyi asla denememişlerdir. Her peygamber ve beraberindeki bir avuç Müslüman, bizimle mukayese bile edilemeyecek derecede çok daha zor şartlarda, büyük kuşatılmışlıklar ve işkenceler altında oldukları halde, tağuti sistemle uzlaşmadıkları gibi, bir takım haklar elde etmek için de sistemde kısmi değişikliğin peşinde de olmamışlardır.

Son Peygamber, kendisine iman eden mü’minler, bir taraftan işkenceden geçirilirken, kimileri de işkenceler altında şehit edilirken bile kendisine yapılan devlet başkanlığı teklifi dâhil, mücadelesini kolaylaştırıcı; işkence ve zulümleri hafifletici hiçbir teklifi kabule yanaşmamış ve bütün teklifleri ‘bir elime ayı, bir elime de güneşi verseler dahi’ diyerek elinin tersiyle reddetmiştir. “Sizin dininiz size benim dinim bana” (Kâfirun, 109/5) ayeti, biraz sizden, biraz bizden türü uzlaşma tekliflerine bütünüyle kapıların kapatıldığını bize göstermektedir. Kur’an-ı Kerim, son peygamber dâhil, hiçbir peygamberin, kendilerine ve beraberindeki mü’minlere yönelik zulüm ve işkenceleri geriletmek için, tağuti sistemlerle uzlaşmaya çalıştığını bize göstermemektedir. Tevhid mücadelesinde, bu, değişmez bir metoddur; zaten nebevi metod da budur. Akli ve içtihadi yorumlarla, hiç kimse, bu metodu değiştirmeye kalkmamalıdır. Partisel ya da demokratik mücadeleyi de bu çerçevede değerlendirmek gerekmektedir. Bir Müslüman halkın iradesinin ilahlaştırıldığı partisel ya da demokratik bir yöntemi, -velev ki İslami mücadele için uygun bir zemin oluşturacak dahi olsa- asla kabul edemez. Çünkü demokrasi beşer aklının ürünü bir din iken, İslam ise, Allah’ın bizler için uygun gördüğü/seçtiği bir dindir.

 

 

 

[1] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan yayınları, 1986, İstanbul s.536

[2] Dini Kavramlar Sözlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Yeni Şafak Kültür Armağanı, İstanbul, 2009, s.284

[3] Hz. Muhammed (s.a.s), Hz. Muâz’a Yemen’de ne ile hükmedeceğini sormuş; Muaz (ra), “Allah’ın Kitabı ile” cevabını vermiştir. Hz. Peygamber (s.a.s) “Allah’ın Kitabında bir hüküm bulamazsan?” buyurunca; “Rasulünün sünnetiyle” demiştir. “Onda da bulamazsan” sorusuna ise Muaz, “Reyimle ictihad ederim” cevabını vermiştir.

[4] http://www.diyanetkayseriegitim.gov.tr/KutubuSitte7300/gazveler.htm

GRUBA KATIL