Siyonist İsrail, Filistin’de Asla Barış İstemez, Ali Kaçar*
Arşiv Duyurular Foto Galeri Genel Gündem Yazarlar

Siyonist İsrail, Filistin’de Asla Barış İstemez, Ali Kaçar*

Siyonist İsrail’in kurucu fikir babası Theodor Herzl’dir. Her ne kadar binlerce yıldır, Siyonist bir devletin kurulması bütün Yahudilerin rüyalarını süslese de, bu konuda ilk ciddi adım Siyonist Theodor Herzl tarafından atılmıştır. Theodor Herzl bu amaçla, 1897 yılında, İsviçre’nin Basel kentinde Siyonist kongreyi toplayarak Dünya Siyonist Teşkilatı’nı kurmuştur. Ayrıca bu kongrede “Ben bugün burada Yahudi Devleti’ni kurdum, ancak bunu yüksek sesle söylersem bütün dünya güler. Fakat beş sene içinde ya da elli sene sonra bunu herkes böyle bilecektir” diyerek hayalini açıklamıştır. Theodor Herzl, Yahudilere, Filistin’de toprak satın almak için birçok yol denemiştir. Bu yollardan birisi danışmanı Kont Nevlinski’yi 19 Temmuz 1896’da Sultan II. Abdülhamid’e göndererek Filistin’de toprak karşılığında Osmanlı’nın borçlarını ödeme teklifini iletmiştir. Avrupalı zengin Yahudiler 20 milyon sterlin ya da altın olarak tahmin ettikleri Osmanlı’nın dış borcunu ödeyecekler, buna karşılık Filistin topraklarından kendilerine bir yurtluk yer verilecekti.
Sultan Abdülhamid, Teodor Herzl’in teklifini şiddetle reddederek Nevlinski’e Herzl’e iletmesi için şu cevabı vermiştir: ‘Ben bir karış dahi olsa toprak satmam, zira bu vatan bana değil, milletime aittir. Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz. Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer Plevne’de şehit düşmüşlerdir. Bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanlarında kalmışlardır. T ürk imparatorluğu bana ait değildir, Türk milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını vermem. Bırakalım, Museviler milyonlarını saklasınlar, benim imparatorluğum parçalandığı zaman onlar, Filistin’i hiç karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim cesetlerimiz taksim edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsaade edemem.’
Teodor Herzl, bu amaçla Sultan Abdülhamid ile 17 Mayıs 1901 tarihinde benzer tekliflerle kendisi de görüşmüştür. Bu görüşmede de Sultan Abdülhamid yapılan teklifi kesin bir dille reddetmiştir. Aslında teklif oldukça cazipti, çünkü Osmanlı Devleti moratoryum ilan etmişti, mali açıdan çok zor durumdadır, Abdülhamid bu durumu şu sözleri ile açıklamıştır: “Kudüs taraflarından toprak satın alarak her taraftan Yahudileri oraya iskan istediler. Adeta orada bir memleket tahsis etmek isterler. Teklifleri de devletin Düyun-u Umumiyesini kâmilen deruhte etmek idi. Güzel bir şey. Zira Düyun-u Umumiye bir gün gelip de borçlarımızı ödemez isek, devletin maliyesini murakabeye almak gibi bir tehlike mevcuttur.” Herzl, II. Abdülhamid ile ikinci görüşmesini 4 Temmuz 1902 tarihinde yapar ancak istekleri yine reddedilmiştir.
Siyonistler, bu taleplerinden vazgeçmeyerek Tahsin Paşa kanalıyla benzer yeni tekliflerle Abdülhamid’e başvurmuşlardı. Dr. Theodor Herzl, Sultan İkinci Abdülhamid Han’a, Tahsin Paşa kanalıyla yeni teklifler sunmuştu:
1. Yahudiler, Osmanlı Devletinin bütün borçlarını ödeyecekler.
2. Osmanlı Devletine büyük malî yardımda bulunacaklar.
3. Sultan Abdülhamid Han’ın siyasetini Avrupa’da destekleyecekler.
4. Yahudiler, Osmanlı Devletinde inşa edilecek savaş üslerinin parasını ödeyecekler.
5. Sultan Abdülhamid Han’a şahsı için büyük servet verecekler.
6. Filistin’de kurulacak büyük üniversitede aynı zamanda Türk talebeleri de okuyacak. Tahsil için Avrupa’ya gitmeye lüzum kalmayacak.
Tahsin Paşa’nın hatıralarına göre, Sultan Abdülhamid Han, bu teklifler karşısında çok hiddetlenmiş ve yüksek sesle bağırarak: “Dünyanın bütün devletleri ayağıma gelse ve bütün hazinelerini kucağıma dökseler, size Siyonistlik adına bir karış yer vermem. Ecdadımızın ve milletimizin kanıyla elde edilen bir vatan, para ile satılamaz. Derhal burayı terk edin. Defolun!” demiştir.
Parayla toprak satın alma girişimleri, Abdülhamid’in kararlı tutumuyla sonuçsuz kalınca, Siyonist hareket, Osmanlı’yı yıkmak için yoğun bir faaliyet başlatmıştır. Herzl, bu durumu kendi sözleriyle şöyle açıklamıştır:
“Siyonizm’in amaçlarına ulaşabilmesi için Osmanlı’nın dağılmasını beklemeliyiz.”
Tabii bu son derece ‘aktif’ bir bekleyiş olmuştur. Siyonistler, İsrail Devleti’ne izin vermeyen Abdülhamid’i kesin olarak saf dışı bırakmaya karar vermişlerdi. Dolayısıyla Abdülhamid karşıtı, bir iç muhalefet grubuyla iş birliği yapmak gerekiyordu. Yahudi liderler bu noktadan hareketle, Jön Türklerle iş birliği yapmaya karar vermişlerdi. Siyonist lider Theodor Herzl bu tarihi kararı şöyle dile getirmişti:
“Bir tek plan aklıma geliyor. Sultana karşı kampanya açmalı, bu iş için de sürgün edilmiş prensler ve Jön Türklerle temas kurmalı.”
Siyonistler, İttihat ve Terakki ve diğer karanlık güçlerle el ele vererek 1908’de ikinci Meşrutiyet’i ilan ettirmişler ve 31 Mart vak’ası ile de İkinci Abdülhamid Han’ın hal’edilmesinin (tahttan indirilmesi) zeminini oluşturmuşlardır. Ve nitekim çok geçmeden 31 Mart vak’asıyla hiç ilgisi olmayan Sultan Abdülhamid 27 Nisan 1909’da tahttan indirilmiştir.
Abdülhamid’in tahttan indirilmiş olması Siyonistlerin Filistin topraklarında bir devlet kurulmasının da yolları açılmış oldu. Nitekim çok geçmeden İngiltere Dışişleri Bakanı’nın ismiyle anılan ve ilk olarak Siyonistlere toprak, daha doğrusu devlet kurma imkânı veren Balfour Deklarasyonu 1917’de yayınlanmıştır.
Zaten 1916’da imzalanan Sykes-Picot antlaşmasıyla Osmanlı sonrası Ortadoğu, dönemin süper ülkeleri arasında paylaşılmış ve bu paylaşıma uygun devletçikler de kurulmaya başlanmıştı. Bölge halkları, Ortadoğu’nun bu şekilde parçalanmasını ve Filistin topraklarında bir Siyonist devletin kurulmasını engellemek için halk direnişleri başlatmıştı. Bu direnişlerin en önemlisi İzzeddin el-Kassam’ın başlattığı direniş idi. Suriye’de başlayan ve Filistin’de devam eden İzzeddin el-Kassam’ın mücadelesi takdire şayan bir mücadele idi. Siyonistlere ve işgalci İngiliz güçlerine ağır kayıplar verdiren İzzeddin El Kassam, Cenin yakınlarında bir dağda gençlere silahlı eğitim verirken, karadan 500 tam donanımlı ve havadan da uçaklarla etrafı işgalci İngiliz güçlerince sarılmış ve öğleye kadar devam eden yoğun çatışma sonucunda üç arkadaşı ile birlikte 19 Kasım 1935’de şehid düşmüştür. Filistin’de verilen İslami mücadele İzzeddin El Kassam’ın şehadetiyle daha da şiddetlenmiştir. Mısır İhvan-ı Müslimin lideri Hasan el-Benna tarafından gönderilen mücahidler, Filistin’deki İslami mücadeleye güç ve moral takviyesinde bulunmuşlardır. Bugün, Filistin’deki İslami mücadeleyi omuzlayan Hamas, o dönemlerde Hasan el-Benna’nın gönderdiği mücahidlerin gösterdikleri çabanın bir ürünüdür.
Ancak bir taraftan da İngiliz emperyalistlerinin desteğiyle, dış ülkelerden çeşitli vaatlerle getirtilen Yahudiler yavaş yavaş bu kutsal topraklara yerleştirilmeye çalışılmaktaydı. Henüz daha Siyonist terör devleti kurulmadan 1930’lu yılların ikinci yarısında emperyal işgalci İngiltere’nin destek ve işbirliğiyle kurdukları Irgun, Haganah, Levi, Stern gibi Siyonist terörist örgütler kanalıyla Kral Davut (22 Temmuz 1946), Semiramis Oteli (5 Ocak 1948), Deir Yasin (9 Nisan 1948) ve daha birçok katliamı gerçekleştirmiştir.
Nihayet 29 Kasım 1947’de dönemin iki süper emperyal ülkesi olan İngiltere ve ABD’nin baskısıyla BM’in aldığı 181 sayılı kararla, Filistin’in yüzde 56.47’sini Siyonist Yahudi devletine, yüzde 43.53’ünü ise Arap devletine bırakılmasının kararlaştırılmış olması, Siyonist devletin kurulması için atılacak ilk adımı teşkil etmiştir. Araplar, bu kararı reddetmişlerse de, Siyonist terör devletinin kuruluşu, BM’nin bu kararı gereğince 14 Mayıs 1948’de resmen ilan edilmiştir. Böylece, Siyonistlerin ‘halksız topraklara, topraksız halk’ın yerleştirilmesi hayali de fiiliyata geçirilmiş oldu. Siyonist İsrail’in bu topraklarda kuruluşu, felaketlerin bitmesini değil, artarak devam etmesine neden olmuştur. Nitekim 14-15 Mayıs 1948 gecesi birinci Arap-Siyonist İsrail arasında meydana gelen savaşta, işbirlikçi Arap yönetimlerinin basiretsizliği ve emperyal devletlerin Siyonistlere yardım ve desteği neticesinde, Araplar yenilmiş ve Siyonist İsrail işgal ettiği topraklara yenilerini ilave ederek Filistin topraklarının %78’ine sahip olmuştur. Bu topraklarda yaşayan milyonlarca Filistinli ise, mülteci konumuna düş(ürül)müştür. BM, Aralık 1948’de, isteyen mültecilerin evlerine dönmelerine izin verilmesine ilişkin aldığı 194 sayılı karar da, ne o yıllarda, ne de daha sonraki yıllarda Siyonistler tarafından uygulanmıştır.
5 Haziran 1967’de 6 gün savaşıyla Siyonist İsrail, daha önce işgal ettiği topraklara ilave olarak Sina Yarımadası ve Gazze’yi Mısır’dan, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü Ürdün’den, Golan Tepeleri’ni ise Suriye’den alarak Filistin topraklarının tamamını işgal etmiştir. Bu işgalden sonra 22 Kasım 1967’de BM 242 sayılı kararla, Siyonist İsrail’in 1967’den sonra işgal ettiği topraklardan hemen çekilmesi kararlaştırmışsa da, bu karar da, tıpkı, 194 sayılı karar gibi, BM tarafından uygulatılamamıştır. Sadece bu kararlar değil, daha sonraki yıllarda Siyonist İsrail aleyhine alınan 100 civarında karar da, Siyonist İsrail tarafından uygulanmamış, BM de uygulatmak için uluslararası bir güç oluştur(a)mamıştır.
Arap ülkeleri ile Siyonistler ve onların destekçisi Batılı ülkeler arasında ilki 15 Mayıs 1948 olmak üzere, 29 Ekim 1956’da (Süveyş Savaşı), 5 Haziran 1967’de (Altı Gün Savaşı) ve 6 Ekim 1973’de olmak üzere 4 büyük savaş yapılmıştır. Yapılan bu savaşların hepsinde de Batılı emperyalist ülkelerin de desteğiyle Siyonistler işgal ettikleri toprakları her defasında biraz daha genişletmişlerdir. Batılı emperyalist ülkelerin –önce İngiltere’nin sonraları da İngiltere ile birlikte ABD’nin- yardımı olmadan Siyonistlerin, bırakın bu savaşlardan zaferle çıkmasını, sadece Filistin halkı karşısında bile bu kutsal topraklarda tutunabilmesi mümkün olmayacaktı.

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER (BM), TETİKÇİ BİR KURULUŞTUR!.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya –özellikle de Ortadoğu-, dönemin emperyal ülkelerinin menfaatlerine uygun olarak yeniden şekillenmişti. Bu şekillenmeye yasal bir statü kazandırılması için de 1919’de Cemiyet-i Akvam ya da bilinen diğer ismiyle Milletler Cemiyeti kurulmuştu. Bu örgütün, dünya barışının korunması amacıyla kurulduğu söylense de bununla bir ilgisi yoktu. Çünkü bu örgütün kuruluş amacı, savaşlar esnasında ya da sonrasında emperyal ülkeler tarafından işgal edilen yerlere yasal bir kılıf bulmak, işgal ve istilaları meşrulaştırmaktı. Ayrıca Ortadoğu’da, bugün halen devam eden sınır anlaşmazlıkları, etnik ve mezhep savaşları, onlarca yeni devletçiğin kurulması İngiltere’nin dikte ettirmesi ile bu Cemiyet tarafından kabul edilerek yasal bir çerçeveye kavuşturulmuştu. Çünkü İkinci Dünya Savaşı’na kadar hem Cemiyet-i Akvam’ın, hem de dünyanın egemen süper gücü İngiltere idi!. Dolayısıyla ne Cemiyet-i Akvam, ne de Cemiyet-i Akvam’ın ömrünü tamamlayıp yerine yeni kurulan ve halen devam etmekte olan Birleşmiş Milletler (BM), dünya kamuoyuna deklare edilen amaçlarına uygun faaliyet gösterebilmişti. Ne yazık ki, bu iki kuruluş da emperyalist işgalci ülkelerin güdümünde emperyalistlerin sömürü ve işgal alanlarını genişletmede birer araç olarak kullanılmıştır. Bu dönemde ülke işgalleri, iç savaşlar, iç kargaşalıklar, darbeler, halk isyanları, rejim değişiklikleri, kadife devrimleri birbirini izlemiştir.
26 Haziran 1945’de kurulan Birleşmiş Milletler (BM)’de 5 üyeye (SSCB, ABD, Fransa, İngiltere ve Çin’e) daimi üyelik statüsünün yanında, veto yetkisi de verilmiştir. Bu ülkelerden biri, bu yetkisini yani veto hakkını kullandığı zaman BM’de karar alınamamaktadır. Bu durum ise, bu 5 ülkenin, kendi emperyal amaçlarını gerçekleştirmek için BM ve benzeri kuruluşları paravan birer kuruluş olarak kullanmalarına neden olmaktadır. Böyle bir örgütten ezilmişlerin, güçsüzlerin, yoksulların ve mazlumların lehine ya da müstekbirlerin, zalimlerin, emperyal güçlerin, haramzadelerin aleyhine adaletin tecelli edebileceğini beklemek mümkün müdür? Çeçenistan’da bir halk jenosidle/soykırımla yok edilmiş, Filistin’de 1948’den bu yana çoluk çocuğu ile kadın erkeği ile bir halk yok edilmekte, Irak’ta, Afganistan’da ve diğer birçok coğrafyada masum halka yönelik işkenceler, tecavüzler ve katliamlar yapılmaktadır. BM’nin kuruluş amacına ve ilkelerine birer saldırı olan bu uygulamalar karşısında BM’de ses seda yok! Hatta BM, çoğunlukla tecavüzcülerin, işkencecilerin, işgalcilerin işlerini kolaylaştırıcı anlamda, yapılıp edilenlere meşruiyet kılıfı hazırlamaktadır. Dolayısıyla BM ve benzeri kurum ve kuruluşların varlığı, emperyalist ülkelerin işini kolaylaştırmaktadır.
Emperyal ve Siyonist güçlerin işgal ve katliamlarına, BM neden müdahale etmiyor türü yakınmalar kimi Müslümanlar tarafından da yapılmaktadır. Aslında bu, BM’yi ve Batıyı tanımamak anlamına gelir. Çünkü BM, şeytani bir örgüttür ve tarafı bellidir; BM’nin tarafı ABD’dir, Siyonist İsrail’dir, Rusya’dır, Çin’dir; kısacası bütün emperyal ve Siyonist güçlerdir. Çünkü BM, emperyal güçlerin işgallerine, istilalarına, katliamlarına yasal bir statü kazandırmak amacıyla kurulmuş ve faaliyet göstermekte olan tetikçi bir kuruluştur.
BM, emperyal ve Siyonist güçlerin tetikçi kuruluşu olmasaydı;
Deir Yasin’de katledilen insanlara, yerlerinden yurtlarından terörle kovulan, mülteci konumuna düşürülen Filistinlilere sahip çıkar ve Siyonist İsrail’in 1967 öncesine çekilmesi için alınan 242 sayılı kararı uygulatmaz mıydı?
Sabra ve Şatilla katliamı ile Kana, Cenin, Refah Mülteci Kampı katliamının ve BM okullarına yapılan saldırıların hesabını sormaz mıydı?
Gazze’ye, neredeyse her sene Ramazan ayında, Müslümanlarca kutsal sayılan bir ayda işlenen katliamlara dur demez miydi?
Mescid-i Aksa’nın altında kazılan tünellere ve estirilen Siyonist teröre engel olmaz mıydı?
Afganistan, Irak, Çeçenistan, Doğu Türkistan, Arakan, Somali, Orta Afrika Cumhuriyeti vb diğer yerlerdeki katliamlara, tıpkı, Saddam’ın Kuveyt’i işgalini engellidiği gibi engel olmaz mıydı? Olabilirdi, ama olmadı. Çünkü kuruluş amacı emperyal işgalci güçlerin menfaatlerini korumak ve kalıcılaştırmaktır. Nitekim kuruluşundan beri yaptığı da budur. Dolayısıyla bu ve benzeri kurumlardan medet beklemek, abesle iştigal, hatta Siyonist terör güçlerinin ekmeğine yağ sürmek anlamına gelir.

SİYONİST İSRAİL, FİLİSTİNLE ASLA BARIŞ YAPAMAZ!..

Siyonist İsrail, Filistinlilerle barış yapmayı, dolayısıyla da Filistin Devleti’nin kurulmasını asla istemez. Çünkü bu toprakların, kendilerine tanrı tarafından verilen ‘vaad edilmiş (Arz-ı Mev’ud)’ topraklar olduğuna ve bu toprakların yegâne sahiplerinin de kendileri olduğuna inanmaktadır. Dolayısıyla bu toprakları, Filistinliler dâhil hiç kimseyle paylaşmayı kabul etmemektedirler. Bu nedenledir ki, 1948’den bu yana işgalle, katliamla ve sürgünle, bu toprakları Filistinlilerden temizlemeye çalışmaktadırlar. Ama bugüne kadar, emperyal işgalci güçlerin de destek ve yardımına rağmen buna güç yetiremediler, bundan sonra da –İnşaallah- yetiremeyeceklerdir. Çünkü karşılarında, Siyonistlerin hayatı sevdiği kadar, ölümü/şehid olmayı seven Filistinli Müslümanlar bulunmaktadır. Eli kanlı katil Menaham Begin’in dediği gibi ölümden korkmayan bu insanlar, ne ile ve nasıl korkutulabilir ki?
Aslında Filistinliler de, özellikle de Hamas, Filistin topraklarında bir Siyonist İsrail devletinin varlığını asla kabul etmemektedir. Ve bu nedenle de Hamas yetkilileri, Siyonist İsrail ile yapılan hiçbir görüşme ve barışın, kendilerini bağlamayacağını defalarca açıklamışlardır. Çünkü bu toprakların yüzyıllardır kendilerine ait olduğunu bilmekte ve inanmaktadırlar. 1948’den beri defalarca katliama, işgale ve soykırıma uğramalarına, yerlerinden, yurtlarından terörle, zorla çıkarılmalarına rağmen, bu toprakları Siyonistlerle paylaşmama ilkesinden asla vazgeçmemişlerdir. Nitekim El Fetih ile Hamas arasında 23 Nisan 2014’de ‘uzlaşı hükümeti’ kurulması kararlaştırıldıktan sonra da Hamas’tan ‘İsrail’in tanınması ‘Kırmızı Çizgimiz’dir’ açıklaması gelmiştir. Hamas siyasi büro başkan yardımcısı Musa Ebu Marzuk Al- Monitor’e verdiği özel mülakatta ” Hamas, İsrail’i tanımayacak” ifadesini kullanmıştır. ABD, Rusya, Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler’den oluşan uluslar arası dörtlünün şartları arasında yer alan Hamas’ın İsrail’i tanıması şartının kendilerini hiç ilgilendirmediğini söyleyen Ebu Marzuk “ Şayet İsrail’i tanıma arzusunda olsaydık yedi yıldır devam eden kuşatmadan da 2008 ve 2012 yıllarındaki iki savaştan da kendimizi esirgerdik” şeklinde konuşmuştur. Mahmud Abbas 26 Nisan’da birlik hükümetinin İsrail’i tanıyabileceğini söylemişti. “Abbas’ın sözleri kendini bağlar” diyen Ebu Marzuk’a göre Hamas bu konuda El Fetih’le aynı fikirde değil’ açıklamasını yapmıştır.

ARAFAT’IN SİYONİST İSRAİL’İN VARLIĞINI TANIMASI VE BARIŞ GÖRÜŞMELERİ!..

El Fetih ve lideri Yaser Arafat da, 1988 yılına kadar Filistin topraklarında Siyonist varlığını, dolayısıyla BM’nin 242 sayılı kararını da tanımamakta idi. Ancak İntifada’nın başlamasından korkan Arafat, bu düşüncesinden vazgeçerek Siyonist İsrail’in varlığını tanıma kararı almıştır. Çünkü 8 Aralık 1987’de Birinci İntifada’nın başlamış ve akabinde de Hamas’ın (Harakat al-Muqawama al-Islamiya, İslami Direniş Hareketi) kurulmuş olması Arafat’ı tedirgin etmiş ve ayağının altındaki zeminin kaymakta olduğunu görmüştür. Bu nedenle de, alelacele 15 Kasım 1988’de –muhatap bile alınmamalarına rağmen- bağımsız Filistin Devleti’ni ilan etmiş ve 13 Aralık ve 14 Aralık tarihindeki konuşmalarıyla, İsrail’e “barış ve güvenlik içinde varolma” hakkını veren Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararını kabul etmiş ve “devlet terörizmi de dahil olmak üzere her türlü terörizmi” reddettiğini açıklamıştır. Arafat’ın bu sözleri Filistin Kurtuluş Örgütü’nün ana amaçlarından biri olan Siyonist İsrail’in yok edilmesinden vazgeçildiğini gösteriyordu. Yeni görüş 1949 ateşkes sınırları içinde bir İsrail Devleti ile Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde bir Arap devleti olarak iki ayrı oluşumun kurulmasıydı. 2 Nisan 1989’da Arafat Filistin Ulusal Konseyi’nin Merkez Konseyi tarafından ilan edilen Filistin Devleti’nin başkanı seçilmiştir.
Arafat’ın bu tavizlerine rağmen, FKÖ, Siyonist İsrail tarafından görüşmelerde muhatap alınmamıştır. Nitekim Filistin Kurtuluş Örgütü’nün doğrudan muhatap alınmadığı ilk görüşme İspanya’da, ABD ve SSCB tarafından desteklenen Madrid Konferansı adı altında 30 Ekim 1991 tarihinde başlamış ve üç gün sürmüştür. Konferansın amacı İsrail ile Filistin ve Suriye, Lübnan ve Ürdün’ün de içinde bulunduğu Arap ülkeleriyle bir barış süreci başlatabilmekti. Ancak bu görüşmede de bir sonuç alınmamıştır. İkinci görüşme İsveç’in başkenti Oslo’da yapıldı ve 13 Eylül 1993’de ABD’de Beyaz Saray’da Bill Clinton’un şahitliğinde imzalandı. FKÖ lideri Arafat ve Siyonist İsrail Başbakanı Izak Rabin tarafından imzalar atılmıştı. Bu görüşmede, Siyonist İsrail askerlerinin aşamalı olarak Batı Şeria ve Gazze’den çekilmesi, 5 yıllık geçiş döneminde ‘Geçici Filistin Özerk Yönetimi’ kurulması karara bağlanmıştı. Arafat ‘FKÖ, İsrail devletinin barış ve güvenlik içinde var olma hakkını tanır’ dediği metinde, Rabin de, ‘İsrail hükümeti, FKÖ’yü Filistin halkının temsilcisi olarak tanımaya karar verdi’ ifadesini kullanmıştı. Gerek Oslo Antlaşmasının gereklerini ve uygulanma şeklini belirlemek ve gerekse süreç içerisinde çıkan anlaşmazlıkları çözmek amacıyla birden fazla görüşme ve anlaşma yapılmıştır. Ancak bu ve benzeri anlaşmalarla Filistinlilere tanınan hiçbir hak Siyonist İsrail tarafından yerine getirilmemiştir.
Bu Oslo I anlaşmasına imza koyan Izak Rabin 4 Kasım 1995’de fanatik bir Yahudi tarafından öldürüldü. Oslo Antlaşması’nda öngörülen 5 yıllık geçiş süreci 4 Mayıs 1999’da sonra ermesine rağmen Filistin Özerk Yönetimi kurulamamıştı. Hatta Filistin Özerk Yönetiminin ilanını tek taraflı yapmaması için Arafat’a baskı yapılarak vazgeçirilmişti. Bu arada Siyonist İsrail’de yönetim değişikliği olmuş ve Beyrut Kasabı olarak bilinen ve Likud Partisi’nin başbakan adayı Ariel Şaron, 28 Eylül 2000’de, 1000 güvenlik görevlisiyle Kudüs’te Harem-i Şerif’e yaptığı ziyaret, İkinci İntifada’nın başlamasına neden olmuştur.
Aslında Siyonist terör örgütü İsrail ile bırakın barış görüşmelerini yapmak, aynı masaya oturmak hatta aynı sınırları paylaşan komşu olmayı kabullenmek, sadece yurtlarından sürülen, katledilen Filistinlilere değil, aynı zamanda bütün insanlığa ihanet olacaktır. Kaldı ki yapılan bunca barış (!) görüşmelerine rağmen mazlum Filistinliler lehine hiçbir iyileşme olmadığı gibi, tersine yeni işgallerin, yeni katliamların yanında, ilave Yahudi yerleşim alanlarının açılması için Siyonist ırkçılara yeni fırsatlar sunmuştur. Ayrıca şimdiye kadar alınan, üzerinde mutabık olunan hiçbir kararın gereği de bu işgalci terörist devlet tarafından yerine getirilmemiştir. Üstelik her barış (!) görüşmesi, bu kan içici, ırkçı terörist devlete zaman kazandırmaktan başka hiçbir şeye de yaramamıştır. Nitekim 1967 yılından bu yana defalarca barış (!) adı altında görüşmeler yapılmıştır. Ama her görüşmeden sonra gelinen nokta, eli kanlı terörist İsrail’i daha da azgınlaştırmıştır. 40 küsur yıldır gündeme getirilen sözde barış planları ve nasıl sonuçlandıkları incelendiğinde olayın vahameti daha iyi anlaşılacaktır.
Siyonist İsrail, Filistin’in varlığını kabul edecek tarzda bir barış yapmayı asla düşünmemektedir. Çünkü;
1- 1948’den beri yerlerinden, yurtlarından zorla çıkarılan ve çeşitli ülkelerde yaşamak zorunda bırakılmış 6-7 milyon civarında Filistinli mülteci bulunmaktadır. Siyonist İsrail, BM’nin Aralık 1948’de aldığı 194 sayılı kararı bugüne kadar uygulamadığı gibi bugünden sonra da asla uygulamayacaktır. Çünkü bu mültecilerin dönmeleri gereken yerlere yüz binlerce Yahudi yerleştirilmiştir. 242 sayılı BM kararına göre Doğu Kudüs, Gazze ve Batı Şeria Filistin’e bırakılması gerekirken, buraların tamamına yakın işgal altındadır. Siyonist İsrail’in, buralarda yaşayan Yahudileri çıkartması mümkün değildir. Bugün 300 bin Yahudi Batı Şeria’da, 200 bin Doğu Kudüs’te, yani normalde Filistinlilerin hâkim olması gereken topraklarda yaşıyor. Batı Şeria’nın yüzde 42’si şu anda fiilî olarak Yahudilerin kontrolü altında bulunmaktadır. Buna Siyonist İsrail’in istediği zaman güvenlik çemberine aldığı yerleri dahil etmiyoruz. Bu şartlarda diyelim ki barış imzaladınız. Bir Filistin devleti kurulacak, peki nerede kurulacak? Yüzde 42’sini işgal ettiğiniz bir yerde nasıl böyle bir devlet kurabilirsiniz? 500-600 binden fazla kişiyi bir anda çekmek mümkün değil, uzun vadede de mümkün değildir. Tabanda böyle bir şey varken barış görüşmeleri umutları arttırabilir, ama gerçekçi olmak gerekirse bunun bir yere varabileceğini söylemek mümkün değildir.
2- Doğu Kudüs’ün statüsü meselesi de Siyonist İsrail’in barış yapmasını engellemektedir. Çünkü BM’nin 242 sayılı kararı, Siyonist İsrail’in 1967’den önceki sınırlara çekilmesini ve başkenti Doğu Kudüs olan bir Filistin Devleti’nin kurulmasını öngörmektedir. Siyonist İsrail, 1967’den bu yana bu kararı kabul etmemiş ve uygulamamıştır. Siyonist İsrail, 8 Haziran 1967’de, Doğu Kudüs’ü hem idari, hem belediye anlamında kendisine bağlamıştır. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu ise, Siyonist İsrail’in yetki alanını geçersiz olduğunu söylemiştir. Siyonist İsrail ısrarını devam ettirerek 1980’de Knesset, “Kudüs Yasası’nı” İsrail Temel Yasası’na ekleyip Kudüs’ün “tam ve birleşik” olarak “İsrail’in başkenti” olduğunu deklare etmiştir. Bu yeni kanunla, Doğu Kudüs resmen Siyonist İsrail tarafından ilhak edilmiştir. BM üye devletlerinin ve uluslararası örgütlerin çoğu, İsrail’in, 1967’de Altı Gün Savaşı’yla Doğu Kudüs’ü kontrolüne geçirmesini ve 1980’de yürürlüğe sokulan ve Kudüs’ün bir bütün olarak İsrail’in başkenti olduğunu öngören Kudüs Yasasını tanımamaktadır. Siyonist İsrail, BM’nin diğer kararlarında olduğu gibi Doğu Kudüs ile ilgili kararını da kabul etmemektedir. Filistin Devleti ise, Doğu Kudüs’ü kendisine başkent ilan etmiştir. Siyonist İsrail, diğer konularda olduğu gibi Kudüs konusunda da Uluslar arası kuralları hiçe saymaktadır. Siyonist İsrail’in Kudüs konusundaki bu ısrarı, BM’nin öngörmüş olduğu ikili devlet formülünü çıkmaza sokmaktadır. Dolayısıyla da barış mümkün gözükmemektedir.
3- Yahudi yerleşim yerlerinin genişletilmesi işgalin ilk gününden itibaren ara vermeksizin devam etmektedir. Siyonist İsrail’in yerleşim yerleri oluşturmadaki amacı, aslında bütünüyle Filistin’i Yahudileştirmektir. Bugün Doğu Kudüs’te, Batı Şeria’da yüzlerce yerleşim biriminde 600 binden fazla Yahudi yerleşimci için konutlar yapılmıştır. Siyonist İsrail yönetimi istese de bu yerleşim yerlerinden Siyonistleri geri çekmede zorlanacaktır. Nitekim Siyonist İsrail, Altı Gün Savaşı’nın ardından yoğun olarak doldurduğu yerleşim bölgelerini iki kez boşaltmıştır. İlk olarak Camp David görüşmelerinin ardından İsrail ve Mısır arasında 1979’da ABD’nin başkenti Washington’da imzalanan barış anlaşması uyarınca İsrail, 1982’de Sina Yarımadası’ndaki 18 yerleşim birimini boşaltmıştır. Siyonist İsrail askerleri Yamit’teki yerleşimcileri zorla tahliye etmiştir. Siyonist İsrail’in bu girişimi Yahudi yerleşimciler tarafından tepkiyle karşılanmış ve Siyonist İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) söz konusu bölgeleri zor kullanarak boşaltmaya çalışmıştır.
İkinci boşaltma ise Siyonist İsrail’in 2005’teki ‘Tek Taraflı Geri Çekilme’ planıyla Gazze Şeridi’ndeki yerleşim bölgelerini boşaltmıştır. Ağustos 2005’te başlayan girişimle, bölgedeki tüm İsrail vatandaşları ve güvenlik güçleri geri çekilirken sürecin tamamlanması 12 Eylül 2005’te mümkün olabilmiştir. Çekilme planı İsrail kamuoyunda büyük tepkilere yol açmış ve silah zoruyla bölgeyi terk etmeye zorlanan yerleşimcilerin sert direnişiyle karşılaşmıştır.
Sonuç olarak Siyonist İsrail barıştan anlamaz. Siyonistler ve destekçisi güçler bir tek şeyden anlar, o da güçtür. Bu güç olmadan yapılan görüşmeler sadece Siyonistlere fırsat ve yeni işgaller için zaman kazandırmaktadır. Üstelik bu tür görüşmeler Siyonist İşgalci İsrail’i tanımak anlamına gelir. Buna ise hiç kimsenin hakkı yoktur. Çünkü bu, katledilen, yurtlarından sürülen, zindanlara atılan, işkencelere tabi tutulan binlerce, milyonlarca Filistinliye ihanet olur. O halde yapılacak bir tek şey var, o da, ne pahasına olursa olsun Siyonist işgalci İsrail’i ve onun destekçisi ülkeleri bu topraklardan kovmak için mücadele etmektir. Bunun dışında başka bir yol da yoktur.

SİYONİST İSRAİL İLE NORMALLEŞME MÜMKÜN MÜ?

Siyonistler, kendilerine ait olmayan topraklar üzerinde, sadece bölgeyi değil, bütünüyle dünyayı terörize edecek ve adına da yakışacak tarzda İsrail diye bir terör devleti kurmuşlardır. Bu devlet, kurulduğu günden bu güne kadar ve halen varlığını, terör, işgal ve katliamla devam ettirmektedir. Bu konuda en büyük desteği, hem bölgede, hem de uluslararası kurum ve kuruluşlarda ABD ve Batılı diğer devletlerden almaktadır. Dolayısıyla Siyonist terör devleti İsrail’in gerçekleştirdiği her katliamdan ve döktüğü her damla kandan, bu emperyal ve işgalci güçlerin de sorumluğu vardır. Ne yazık ki bu bölgede, iki yüz yıldan beri emperyal devletlerin, yarım yüzyıldan fazla da Siyonist İsrail’in zulmü devam etmektedir. Ama bilmeliyiz ki küfür devam edebilir, zulüm ise devam etmez. İnsanlık tarihi incelendiğinde, tarihin çöplüğünün, bu tür zulüm işleyen zalimlerle dolu olduğu görülecektir. Siyonist İsrail’in de sonunun, bugün lanetle anılan ve yeryüzünde izi bile kalmamış diğer zalimler gibi olacağı muhakkaktır.

AKP DÖNEMİNDE TÜRKİYE- İSRAİL İLİŞKİLERİ

Türkiye ile İsrail ilişkilerinin başlangıcı, Siyonist devletin kuruluş yılına kadar uzanmaktadır. Çünkü Siyonist İsrail 14 Mayıs 1948’de kuruluşunu ilan ettikten kısa bir süre sonra 1949’da halkı Müslüman olan ülkeler arasında, bu terör devletini ilk tanıyan ülke, Türkiye olmuştur. Karşılıklı resmi ilişkiler ise, 28 Ağustos 1958 tarihinde gizlice Türkiye’ye gelen İsrailli heyet ile yapılan görüşmelerle başlamıştır. Adnan Menderes’in başbakan olduğu DP (Demokrat Parti) iktidarı döneminde başlayan bu ilişkiler, daha sonra gelen iktidarlar döneminde de –inişli çıkışlı da olsa- aksamadan devam etmiştir. 12 Eylül 1980 darbe döneminde, Irak, İran, Libya ve Suud gibi ülkelerden ucuz, uzun vadeli borçla –hatta bazen karşılıksız- alınan petrol karşılığında, İsrail ile aradaki ilişkiler ikinci kâtip seviyesine indirilmişse de gizli de olsa ilişkilerin devamında ciddi bir sıkıntı yaşanmamıştır. Emperyal ve Siyonist destekli Ermeni terör örgütü Asala’nın dış temsilciliklerde görevli diplomatlara yönelik saldırılarının artması üzerine darbeci Kenan Evren’in 14 Şubat 1982’de Yahudi Cemaati lideri Davit Asseo ile yaptığı görüşmede yumuşama başlamış ve kısa bir süre sonra da ilişkiler istenilen seviyeye yükseltilmiştir. Turgut Özal, Demirel ve Çiller döneminde ilişkiler artarak devam etmiş, Erbakan’ın iktidar olduğu Refahyol döneminde ise ilişkiler, daha da derinleştirilmiştir. Özellikle Çevik Bir’in başını çektiği komutanlar kanalıyla İsrail ile yapılan ikili anlaşmalarla askeri, ekonomik ve istihbarat alanında Türkiye, İsrail’e mecbur ve mahkûm hale getirilmiştir.
AKP döneminde bu ilişkilerde, ilk yıllarda zaman zaman bazı sıkıntılar yaşanmışsa da, devamında ciddi bir problem oluşmamıştır. Bu çerçevede, ilk sıkıntı, 2004 yılında İsrail’in, Refah Mülteci Kampına gerçekleştirdiği saldırı nedeniyle yaşanmıştır. Bu saldırıya Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül sert tepki göstermişlerdir. Ama ilişkiler, bu tepkiye rağmen devam etmiştir. İkinci sıkıntı ise, dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün 2004 yılında BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada bölgenin nükleer silahlardan arındırılması gerektiğinin altını çizerek İran’ın nükleer silahlanma faaliyetlerini durdurmasının yanı sıra İsrail’in de elindeki mevcut silahları imha etmesi gerektiğini ifade etmesiyle başlamıştır. İsrail tarafından tepki gösterilse de, bu da, çok uzun sürmemiş ve ilişkilerin devamına da halel getirmemiştir. Üçüncü ve daha derin sıkıntı ise 2004 yılında HAMAS’ın kurucusu ve manevi lideri Şeyh Ahmed Yasin’in (22 Mart’ta) ve HAMAS’ın önde gelen liderlerinden Abdülaziz Rantisi’nin (17 Nisan’da) katledilmesi üzerine Başbakan Erdoğan’ın tepkisi çok sert olmuştur. Dönemin Siyonist Başbakanı Ariel Şaron’a ve Yardımcısı Ehud Olmert’e, birkaç kez randevu taleplerini -çeşitli gerekçelerle- geri çevirmek suretiyle tepkisini aylarca devam ettirmiştir. Ancak bu tepkiler de ilişkilerin devamını etkilememiştir. Çünkü ABD de, aynı dönemde Başbakan Erdoğan’ın ve Dışişleri bakanı Abdullah Gül’ün ABD ziyaretleri için randevu vermeyerek, ilişkilerin daha da kötüye gitmesini engellemiştir. ABD’nin randevu için, önce İsrail ziyaretini şart koşması üzerine de, önce Abdullah Gül, akabinde de Tayyip Erdoğan Siyonist İsrail’i ziyaret ederek Ariel Şaron’un kanlı ellerini sıkmak zorunda kalmışlardır. Böylece Ocak 2005’de Dışişleri Bakanı Gül’ün, Mayıs 2005’te de Başbakan Erdoğan’ın İsrail’i ziyaretleri, bozulmakta olan ilişkileri tekrar rayına oturtmuştur. Ancak Türkiye-İsrail arasında baş gösteren siyasi krizlere rağmen ekonomik ve ticari ilişkilerde sıkıntı yaşanmamış, tam tersine artarak devam etmiştir. Hatta Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği, Eretz sanayi bölgesini geliştirme projesini de yine bu dönemde başlatmıştır.
Bir başka gerginlik de Ocak 2006’daki Filistin seçimlerinden sonra HAMAS’ın siyasi büro Şefi lideri Halid Meşal’in Türkiye’yi ziyareti dolayısıyla İsrail’in, aynı yıl Lübnan Savaşı sırasında İsrail’e Türkiye’nin gösterdiği tepki nedeniyle yeniden yaşanmıştır. Asıl kriz ise, Siyonist İsrail’in 27 Aralık 2008’de Gazze’ye karşı giriştiği “Dökme Kurşun Operasyonu” ile meydana gelmiştir. Siyonist Başbakan Ehud Olmert, bu operasyondan birkaç gün önce 22 Aralık günü Ankara’da Başbakan Erdoğan’la baş başa görüşme gerçekleştirmiştir. Filistin ve Suriye ile ilişkiler başta olmak üzere bölge sorunları üzerinde görüşmeler yapılmıştır. Ziyaretin hemen ardından saldırının başlamasını Başbakan Erdoğan “ikili ilişkilere ve kolaylaştırıcılık rolünün gerektirdiği güven ilkesine ihanet” olarak değerlendirmiş ve İsrail’i “devlet terörü işlemek”le itham etmiştir. İsrail’in bu operasyonunu Türkiye’ye yapılmış bir saygısızlık olarak da değerlendirmiş, iki ülke ilişkilerinde güvenin kalmadığını vurgulamıştır. Operasyonun başlamasının ardından Erdoğan, İsrail’i saldırgan ülke olarak tanımlamış, Gazze’yi “açık hava hapishanesi” olarak niteleyerek yapılan operasyonu barışa indirilmiş büyük bir darbe olarak değerlendirmiştir. Siyonist İsrail, 27 Aralık 2008’den 18 Ocak 2009’a kadar 22 gün devam eden bu saldırıda –uluslararası kurallar gereği yasak olmasına rağmen- misket ve fosfor bombaları kullanmış ve 1500 civarında masum Filistinliyi katletmiş, binlercesini de yaralanmıştır.
Bu gerginlikler devam ederken, 29 Ocak 2009 Davos Ekonomik Forumu’nda “Gazze: Ortadoğu’da Barış Modeli” başlıklı panelde yaşananlar Türk-İsrail ilişkilerindeki gerginliği yeni bir noktaya taşımıştır. Başbakan Erdoğan, panelde yanında oturan İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez’i İsrail’in Gazze’de ölçüsüz güç kullandığını vurgulayarak eleştirmiştir. Bunun üzerine Perez de “Siz roketler altında kalsanız tepkiniz ne olur? Burada bir tanımlama sorunu vardır. HAMAS çirkin bir diktatörlüktür. Şu anda HAMAS’ın neden olduğu sorunlarla uğraşıyoruz. Gazze’ye yardımı biz değil HAMAS engelliyor” demiş, oturum yöneticisi Ignatius’dan söz isteyen Başbakan Erdoğan panel yöneticisinin söz hakkı vermek istememesine karşılık Perez’e dönerek, “Sesin çok yüksek çıkıyor. Benden yaşlısın biliyorum ki sesinin benden çok yüksek çıkması bir suçluluk psikolojisinin gereğidir. Benim sesim bu kadar çok yüksek çıkmayacak. Bunu böyle bilesin. Öldürmeye gelince siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz. Plajlardaki çocukları nasıl öldürdüğünüzü, nasıl vurduğunuzu çok iyi biliyorum.(…)” diyerek toplantıyı terk etmiştir. Bu olayın ardından şimdiye dek devam eden kriz-yumuşama-normalleşme-kriz döngüsü kırılmanın eşiğine gelmiştir.

MAVİ MARMARA SALDIRISI

Davos Panelindeki gerginliğe rağmen ilişkiler zedelense de, kopmamıştır. Ancak Mavi Marmara’ya Siyonist saldırı ve Siyonist yetkililerin devam eden insanlık dışı tavırları, ilişkilerin devamını zorlaştırmıştır. Oysa Mavi Marmara gemisinde birçok milletten, değişik dinlerden aktivistler, gazeteciler, sanatçılar, gönüllüler bulunmaktaydı. Amaçları ise, İsrail’in gayri hukuki olarak Gazze’ye uyguladığı ablukanın hukuksuzluğunu dünya kamuoyuna göstermekti. Gemi, İsrail’in kanunlarına göre İsrail karasuları sayılmayan 70 km açıklarında bulunmaktaydı. 31 Mayıs 2011 günü sabah saatlerinde İsrail deniz komandoları Gazze’ye insanî yardım taşıyan ve uluslararası bir organizasyonun parçası olarak ilerleyen Mavi Marmara ve beraberindeki diğer iki gemiye baskın düzenlemişlerdir. İsrail askerleri aktivistlere ateş açarak 9 kişinin ölümüne ve 50’den fazla insanın ise yaralanmasına sebep olmuştur. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun çağrısı üzerine toplanan Güvenlik Konseyi, İsrail’i kınayan ve ayrıca Gazze’deki ablukanın kaldırılmasını içeren bir bildiri yayınlamıştır. Bununla yetinmeyen Ankara, Tel Aviv Büyükelçisi Oğuz Çelikkol’u da geri çekmiştir. Başbakan Erdoğan da, parti grubunda “İsrail’in Gazze’ye insani yardım götüren gemilere yaptığı kanlı katliamın her türlü laneti hak etmiş bir katliam” olduğunu ifade ettikten sonra saldırının aynı zamanda uluslararası hukuka yapıldığını söylemiş ve diplomatik dilin dışına çıkarak “zorbalar, haydutlar, korsanlar bile belli ahlâk kurallarına uyarlar. Hiçbir hassasiyete uymayanlara bu sıfatı yakıştırmak bile iltifat olur” cümleleriyle açıkça İsrail’i hedef almıştır.
2 Ağustos 2010’da BM Genel Sekreteri Ban-ki Moon tarafından BM bünyesinde faaliyet gösterecek olan ve Mavi Marmara saldırısını uluslararası hukuk açısından inceleyip BM’yi bilgilendirmeyi amaçlayan bir komisyon kurulmuştur. Komisyon tarafından hazırlanan ve Komisyon Başkanı ismiyle anılan Palmer raporu, Eylül 2011 ayında henüz resmen açıklanmadan “The New York Times” tarafından ayrıntılarının yayınlanması Türkiye tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Üstelik Raporun İsrail’in Mavi Marmara’ya düzenlediği saldırının ve Gazze Ablukası’nın meşru olduğunu ifade etmesi, Türkiye’yi yaklaşık bir yıl sonra İsrail’e karşı tutumunu daha da sertleştirmesine neden olmuştur. Nitekim Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, raporun yayınlanmasından sonra düzenlediği basın toplantısında İsrail’le ilişkilerin 2. kâtip düzeyine indirildiği, yapılan askeri anlaşmaların askıya alındığı, seyrüsefer serbestîsinin sağlanabilmesi adına gerektiğinde önlem alınması, Gazze Ablukasının tanınmaması, Uluslararası Adalet Divanı’nda incelenmesi için gerekli girişimlerin yapılması, Mavi Marmara olayında mağdur olanların haklarının aranması için uluslararası ortamda her türlü desteğin verilmesi kararlarının alındığını açıklamıştır.

ÖZÜR DİLEMEDEN SONRA İLİŞKİLERİN GELİŞMESİ

Tunus’ta 17 Aralık 2010’da başlayan ve daha sonra Arap Baharı olarak isimlendirilen süreç, Türkiye tarafından memnuniyetle karşılanırken, İsrail tarafından endişeyle karşılanmıştır. Çünkü İsrail, 1979 Camp David Anlaşmasından bu yana yakın işbirliği içinde olduğu Mısır’daki değişimi bölge politikasına indirilmiş bir darbe olarak değerlendirmiştir. Ayrıca bölgede zaten oldukça yalnız olan İsrail’in uzun yıllar iyi ilişkiler kurduğu Türkiye’yi kaybetmesi, Kıbrıs Rum Kesimi’nin yaşadığı ciddi ekonomik sıkıntılar, Mısır’da Müslüman Kardeşlerin iktidara gelmesi, İran’ın bölgedeki etkinliğini artırması gibi çeşitli sebepler İsrail içinde de rahatsızlıklara sebep olmuştur. Bu ve benzeri nedenlerden dolayı İsrail yönetimi, çeşitli bahanelerle Türkiye ile ilişkilerini normalleştirme arayışına girmiştir. Bu konuda en önemli adım 22 Mart 2013’te ABD Başkanı Barack Obama’nın İsrail ziyareti esnasında gelmiştir. Başbakan Erdoğan’ı arayan İsrail Başbakanı Binyamin Natanyahu, Mavi Marmara kriziyle ilgili özür dilemiş, ancak Türkiye’nin Gazze ablukasının kaldırılmasında ısrarcı olması üzerine istenilen yeni adımlar atılamamıştır.

ANLAŞMA NE GETİRİYOR?

Türkiye ile İsrail arasında 26 Haziran 2016’da imzalanan anlaşma görüşmeleri Mavi Marmara’ya yönelik saldırının hemen ardından başlamış ve Türkiye tarafından 1- Özür Dileme, 2- Şehid edilenlerin yakınlarına tazminat ödenmesi, 3- Gazze’ye yönelik ablukanın kaldırılması şeklinde üç şart ileri sürülmüştü. Roma’da kabul edilen anlaşma ile ilgili Ahmet TAŞGETİREN, ‘İsrail ile ne oldu?’ 28 Haziran 2016 başlıklı makalesinde İsrail gazetesi Yediot Aharonot’un haber sitesi Ynetnews anlaşmanın sekiz temel unsurunu şöyle sıralamıştır:
1- İsrail ile Türkiye tam diplomatik ilişkileri ve normal ilişkileri yeniden tesis edecek, buna karşılıklı büyükelçilerin yeniden gönderilmesi ve devlet ziyaretleri dâhil, iki taraf, NATO ve BM gibi uluslararası platformlarda birbirlerinin çıkarlarına zararlı addedilen şekilde hareket etmekten geri durmayı taahhüt edecek.
2- Türkiye Gazze ablukasının kalkması taleplerini geri çekecek. Karşılığında İsrail Türkiye’nin Gazze’ye yardımlarının İsrail tarafından denetlenmesinin ardından Aşdod limanı üzerinden Gazze’ye ulaşmasına izin verme sözü verecek. İsrail Türkiye’nin Gazze’de hastane, elektrik santralı ve su arıtma tesisi inşa etmesine de izin verecek.
3- İsrail Türkiye’deki bir insani yardım fonuna yaklaşık 21 milyon dolar transfer edecek, bu para Mavi Marmara’da öldürülen 9 Türkiye vatandaşı ile yaralananların ailelerine aktarılacak.
4- Türkiye bir yasa çıkararak Mavi Marmara ile ilgili İsrailli askerlere açılmış tüm davaları iptal edecek.
5- Türkiye, Hamas’ın ülkeyi İsrail’e karşı faaliyetleri için bir üs olarak kullanmasını engelleyecek. Bunun karşılığında İsrail Türkiye’deki Hamas’ın komuta merkezinin kapatılması talebini geri çekti. 2014’te İsrailli gençlerin kaçırılıp öldürülmesinden sorumlu olan Hamas’ın üst düzey üyesi Salah Aruri Türkiye’den gönderilmişti. Türk yetkililer geri gelmesine izin verilmeyeceğini vaat etti.
6- İki ülke askeri işbirliği ve istihbarat paylaşımını yeniden başlatacak.
7- İsrail’in doğalgazının çıkarılması ve dağıtılmasına imkân verebilecek bir boru hattı kurulmasıyla ilgili iki ülke görüşmelere başlayacak.
8- Anlaşmada Gazze’de 2014’ten beri kayıp olan İsrailli sivil Avera Mengiustu ve operasyonda öldürülen askerler Oron Shaul ve Hadar Goldin’in naaşlarının iadesine dair madde içermiyor. Ama Türk hükümeti Hamas’la görüşerek iadelerini sağlamayı vaat etti. İsrail anlaşmayla ilgili Rusya, Mısır, Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ı bilgilendirdi ve bu ülkelerle ilişkisi pahasına hiçbir harekette bulunmayacağı mesajını iletti.

İHH’DAN, ANLAŞMAYA TEPKİ!

Mavi Marmara’da katılımcılarından 10 kişiyi şehit veren İHH İnsani Yardım Vakfı, hükümet ve İsrail arasındaki bu yakınlaşmayı onaylamadıklarına dair bir açıklama yapmıştır. “Anlaşmaya karşıyız” diyen İHH, resmi Twitter hesaplarından açıklama yapmıştır. İHH’nın, 13 maddelik açıklamasının bazı maddeleri şöyledir:
1- Abluka ile ambargo aynı şey değildir. Yapılan görüşmeler ambargonun değil ablukanın kaldırılması üzerine inşa edilmelidir.
2- Aşdod Limanı üzerine kurgulanacak bir anlaşma ablukanın yumuşamasını değil aksine resmi olarak tanınmasını sağlayacaktır. Türkiye bu riske girmemelidir.
3- Haberlere yansıyan içerikteki bir anlaşma Gazze ablukasının resmen tanınacağı bir sürece götürecektir.
4- Gazze’deki insani yardım sorunu, sıkıntının sadece bir kısmıdır. Gazze’deki sorun temel olarak özgürlük odaklıdır. Gazze halkı da herkes gibi seyahat etme ve ticaret yapma özgürlüğüne sahip olmalıdır. Bu konuların gündeme alınması gerekmektedir.
5- Yürütülen görüşmelerde Mavi Marmara davalarının telaffuz bile edilmemesi görüşündeyiz. Davaların düşürülmesi anlaşmanın gizli veya açık hiçbir şekilde parçası olmamalıdır.
RS FM’den Yavuz Oğhan’a, İHH Başkanı Bülent Yıldırım “Doğrusu biz İHH olarak, şehid yakınları bu konuda biraz şaşkınız. Bunu bir zafer olarak görmüyoruz. İsrail’in kazançlı çıktığını düşünüyoruz. Birinci dünya savaşından bu yana ilk defa bir devletin askeri Türkiyeli sivil insanları öldürdü. Bunun karşılığında birtakım şeyler alınması gerekiyordu. Sadece özür alındı. İsrail ‘özür dilesek de sorumsuzuz, haklı müdahalemden dolayı ortaya çıkan tablodan dolayı özür diliyorum’ diyor” şeklinde konuşmuştur.
Ablukanın resmileştiğini iddia eden Yıldırım: “Tazminat alındı sayılmaz. Bu İsrail’in işine yarayan sorumsuzluk bedeli. Tazminat nedir? Yaptığı haksız fiilden dolayı alınan bedeldir. Bunun uluslararası emsalleri 1 ila 3 milyar dolar arası. Miktar önemli değil, haksız fiilden dolayı ödenseydi tamam ama İsrail bunu bir bağış olarak veriyor…’ diyor.
Ölenlerin ve yaralananların açtıkları davaların imzalanan protokol ve bu protokolün Meclis’ten geçmesi ile düşeceğine ilişkin iddiaları da doğrulamadı Yıldırım: “Dava kan sahibinindir, bu davaların düşmesi mümkün değil.” Peki, tablo hiç mi değişmedi? Bu soruya İHH Başkanı “Şu an artı bir şey görünmüyor” sözleri ile yanıt verdi. Yıldırım’a göre bundan böyle Türkiye, Filistin ile daha ilgili olacak o kadar, ambargonun kaldırıldığı da doğru değil.

KARŞILIKLI AÇIKLAMALAR

Siyonist İsrail ile yapılan anlaşma Hükümet ve bazı gazeteci, yazar ve çizerler tarafından zafer olarak nitelendirilmiştir. Nitekim Başbakan Binali Yıldırım Türkiye ile İsrail arasında ilişkilerin normalleşmesinin ardından Mavi Marmara’da hayatını kaybedenlerin yakınlarına tazminat ödeneceğini ve İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ambargonun hafifletileceği şeklinde bir açıklama yapmıştır.
Sabah, Akşam, Star gibi gazeteler ise anlaşma için “Türkiye tarafını oldukça başarılı gösteren” başlıklara yer verirken Akit, Vahdet gibi gazeteler ise söz konusu anlaşmayı ya görmemiş ya da yerden yere vurmuştur.
Sabah gazetesi “Gazze Ablukasını Türkiye kaldırttı” şeklinde bir manşet ile çıkmıştır. Haberde; “İsrail, tazminat ve Gazze ablukasıyla ilgili Türkiye’nin tüm şartlarını kabul etti. Yardım gemilerimiz, büyük sevinç yaşayan Gazze’ye doğru yola çıkıyor” ifadelerine yer verilmiştir. Star gazetesi de gelişmeyi “İsrail tüm şartlarımızı kabul etti” başlığıyla duyurmuştur. Yeni Şafak gazetesi ise gelişmeyi “Roma’da Gazze diplomasisi” başlığıyla yetinmiştir.
Vahdet gazetesi ise “reddediyoruz” manşeti ile en net tavır alan gazete olmuştur. Vahdet Gazetesi haberinde “Ankara, nedenini bile açıklayamadan, tarihin en faşist İsrailliyle el sıkıştı. Terör devletinin aşağılık ablukasını resmen tanımış oldu. Mavi Marmara unutulacak, İsrail gazını satacak, Filistin’e giden bir lokma ekmek bile İsrail’in onayından geçecek. Hayır! Kabul etmiyoruz. Türk medyasında İsrail sevici yayınları reddediyoruz” açıklamasında bulunmuştur.
Türkiye’de, gerek Hükümetten, gerekse Hükümet yanlı gazetelerden, abluka bitti, Gazzeliler bayram yapacak türü açıklamalar yapılırken, İsrail tarafından ise farklı açıklamalar yapılmıştır. Nitekim İsrail Başbakanı Netanyahu Roma’da, Türkiye’de yapılan açıklamaların aksine, ablukada bir değişiklik olmayacağını, önceden olduğu gibi, insani yardımların İsrail limanları üzerinden Gazze’ye ulaşabileceğini, Norveç gibi ülkeler Gazze’ye nasıl yardım ulaştırabiliyorlarsa Türkiye’nin de bunu yapabileceği açıklamasını yapmıştır. Gazze ablukasının kendileri için son derece önemli bir güvenlik meselesi olduğunu söyleyen İsrailli başbakan, “Bundan ödün veremezdim. Bu bizim açımızdan Hamas ve kalıntılarından oluşabilecek kuvvetleri engellemek adına vazgeçilmez bir konu” diye konuşmuştur.

ANLAŞMAYA RAĞMEN SİYONİST İSRAİL SALDIRILARINI DEVAM ETTİRİYOR

İsrail bir yandan Türkiye ile uzlaşmak için görüşmeler yaparken, diğer yandan da katliamlarına, insanlık dışı saldırılarına ve yeni yerleşim alanları açmaya devam etmiştir.
Filistin Esirleri Araştırma Merkezi, oruç ayının hürmetini çiğneyen işgal güçlerinin Batı Yaka’nın her tarafında Filistinlilere yönelik operasyonlarını sürdürdüğünü, cezaevlerinde esirlere saldırdığını ve Ramazan’ın başından şimdiye kadar 330 kişiyi tutukladığını belirtmiştir.
Anlaşmanın gerçekleştiğinin ilan edildiği 26.06.2016 günü İsrail işgal güçleri 1947’den beri ilk kez, hem de Ramazan’ın itikâf günlerinde Mescid-i Aksa’ya baskın düzenlemiş ve Mescid-i Aksa’da beş kişiyi yaralamış, 10 kişiyi ise gözaltına altına almıştır.
03 Temmuz 2016 günü, İsrail Başbakanlık Ofisi’nden yapılan yazlı açıklamada, işgalci İsrail’in başbakanı Binyamin Netanyahu ve savunma bakanı Avigdor Liberman’ın, el-Halil’deki Kiryat Arba İsrailli yerleşim yerine 42 yeni yerleşim birimi yapılmasına onay verdiği ifade edilmiştir.
Siyonist İsrail, Gazzeli balıkçıların avlanma menzilinin 9 milden 6 mile çekildiğini açıklamıştır. Oysa Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile İsrail arasında 1993’te imzalanan Oslo Antlaşması’na göre, Filistinliler, herhangi bir İsrail müdahalesine maruz kalmadan Gazze Şeridi’nden 20 mil açığa kadar serbest hareket edebilme hakkına sahip oldukları belirlenmişti. Ancak, İsrail yönetimi Filistinli balıkçıların bu hakkını 20 milden 6 mile düşürmüştür.
Filistin sokaklarında her gün kadın-erkek, çocuk-yaşlı ayrımı yapmaksızın masum Filistinliler suçsuz yere katledilmektedir. Kısa bir süre önce şehidlerin evlerine baskın düzenlenerek, evler ateşe verilmiştir.
Bütün bunlar olup biterken Erdoğan’dan, dolayısıyla da Türkiye’den ses bile çıkmıyor. Oysa Türkiye yetkilileri, daha önceleri her vesileyle Siyonist İsrail’i en ağır bir şekilde eleştirmekte idi. Neden, Siyonist katillerin Mescid-i Aksa başta olmak üzere saldırıları devam ederken sus-pus olunuyor. İşin bir ilginç yanı da, yapılan bunca sert eleştirilere rağmen Türkiye-İsrail ilişkileri özellikle de bazı alanlarda hiç aksamadan devam etmiş olmasıdır. Bu, düşündürücü değil midir? Mesela;
1. Türkiye, İsrail’in Akdeniz Diyaloğu çerçevesinde NATO çalışmalarına katılmasına 4 Aralık 2012 tarihli NATO toplantısında onay vererek İsrail’i NATO korumasına aldırmıştır. Oysa daha önce Türkiye, İsrail için bunu asla kabul etmiyordu.
2. Türkiye, İsrail’in, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü OECD üyeliğine uygulanan vetoyu OECD Konseyi’nin 10 Mayıs 2010 tarihli toplantısında kaldırılmasını onaylamıştır. Filistin Yönetimi’nin Türkiye’den veto hakkını kullanması için Başbakan Erdoğan’a yazdığı mektup görmezden gelinmiştir. Aynı yıl Siyonist İsrail Gazze’ye ve Mavi Marmara Gemisine tarihinin en kanlı saldırılarını gerçekleştirilmiştir.
3. Mavi Marmara’ya 38 ayrı ülkeden sivil temsilciler, gazeteciler ve eylemciler katılmıştı. Tüm katılımcı ülkeler adına Uluslararası Ceza Mahkemesinde (Lahey) İsrail aleyhine açılan davada mahkemenin savcısı taraflardan konuyla ilgili bilgi ve belgelerin gönderilmesini talep etmiştir. Bir tek Türkiye Dışişleri, bizde bilgi, belge yok demiş hatta Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi Uluslararası Vaka İnceleme Heyeti Raporu”nu bile göndermemiştir.
4. İstanbul’daki Mavi Marmara davasında, İsrailli yetkililer hakkında verilen kırmızı bültenle yakalama kararı Türkiye yasaları gereği hemen yürürlüğe koyup İnterpol’e gönderilmesi gerekirken, Adalet Bakanlığı, üstelik korumaya ve uygulamaya namusu ve şerefi üstüne and içtiği yasaları çiğneyerek bu kararı 2 yıldır hasıraltı etmiştir.
Oysa Erdoğan’ın gerek Başbakanlığı ve gerekse Cumhurbaşkanlığı döneminde İsrail’e yönelik yaptığı açıklamalar, gerek Türkiye ve gerekse dünya Müslümanları tarafından takdirle karşılanmaktaydı. Ne yazık ki bu dik duruş devam ettirilememiş ve yapılan konuşmaların arkasında durulamamıştır. Türkiye’nin dolayısıyla da Erdoğan’ın dışında hiç kimse Filistin halkının hakkını savunmamıştır gibi -haklı da olsa- hiçbir gerekçe Türkiye’nin şu an ki tavrını haklı gösteremez.

SONUÇ OLARAK

1- Siyonist İsrail’in Mavi Marmara Gemisine uluslararası kara sularında saldırarak 10 Türkiye vatandaşını katletmesi tam anlamıyla bir savaş nedeniydi. Ama Türkiye savaşmayı göze alamadığı için sadece diplomatik ilişkileri 2. Kâtip seviyesine indirmekle ve bazı anlaşmaları da askıya almakla yetinmiştir. Yeterli miydi? Elbette ki yeterli değildi! Siyonist İsrail bir vatandaşı için Gazze’yi yerle bir ederken, bölgede en güçlü orduya sahip olduğunu iddia eden bir Türkiye, katledilen 10 vatandaşı için sadece üç şart ileri sürmesi elbette ki yeterli değildi! Üstelik bu şartlar da tam olarak yerine getirilmediği halde ülkede bir zafer havası estirilmektedir. Yazık, hem de çok yazık!
2- Türkiye’nin, ilk günden itibaren ileri sürdüğü şartlar; özür, tazminat ve ablukanın kaldırılması idi. Basına yansıdığı kadarıyla özür şartı yerine getirilmiştir. Tazminat ise, yardım adı altında bir yardım fonuna aktarılarak verilmesi şeklinde kabul edilmiştir. Abluka ise kabul edilmemiştir. Mavi Marmara saldırısından önceki hal, yani yardımlar eskiden olduğu gibi Aşdod limanına gelecek, kontrolden geçirildikten sonra Gazze’ye gönderilebilecek. Bu, ablukayı ya da ambargoyu kaldırmak değil, tam tersine Siyonistler lehine ablukayı resmileştirmektir. İHH’nın da belirttiği gibi, Gazze’nin meselesi sadece insani yardım değil, asıl mesele özgürlüktür. Yani Gazze’nin denizden istediği şekilde ticaret yapabilme hakkına sahip olabilmesidir. Hastane, elektrik santralı, su arıtma şebekeleri yapılacakmış, elbette bunlar, her Gazzeli için çok önemlidir. Ama BM bürolarını bombalayan, istediği zaman hiçbir kural tanımadan başta Gazze olmak üzere komşularına saldıran, Erdoğan’ın bile, İsrail yönetimi için (Olmert ile ilgili) güvenilmez, bize yalan söylediler, ihanet ettiler derken, peki, Siyonist yönetime bundan sonra nasıl güvenilecektir? Kısa bir süre sonra, elektrik santali, su arıtma şebekeleri, hastane başta olmak üzere Türkiye’nin yeniden inşa ettiği yerler, Siyonistler tarafından yerle bir edilirse, Türkiye, buna karşı nasıl bir tavır alacaktır? 10 vatandaşı hukuksuz olarak katledilirken bir şey yapamayan Türkiye, Gazze’nin bombalaması halinde mi İsrail’e savaş açacak? Bu mümkün değildir. O halde yeni inşa edilecek yerlerin geleceği Siyonistlerin iki dudağı arasında çıkacak talimata bağlıdır.
3- İsrail ile yapılan anlaşmayı eleştirmek, aleyhinde konuşmak, yazı yazmak cesaret isteyen bir iş haline gelmiştir. Bir taraftan kimi yazar ve çizerler, diğer taraftan da C. Başkanı Erdoğan, eleştirenleri topa tutmakta ve dışlamaktadır. Nitekim Erdoğan, İHH’nın yaptığı haklı eleştiriye ‘günün başbakanından izin mi aldınız’ şeklinde çok sert bir şekilde tepki göstermesi, eleştiriye tahammülün olmadığını göstermektedir. Oysa aynı Erdoğan 16 Temmuz 2014’te bir iftar konuşmasında, Pensilvanya’nın İHH’ya karşı olan tavrını eleştirmiş ve Pensilvanya’nın ‘Otoriteden izin almalılardı’ sözünü eleştirerek “Otorite kim, güneydeki sevdikleri mi, yoksa biz mi? Eğer otorite Türkiye’de bizsek biz zaten izni verdik. Ama onlara göre İsrail” dediğini ne çabuk unutmuştu.
4- Türkiye, Gazze ablukasını kaldırmak için çok uğraşmıştır, ama buna gücü yetmemiştir, bu denebilir ve bu anlaşılabilir bir şeydir. Çünkü Türkiye’nin bölgesel ve küresel anlamda gücü bellidir. Dolayısıyla mevcut hükümet beceremedi türü eleştiriler de çok doğru değildir. Ama devletin gücü belli olmasına rağmen, halkın, gerçekleştirilmesi mümkün olmayan beklentiler içerisinde bırakılması da doğru değildir. Çünkü Türkiye, -ne yazık ki- ABD’ye rağmen bölgede, -hatta Türkiye’de- bağımsız politika üretebilecek bir güce sahip bir ülke değildir. Buna inanmayanlar, Türkiye’de gerçekleştirilen her darbe ve iç kargaşalıkların nedenlerini ve arkasındaki gücün kim olduğunu araştırabilirler.
5- Türkiye, içeride PKK terörü, dışarıda emperyal ve Siyonist destekli PYD ve Esad Rejiminin dayatması nedeniyle sıkışmış bir vaziyettedir. Kımıldayacak hali kalmamıştır. Kırmızıçizgi olarak ilan ettiği Fırat’ın batısını, stratejik müttefik ABD’nin destek ve yardımıyla PYD geçtiği halde, IŞİD de Azez’den Kilis’e her gün füze fırlatırken, bunlara karşılık vermek için burnunu bile sınır ötesine uzatamaz hale gelmiştir. Sadece 40 km’lik mesafeye fırtına obüs toplarıyla ateş edebilmektedir. Bütün uğraşlara rağmen PYD’nin, PKK’nın bir kolu olduğuna, onun da bir terör örgütü olduğuna stratejik müttefiki ABD’yi ikna edememiştir. İşte bu sıkışmışlık, Türkiye’yi bir taraftan şartları tam kabul edilmese de İsrail ile, diğer taraftan özür asla dilenmeyecek denmesine rağmen Rusya’dan özür dileyerek tekrar ilişkiye geçmek mecburiyetinde bırakmıştır. Suriye’de girilen çıkmaz ve PKK terörü dolayısıyla yaşanılan iç savaş, ABD’ye güvenmenin ne kadar yanlış olduğunu bir daha göstermiştir.
6- Türkiye’ye yönelik –iç ve dış- terörün arkasındaki güçlerden birisi de Siyonist İsrail’dir. PKK’nın içeride, PYD’nin Suriye’de bu kadar azgınlaşmasının arkasında MOSSAD’ın da yardım ve desteği bulunmaktadır. İsrail ile yeniden uzlaşıldığı bu dönemde, geçmişte olduğu gibi İsrail’in kanlı örgütü MOSSAD’a ülke içerisinde büro kurma hakkı asla verilmemelidir. Bu terör örgütü ile ilişkiler en alt seviyede devam ettirilecek şekilde yeniden tanzim edilmelidir. Ayrıca Türkiye’nin hava sahasının ve özellikle de Konya’nın, Siyonist pilotların eğitim alanına dönüştürülmesine asla izin verilmemelidir.
Biz biliyor ve inanıyoruz ki, Mescid-i Aksa özgürleşmeden, ne Filistinli, ne de diğer bölgelerdeki Müslümanlar özgürleşebilir. Bu da, sadece Türkiye’nin gayretleriyle olacak değildir; ümmetin yeniden ayağa kalkmasıyla ve ilk kıblesine sahip çıkmasıyla mümkündür. Umut ve temennimiz idrak etmekte olduğumuz bu bayram günleri ümmet olarak uyanışımıza vesile olur. Uyanan ümmetin önünde, ne Siyonist İsrail, ne de doğulu ve batılı emperyal işgalci güçler durabilir. Bu günlerin yakın olması ümidiyle!

Ali Kaçar

  • Araştırmacı Yazar Ali Kaçar’ın Genç Birikim Dergisinin Ağustos 2014 sayısındaki makalesidir.

GRUBA KATIL