Bir Kavganın Anatomisi
Gündem İktibas

Bir Kavganın Anatomisi

Burak Ertürk

Yaşanılan ve göz önünde olan, son tahlilde sistem içi bir güç mücadelesi ve nüfuz yarışı olduğundan, mü’minlerin yekten saf tutması gereken bir meseleyle karşı karşıya değiliz. Üstad Bediüzzaman, yanılmıyorsam Emirdağ Lahikası’nda, güncel siyasî bir mesele olan ‘Boğazlar’ meselesinin seyrine kilitlenen, meseleyi hararetle basından takip eden bir talebesini, gündemin içinde boğulup gittiği için ikaz etmişti. Bugün de benzeri bir meseleye muhatabız. İnternet ve sosyal medya başında, ‘bugün kim ne demiş’ merakıyla, adeta bir maç izler gibi hadiseyi takip etmenin, şahsî kulluğumuza ne ölçüde katkısı olmuştur; yoksa süreç, ibadet hayatımızı, evrad-u ezkârımızı ikinci plâna iten sunî meşguliyetlere mi vücut vermiştir?

Tarafeyn açısından meseleye bakıldığında da, toplumda meydana gelen muhafazakâr etiketli sekülerleşme sürecinde her iki kesimin de etkin olduğu gerçeğiyle bizi yüzleştiren bir serüvenle karşılaşıyoruz. ‘Müslümanların güçlenmesi ve söz sahibi olması’ türü kalıpların yedeğinde, ehl-i dini sisteme entegre etme ameliyesinden, taraflardan hangisini büsbütün muaf tutabiliriz? Yıllardır, İslâmî hedeflere gayr-ı İslâmî yollarla ulaşılamayacağını; konjonktürel avantajlarına aldanıp, İslâm dışı düşünme ve hareket metodlarını, İslâm’a hizmete vesile kılma teşebbüsündeki fikrî ve zihnî algı arızasını gündeme getirmeye çalışıyoruz. “Güçlenelim de, her ne yolla olursa olsun!”; “Hele bir masaya oturalım!”; “Köprüyü geçene kadar farklı davranalım” türü ‘uyanık’ stratejilerin zahiren sonuç verici görünse de, son tahlilde bizi içten içe dönüştürdüğünü, yola çıkarken önümüze koyduğumuz samimi hedeflerden uzaklaştırdığını; bu ölçüde ilkelerden soyutlanmış bir büyüme söyleminin bizatihi ‘rantla’ ve elde edilen imkânlarla imtihan olmayı beraberinde getirdiğini dillendirmeye gayret ediyoruz. Ama olmuyor! Hemen “Ne yani Müslümanlar pasif mi kalsın; ikinci sınıf mı olsun!?” türü kontra sorulara muhatap oluyoruz! Bu gayr-ı İslâmî yollara mahkûm olduğumuz konusunda hiçbir şüphe taşımayanlar, bizi geçmişe takılıp kalmakla, fitne çıkarmakla, iş yapmayıp laf üretmekle itham ediyorlar. Bunca güç mücadelesi sonucunda geldiğimiz nokta ise ortada! Birbirimizi yiyoruz; günahlarımızın, Allah’ın Din’i yerine başka beşerî akımlara omuz vermenin tokadına birlikte maruz kalıyoruz.

Soruyorum, güçlendikleri ve davalarına hizmet ettikleri konusunda hiçbir endişesi olmayan taraflara: Bu kadar zihnî ve bedenî konfora alıştırdığınız ve dünyevîleşmesine yol açtığınız bu kalabalıklar, bundan sonra hangi ulvî hedef için düzenlerini terk edip, türlü mahrumiyetleri kaçınılmaz kılan fedakârlıklar üstlenecekler? Bu kadar rahata ve sistemin nimetlerini tatmaya alıştıktan sonra bizi zora talip olmaya kim ikna edebilecek?

Cemaatler konusuna totalde baktığımızda ise oldukça faydalı sosyal ve dinî aktivite boyutlu hizmetlerin yanında, sistemle uzlaşı üzerine oturmuş ve çoğu zaman faydacı, oportünist yaklaşımlara yaslanan bir ilişkiler ağını da görmek durumunda kalıyoruz. Kurulu tezgâhlarımız var ve ‘çalıyı dolaşmayı’ bir strateji olarak benimsemiş durumdayız! Riske girmiyoruz, genel işleyişten değil, işleyişe ehl-i dinin vaziyet etmemesinden müştekî görünüyoruz. İslâm’ın sosyal ve siyasal tazammunlarını hayata taşıma gibi küllî projelerden ziyade, ‘etkinlik’ tadında, cemaatin adıyla irtibatlı organizasyon ve aktivitelerle meşgulüz. Kitabın ortasından konuşmuyoruz, dar kapıyı tercih etmiyoruz, tezgâhımızın çarklarının dönüşünün akamete uğramasından endişe ediyoruz. İslâm’ın hâkim renk değil de, renklerden bir renk olmasına odaklı hedeflere sahibiz! Bu manada sistemin önümüze açtığı alanda, müsaade edilen faaliyetlerle sınırlı bir çalışma sistematiğiyle yol alıyoruz. Tam da bu noktada ortalama cemaat tavrı bu iken, bu hususta iktidara nasıl kızalım!? Herkesin memnun olduğu Hak ve bâtıl karışığı bu akışın değişmesi yönünde cemaat yapıları bile somut bir proje üretmiyor, bırakın proje üretmeyi bu meseleyi gündeme bile getirmiyorsa, iktidar niye ucuz kahramanlığa soyunsun da taşın altına elini soksun!?

İki taraftan biri parti diğeri cemaatse, elbette bir siyasî oluşumda bozulma, rantla imtihanı kaybetme, olduğundan farklı görünme durumlarının olması, daha muhtemel ve anlaşılabilir (kabul edilebilir demiyorum) durumlardır. Çünkü güncel ve gayr-ı İslâmî politika, zaten yalanın tümden terk edilemediği bir zeminde cereyan etmektedir. Bu manada bir siyasî oluşumda bu tür inhirafların yaşanması çok görülmedik bir durum değildir; siyaset gömleğini giyenlerin bazı kirlere bulaşması, sık rastladığımız vak’alardandır. Bu realiteyi, durum tesbiti olarak kaydetmekte yarar var. Ancak cemaatler, işin doğası gereği daha samimi, dürüst, ihlaslı, hesapsız ve beklentisiz fertlerden teşekkül ettiği için bu dairede yalanın, entrikanın ve el altından iş çevirme çabasının olmaması beklenir. Zaten siyasetle, politik işleyişle arasına sözde değil özde mesafe koymuş yapılarda bu türden kaymalara ve dejenerasyonlara hemen hiç rastlanmıyor oluşu da bu çerçeveyi teyid eder mahiyettedir. Politik zemin o ölçüde kuşatıcı ve müessirdir ki, bu tür hesaplara –dine hizmet saikiyle de olsa- girmeye başladığınızda, en kötü ihtimalle boğazınıza kadar bu batağa girmeniz, en azından da, paçanıza kirin ve şaibenin bulaşması kaçınılmaz olmaktadır.

page_erdogan-gulen-tartismasinda-kavgada-bile-soylenmeyecek-sozler_667770667

Bu seküler hesaplaşmada, İslâm tarihinden bazı kesitlere gönderme yapılması, bazı önemli ve ulvî mü’min şahsiyetlerle duruşların refere edilmeye çalışılması ise, sözün tükenmeye yüz tuttuğu noktadır. Sıffinler, Cemeller, Hz. Yusuf ve Hz. Ali benzetmeleri havada uçuşmaktadır. Bu tür, İslâmî rengi bir hayli soluk kapışmalarda, tarafları veya duruşlarını İslâmî bazı referanslarla özdeşleştirmek, en hafifinden nâhoş bir istismar gibi gözüküyor.

    Hükümet, dershaneleri kapatma mevzuunda kamuoyunu ikna edici argümanlar ortaya koyamadı, mesele, dershane meselesinin bahane olarak kullanıldığı bir hesaplaşma olarak algılandı. Bu son yolsuzluk iddiasında da Başbakan, yolsuzluk iddiasını araştırma yönünde bir irade ortaya koysaydı, haklı olsa bile komplo söylemini bu iddianın araştırılmasının önüne geçirmeseydi, kanaatimce kendisi adına da siyaseten daha doğru bir hamle yapmış olacaktı. Başbakanın samimiyetinin, soruşturmanın üzerinin örtülmeye çalışıldığı yönündeki algıyı engellemesi zor görünüyor. Ayrıca, hem Başbakan’ın sözünü ettiği paralel devlet yapılanmasını deşifre/tasfiye edecek tedbirler almak, hem de ilgili yolsuzluk iddialarını sonuna kadar soruşturacak kanalları açık tutmak mümkün olduğu halde, meselenin sadece hükümete komplo boyutunun gündemde tutulması dikkat çekiyor. Çünkü komplo söylemiyle kapatılamayacak kuvvette delillerin olduğu bir durumla karşı karşıyayız.

Hocaefendi’nin ve cemaatin tavrının çok ciddi eleştirilmesi ve İslâmî camiada söylemlerinin mâkes bulmaması ise hem kendisinin hem de cemaatin, küllî, tüm Müslümanları ilgilendiren meselelerdeki önceki tavırlarıyla fazlasıyla ilişkilidir. Hocaefendi, nedense bu tür hadiselerde, hem itikadî görüş beyan etme noktasında, hem de duruş belirleme hususunda Müslümanların genel hissiyatından oldukça farklı ve tenkide medar bir tavır sergilemeyi tercih etti. Bugün cemaatin, ciddi bir iç taraftar desteğine rağmen dışarıdaki İslâmî kesimler nezdinde şiddetle eleştirilmesinin, bu tarihî seyirle ilgisi oldukça fazladır. “Ümmetin problemlerinde duyarsız davranıyor, kendi gruplarına ait meselelerde ise kıyameti koparıyorlar” algısını bir de bu arka plandan okumak gerekiyor. Ortadaki fizikî delillere rağmen, cemaatin tavrında sürekli bir bit yeniği aranması ve hükümetin öne çıkardığı komplo söyleminin belli ölçüde karşılık bulması da, cemaate dönük bir güven probleminin varlığına delâlet ediyor.

Hakkaniyet üzere gideceksek, bu iki yapının sosyal-siyasî zeminde ateşine odun atıp durdukları entegrasyon vetiresinin yol açtığı çözülmeleri görmeli, liberal-demokrat tezlere Müslümanları ve Müslümanlığımızı rabteden bu yapıları salt İslâmî mücadele yürüten aktörler olarak tanımlama yanlışına düşmemeliyiz. Bu, bu yarışta neden keskin bir taraftar olmamız gerekmediğini de âşikâr kılan bir tesbittir.  Biri zaten siyasî, öbürü de oldukça siyasîleşmiş bu yapılar, şüphesiz önemli hizmetlere imza atıyorlar ama İslâmî mücadelenin, bu ölçüde sistemle özdeşleşmiş bu tür yapılara ihale edilmesi yanlış olacaktır. İslâmî bilinç, Müslümanlığı, her yönüyle müslümanca bir hayatı merkeze almayan; Din’e, hayatın içinde diğer unsurlar kadar yer açılmasıyla iktifa eden bir algıyı kucaklamaz, kucaklamamalıdır. Ama yine hakkaniyet adına, iddialar doğruysa, devlet içinde paralel yapı oluşturma söylemine haklılık kazandıran oluşumlara itiraz etmeliyiz. Bunun gibi, bu tür yapılanmalar var diye, açığa çıkan yolsuzluk iddialarını hiç ciddiye almama veya sürekli komplo söylemini devrede tutarak, yolsuzluk iddialarının karşısına bu söylemi çıkarma çabasına da itirazımız olmalı. Tabi aynı itirazı, cemaat(ler)in siyasetle adı konulmamış bir içli-dışlılık taşımalarına da yöneltmek kaydıyla…

Görüyoruz ki, hakkaniyet ve adalet duygularımız iyice aşınmış, her şeyin birbirine karıştığı bir vasatta fanatizm iyiden iyiye boy vermiş. Hiçbirimizin masum olmadığı, temiz toplum nutukları atanların da sicillerinin çok temiz olmadığı bu kaos ortamında, bir tarafa mensup olan kişinin, karşı tarafı, haklı olduğunu bildiği noktada bile topa tutması, değerler noktasında ne ölçüde ciddi bir erozyon yaşadığımızın habercisi değil mi? Kaldı ki bu iki yapı, yakın bir zamana kadar omuz omuza bir görüntü vermiyorlar mıydı?

Bir tarafa gönül verenler, komplo söyleminin ardına saklanmış, çok ciddi iddiaları bu söylemle içeriksizleştirmeye çalışırken, diğer taraf ise bu tür alengirli işlere hiç bulaşmamışçasına ‘vurun abalıya’ mantığıyla hareket ediyor. Her konuda tarafımız nasıl haklı olabilir? Bırakalım meşreb-meslek taassubunu da hakikate odaklanalım. Burası, türlü kelime oyunları ve gösterişli beyanlarla birilerinin ikna edilebileceği bir yer olabilir ama bu işin bir de öte tarafının olduğunu nasıl da görmezden geliyoruz!? Hem bu ölçüde büyük bir kavganın ülkeye, Müslümanlara ve Müslümanlığımıza bir hayrı var mı? Suriye’de kardeşlerimiz katlediliyor, ülkemizde mülteci konumundaki yavrular soğuktan donarak ölüyor, bizler ise nüfuz sahamızı sağlamlaştırma derdindeyiz.

Denildiği gibi bir komplo varsa, birileri hükümete tuzak hazırlığındaysa, bu tuzağı bozmanın en etkili yolu, ortaya atılan yolsuzluk iddialarını kararlılıkla soruşturmaktır. Hükümete düşen ve kendisi için de avantajlı olan budur. Camia ise olanlardan ders çıkarmalı, siyaset ve politikanın samimiyetten uzak, yalan-dolana açık dehlizlerinin, sâfîyâne hizmete talip, cemaate mensup mü’minlerin en son uğrayacağı yerler olduğunu görerek, siyasetten imtina diskurunu söylemden eylem düzeyine taşımalıdır. Ayrıca sadece hükümet veya camia için değil, daha genel manada bir ‘güven’ problemimiz olduğunu da görmek mecburiyetindeyiz. İnsanlar artık piyasadaki alengirli, akçalı işlerin arkasından Müslüman kimlikli insanların çıkmasına şaşırmayacak hale gelmiştir. Ve bir mü’minin en son kaybedeceği haslet, itimat telkin etme hasletidir. Hep beraber kendi ayağımıza kurşun sıktığımızın farkında mıyız?

   Demokrasi, liberalizm, özgürlük gibi, bize kabul ettirilen değerleri sahiplendik; bütün iş ve stratejilerimiz uzunca bir süredir bu zemin üzerine oturuyor. Peki, İslâm’ın hayatın özüne dair taleplerini dışlayarak yürüdüğümüz bu ‘İslâmî yolun’ (!) bizi getirip bıraktığı nokta üzerinde ne zaman iyiden iyiye tefekkür edeceğiz?

 http://www.muratturker.net/bir-kavganin-anatomisi.htm

GRUBA KATIL