6-7 Eylül Olayları Bir Kontr-Gerilla Tertibi İdi – I
Arşiv Yazarlar

6-7 Eylül Olayları Bir Kontr-Gerilla Tertibi İdi – I

İkinci Dünya Savaşı sona ermiş, Birleşmiş Milletler (BM) Teşkilatı kurulmuş, dünya, dönemin emperyal ülkelerinin menfaatleri çerçevesinde yeniden şekillen(diril)miştir. 1945’lere kadar İngiltere’nin sömürgesi olan Türkiye, 1947 yılı itibariyle taraf değiştirmiş ve ABD’nin hegemonyasına girmiştir.[1] Türkiye, bu vesileyle ABD’den, Truman Doktrini çerçevesinde askeri, Marshall yardımı çerçevesinde de ekonomik yardım almış,[2] daha sonra 1952’de de NATO’ya üye yapılmıştır. Türkiye, NATO’ya girmesiyle birlikte ordusu da, Almanya ekolünden ABD standartlarına göre yeniden dizayn edilmiş[3] ve istihbarat teşkilatı (MAH/MEH) tamamen CIA’nın kontrolünde ve hatta maaşları da CIA tarafından zarf içerisinde verilerek,[4] CIA’nın yan kuruluşu olarak eğitilmiş ve örgütlenmiştir. Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgede, İngiltere gücünü kaybetmiş olmasına rağmen gerek Ortadoğu’da (özellikle petrol bölgesinde) ve gerekse Kıbrıs üzerindeki menfaatlerini devam ettirmek istediğinde ABD ile karşı karşıya gelmiştir.

ABD, NATO üyesi ülkelerde, her ülkede farklı isimlerle anılan ve sözde Komünizm istilasına karşı koyacak gizli yapılanma olarak Gladyo/kontrgerilla teşkilatını kurdurmuştur. 27 Eylül 1952’de kurdurulan bu yapılanmanın Türkiye’deki adı Seferberlik Tetkik Kurulu[5] idi. Ne yazık ki Türkiye’de gerçekleşen darbeler, verilen muhtıralar,[6] iç çatışmalar, terör olayları,[7] faili meçhul cinayetler[8] ve siyasi suikastlar[9] dahil olmak üzere, meydana gelen bu tür karanlık ve kanlı kitlesel olayların içinde -önünde ve arkasında- bu örgüt bulunmuştur. Bu örgüt, yeraltı ve yer üstü unsurlardan oluşur, yer üstü unsurları bordo bereliler, yer altı unsuru ise her kesimden insan vardır, bunlar bilinmez ve ömür boyu görevlidirler.[10] Bu birimin gerçekleştirdiği ilk kitlesel terör olayı, 6-7 Eylül 1955 olaylarıdır.

 1950’li yıllar, hem bölge hem de bölgede egemen olmaya çalışan emperyal güçler açısından önemli yılların başlangıcı idi. Çünkü bölge -aslında dünya-, hegemonik güçlere göre yeniden parsellenmiş, bir zamanların süper emperyal ülkesi olan İngiltere, yerini bir başka emperyal ülke, ABD’ye bırakmıştır. Böylece II. Dünya Savaşı’ndan sonra iki blok oluşmuş, bu bloklardan birini ABD, diğerini ise Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) temsil etmeye başlamıştır. Bu dönem, iki blok arasında lokal ve bölgesel -vekalet- savaşların, çatışmaların, kışkırtılan iç kargaşalıkların devam ettiği dönem olmuştur. İki blok arasında, kendi içinde anlaşmalı, dışa görünümü ise çatışmacı gözüken bu durum 1990’lı yıllara kadar yani Sovyetler Birliği’nin dağılışına kadar devam etmiştir.

ABD açısından 1950’li yıllar, Ortadoğu’ya özellikle de petrol bölgesine yerleşmesi bakımından önemli yılların başlangıcıydı. Ayrıca bu yıllar; ABD için, İngiltere’nin sömürü alanını daraltarak kendisine yeni alan açmak için birçok olayın gerçekleşti(rildi)ği yıllar olmuştur. Bu dönemde, bir yandan Bağdat Paktı ve Varşova Paktı kurulurken diğer yandan da İran’da (Musaddık) ve Mısır’da (Hür Subaylar) darbe yap(tır)ılmış, Türkiye ve Irak’ta ise darbe girişimleri organize edilmeye başlanmıştır. Ortadoğu’da ABD ile İngiltere bazı alanlarda uzlaşsa da “İngiliz Dışişleri Bakanı, Ortadoğu’yu hala İngiltere’nin stratejik ve ekonomik nüfuz bölgesi olarak görmekteydi.”[11] Ancak ABD ise Körfez’de hedef aldığı ilk güç, stratejik müttefiki Britanya olmuş, diğer emperyal ülke Sovyet Rusya’yı ise bölgeden uzak tutmayı kendisine hedef edinmiştir. ABD, Mısır’da da İngilizlerin sömürü alanını daraltıcı adımı, Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesine karşı, İngiltere, Fransa ve İsrail’in ortak saldırısını, SSCB ile birlikte engellemesi ile atmıştır. Aynı yıllarda Kıbrıs’ta da Türkiye’de kurdurduğu gladyo yapılanması[12] ile İngiltere’ye karşı denge oluşturmaya çalışmıştır. Çünkü Kıbrıs, başta İngiltere olmak üzere diğer emperyal açısından stratejik önemi haiz bir ada idi.

Kıbrıs’ın Stratejik Önemi

Kıbrıs Adası, tarih boyunca Orta Doğuya ve Akdeniz’e açılmak isteyen devletler için, vazgeçilmez stratejik ve ticari bir üs olarak görülmüştür. Ayrıca Kıbrıs, etrafını saran bölgelere “bölgesel ve stratejik güç” olma yolunda bir açılım sağlama imkânı da vermekteydi. Akdeniz’in üçüncü büyük adası olan Kıbrıs’ın en yakın komşusu Türkiye’dir. Kıbrıs, Güney Anadolu sahillerinden 70, Suriye’den 100, Mısır’dan 400, Yunanistan’dan ise 965 kilometre uzaklıkta bulunmaktadır.

Osmanlı İmparatorluğu, 93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda yenilince, Ada’yı, geçici olarak 1878’de İngiltere’ye bırakmıştır. Ancak Osmanlı İmparatorluğu, 1. Dünya savaşında karşı tarafta yer alınca, İngiltere, Kıbrıs’ı tek taraflı olarak ilhak etmiştir. Osmanlı bunu kabul etmemiş, adanın kendine ait olduğunu ve bu hakkından vazgeçmeyeceğini belirtse de Lozan’ı imzalayan Kemalist irade, diğer adaları elden çıkardığı gibi Kıbrıs’ı da İngiltere’ye resmen bu antlaşma ile altın tepsi içerisinde sunmuştur. Böylece 1925 yılında Lozan Antlaşması’nı onaylayan emperyalist İngiltere, Kıbrıs’ı resmen Kraliyet sömürgesi olarak ilan etmiştir. O yıllardan bugüne kangrene dönüşen Kıbrıs olayı da göstermektedir ki Kemalist irade; iktidar olma, ülkeyi ele geçirme hırsı uğruna mirasyedi mantığı ile şehid kanlarıyla sulanmış Osmanlı topraklarını emperyal ülkelere peşkeş çekmekten çekinmemiştir. Oysa Kıbrıs, hem adada bulunan Türklerin güvenliği ve haklarının korunması hem de Kıbrıs Adasının Türkiye için “Hazar-Karadeniz-Boğazlar-Ege Denizi-Doğu Akdeniz-Süveyş-Basra Körfezi hattından oluşan yakın deniz kuşağı ile ilgili genel bir deniz stratejisinin kilit bir unsuru” olarak algılanması açısından önemlidir.[13]

Yunanistan ve Rum tarafı, adaya sahip olmak konusunda faaliyetlerini her yıl daha da arttırırken Türkiye, uzun yıllar Kıbrıs’ı unuturcasına bir politika izlemiştir. Hatta CHP’nin Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak’ın[14] 23 Ocak 1950 tarihli Meclis oturumunda Türkiye’nin Kıbrıs diye bir meselesi olmadığı yönündeki sözleri,[15] Türkiye’nin tutumunu daha doğrusu vurdumduymazlığını açıkça göstermektedir.

Yunanistan, daha II. Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren Kıbrıs meselesi ile yoğun olarak ilgilenmeye başlamış ve adayı kendisine ilhak (Enosis) etmek için faaliyete geçmiştir. O yıllarda Komünistlerin, Kıbrıs’ta ve Yunanistan’da faaliyetlerini artırmalarının nedeni, Doğu Akdeniz’de stratejik bir mevkide ve İngiltere’nin elinde bulunan Kıbrıs adasından İngiltere’nin çıkmasını sağlamak suretiyle, Doğu Akdeniz’de Batılıların durumunu zayıflatmak ve hatta bu adayı bir komünist üssü haline getirmekti.

Yunanistan, özellikle de 10 Şubat 1947’de İtalya ile imzalanan barış antlaşmasıyla on iki Ada’yı da aldıktan sonra gözünü Kıbrıs adasına dikmiş, adanın kendisine verilmesi için defalarca İngiltere’ye başvurarak adanın kendisine bırakılmasını istemişse de İngiltere adanın statüsünün bozulmasına karşı çıktığı için, Yunanistan’ın bu isteğini kabul etmemiştir.[16]

Bu amacından vazgeçmeyen Yunanistan, Kıbrıs uyuşmazlığını ilk olarak 16 Ağustos 1954 yılında BM nezdinde gündeme getirmiştir. Yunanistan’ın gündeme getirdiği konu, Kıbrıs adası halkı kendi mukadderatını (self-determination) tayin hakkının verilmesini isteme şeklindeydi. Bu haktan kastedilen ise, aslında adanın Rum halkına, dolayısıyla Yunanistan’a katma yetkisinin verilmesinden başka bir şey değildi. Ancak BM, Siyasi Komisyon üyesi Yeni Zelanda’nın teklifi üzerine genel kurulda görüşmesini reddetmiştir. Yunanistan’ın gündeme getirdiği Kıbrıs uyuşmazlığı BM’de çözülmeyince ada içinde ve Yunanistan’da yürüyüşler ve taşkınlıklar meydana gelmiş, bunun üzerine de İngiltere, bu uyuşmazlığın çözümü için Türkiye ve Yunanistan’ın katılımı ile Londra’da üçlü bir konferans düzenlenmesine karar vermiştir.[17]

Londra Konferansı

Londra Konferansı, 29 Ağustos-7 Eylül 1955 tarihleri arasında gerçekleşmiştir. Görüşmelere; Türkiye’yi, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes ve 3 general ile diplomatlardan oluşan bir heyet temsil etmiştir.[18] İngiltere başbakanı Sir Eden’in toplantıyı oluşturma nedeni, sorunun Birleşmiş Milletlere taşınmasını ve BM’nin taraf olmasını önlemek için, taraflarla anlaşmak ve bir çözüm dikte ettirmekti. Ayrıca sömürgeci İngiltere, hem bu hem de Kıbrıs’ta daha çok Rumların öncülüğünde süren bağımsızlık mücadelesini bastırmak için Kıbrıs’a ileri bir tarihte özerklik sözü verme yanlısıydı. Ama Yunanistan ise Kıbrıs’ta Self determination hakkını ısrarla savunmaya devam etmiştir. Türkiye, bu hakkı Yunanistan ile birleşme olarak algıladığından herhangi bir değişikliğe karşı çıkmış ve İngiltere’ye taraftar olmuştur. Toplantı, tarafların anlaşamaması yüzünden tıkanmıştır.[19]

Londra’daki üçlü konferansta ise işler pek yolunda gitmeyince 7 Eylül’de konferans dağılmıştır. Konferansın dağılma nedeni, İngiltere, Yunanistan’a taviz olarak adaya muhtariyet verileceğini söylemesine rağmen Yunanistan self-determinationda ısrar etmesi, Türkiye’nin ise statükonun bozulmasına karşı çıkmasıydı. Fatin Rüştü Zorlu, Londra’dan Hükümete çektiği telgrafta Konferanstan sonuç alınmasının gittikçe zorlaştığını bildirmiş ve toplantıda elinin güçlendirilmesi için bir şeylerin yapılmasını istemiştir. Bir şeylerden kasıt ise, “İstanbul’da halkı galeyana açık hissiyatını gösteren biraz çatapat patlatın,” şeklinde idi![20]

Konferans’ın yapıldığı sırada Selanik’teki Türk Konsolosluğu’nun bahçesinde patlayan bomba ve ardından gelişen olaylar, 6-7 Eylül hadiselerinin başlamasına neden olmuştur. Türkiye’nin, Londra Konferansı sonuçsuz kalsa bile, bu konferansla ada üzerinde söz ve hak sahibi olduğu uluslararası anlamda ilk kez ortaya konmuştur. Artık bu konferansla birlikte Kıbrıs’ın gelecekteki statüsünü ve yönetim şeklini belirlemede kimlerin söz sahibi olduğu belirlenmiştir.[21]

  1. Kemal’in Evinin[22] Sözde Bombalanması
  2. Kemal’in evinde patladığı söylenen bombalar, Türkiye’den, Selanik Başkonsolos Yardımcısı Ali Tekinalp tarafından 15 Temmuz 1955’te getirilmiştir. Olay günü, Başkonsolos Mehmet Ali Balin tarafından verilen talimatla Oktay Engin’in azmettirmesiyle konsolosluk kavası (hizmetlisi) Hasan Uçar tarafından bombalar bahçeye konulmuştur. Ancak bombalama olayı Yunanlılar tarafından yapıldığı havası verilmiştir.
  3. Kemal’in doğduğu ev olarak iddia edilen bu ev, Selanik’te, Türk Konsolosluğu ile aynı bahçe içinde bulunmakta idi. Polis koruması altında bulunan bahçeye izinsiz giriş yasaktı. Dolayısıyla buraya yabancı birinin girmesi, bomba koyması da mümkün değildi. İşte bu ortak bahçeye iki bomba konulmuş, bu bombaların biri patlamış ve yalnızca sözü edilen evin camları kırılmıştır. Ancak bu olay, abartılarak aktarıldığı için Türkiye’de infiale neden olmuştur. Bomba haberi, radyodan 13 ajansından verilmiştir. Binanın sadece camları kırılmasına rağmen basın, halkı tahrik etmek için olayı olduğundan çok fazla abartarak ve duygusallaştırarak halka duyurmuştur. Özellikle de bu haberi abartarak veren gazetenin MİT mensubu Mithat Perin’in çıkardığı Demokrat Partisi (DP) yanlısı İstanbul Ekspres Gazetesi olması dikkat çekiciydi. Üstelik bu gazete, haberi, o günün şartlarında çok zor olmasına rağmen 2. baskı yaparak duyurmuştur.

Gazete dağıtıcıları, sokaklarda “Yazıyor, Ata’nın evine atılan bombayı yazıyor” diye avazı çıktığı kadar bağırarak kısa bir süre içerisinde halka duyurmada adeta öncülük etmişlerdir.

Haber, Anadolu Ajansı’nca verilip radyonun öğle haberlerinde de yayımlanmıştı ama asıl, o bağırışlarla duyurulmuştu. İlgi, büyük olmuştu. Bayi çocukların elindeki gazeteler, daha Sirkeci Meydanı’na gelmeden bitiyordu. Matbaa durmaksızın baskıya devam ediyordu… Sonra yedek kâğıt da bitti. Makine durdu. Ama İstanbul’da -akşama doğru- başlayan hareketlenme durmamıştı. Önce Taksim’de toplanan bir grubun gösterileriyle birlikte büyümeye başladı.

Gazetede yayınlanan haberin fotoğraflarını ise Türk Konsolosunun eşi bizzat çekmiş, Selanik’teki bir fotoğrafçıda bastırtmış ve Türkiye’ye kendi getirmiştir.[23]

İstanbul Ekspres Gazetesi’nin Kışkırtması

6 Eylül 1955’te meydana gelen olaylar yoğun olarak İstanbul ve İzmir’de meydana gelmiş olsa da Bursa, Eskişehir ve Ankara’da da eylemler gerçekleşmiştir. Bu olayların fitili, (sahibi o zamanki adı MAH olan MİT’in hizmetinde çalışan) İstanbul Ekspres gazetesi tarafından 6 Eylül günü ateşlenmiştir. Diğer gazetelerin de yalan ve uydurma haberleriyle oluşturulan Rum karşıtı hava bilinçli olarak sokaklara da yansıtılmıştır. İstanbul Ekspres gazetesi, normalde günlük 20-30 bin basmaktadır, ancak olay günü 290 bin, bazı kaynaklara göre de 300 bin basmıştır. Sonradan ifade edilenlere göre bu miktarda bir baskı ve o dönemin teknikleriyle ancak birkaç günde gerçekleştirilebilirdi. Kâğıt sıkıntısının olduğu bir dönemde bu durum şüphe çekiciydi. DP döneminin Münakalat (Ulaştırma) Bakanı Arif Demirer’in oğlu Mehmet Arif Demirer’e göre İstanbul Ekspres’in Yazı İşleri Müdürü Gökşin Sipahioğlu, saat 13.30’da gazetenin sahibi Mithat Perin’i telefonla aramış ve ikinci baskı yapmak istediğini, 300 bin basacağını ve kâğıt almak için nakit para istediğini bildirmişti. Perin, daha sonraki yıllarda Demirer’e, Sipahioğlu’nun o gün çok ısrar ettiğini, büyük bir gazetecilik başarısı olacağını söylediğini açıklamıştı. Bu bilgilerin sonucu olarak “2. baskının” daha önceden hazırlandığı sonucuna varabiliriz.[24]

Gazete, manşetin altında ise yine istihbarat örgütünün içinde yuvalandığı iki örgütün yetkililerinin tehdit içeren açıklamalarını vermekteydi. Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin (KTC) Milli Emniyet Hizmetleri (MAH) Genel Sekreteri Kamil Önal, “Mukaddesata el uzatanlara bunu çok pahalı ödeteceğiz… Ödeteceğimizi söylemekte artık bir mahsur görmüyoruz.” Diğer örgüt İstanbul Yüksek Okul Talebeleri Birliği (İYOTB) Başkanı Bahaettin Erton ise, Atatürk’ün evini “tahrip etme küstahlığında bulunanlara gerekli cevabı vermekte bir an gecikmeyeceklerini” söylemektedir.

Aslında bombalama olayı da eylemlerin geniş halk kitleleri tarafından gerçekleştirilmesi de bütünüyle bir kontr-gerilla provokasyonu neticesinde gerçekleşmiştir. Nitekim bombalanan ev, Türk Konsolosluğu ile aynı bahçededir. Bombalar Selanik Başkonsolos Yardımcısı Ali Tekinalp tarafından Türkiye’den getirilmiştir. Sonradan MİT’te çalışacak ve Eskişehir ve Nevşehir Valisi görev yapacak olan Oktay Engin’in azmettirmesi ile konsolosluk hizmetlisi (kavas) Hasan Uçar tarafından bombalar eve konulmuştur.

Gazetenin yaygın dağıtımı sonrasında, KTC ve İYOTB tarafından Taksim’de izin alınmadan miting yapılmış ve miting sonrasında ise azınlıkların (Rumların, Yahudilerin ve Ermenilerin) dükkân ve evlerine yönelik yağma ve vahşete başlanmıştır.[25]

Olayların Başlaması

Bombalama olayının gazete tarafından tahrik edici ve kitleleri yönlendirici tarzda topluma yansıtılmasından sonra İstiklal Caddesi’nde toplanan kalabalıklar, gayrimüslimlere ait işyerlerini taşlamaya; yakıp yıkmaya başlamıştı. Saldırıları gerçekleştirenler kamyon, minibüs ve kamyonetlerle başka yerlerden hatta başka illerden gelen organize gruplardı. Camilerde verilen tek tip vaazlarla halk, Rumlara karşı kışkırtılıyordu. M. Kemal’in evinin bombalanması olayı provokasyon olup önceden bilindiği için İstanbul ve İzmir’de gerçekleştirilecek eylemler de önceden en ince detaylarına kadar düşünülmüş ve hazırlanmıştı. Yağmalanacak adresler muhtarlıklar tarafından önceden hazırlanan MAH ve “sivil savunma” adı altında Özel Harp Dairesi’ne verilen listelerdi.[26] Nitekim 6-7 Eylül olaylarında “hedefler önceden belirlenmiş, Milli Emniyet ajanlarının büyük ölçüde yuvalandığı “Kıbrıs Türktür Cemiyeti” ve “İstanbul Yüksek Okullar Talebe Birliği” gibi örgütler, polis himayesinde saldırı, tahrip ve yağma eylemlerine fiilen öncülük etmişlerdir. Eylemlerde büyük organizasyon ve disiplin göze çarpmaktaydı. Birdenbire saatlerce uzaklıkta olan denizaşırı semtlerde hatta İstanbul, İzmir gibi apayrı şehirlerde, kırıp, dökme, yağmalama işlemleri aynı anda –sanki düğmeye basmış gibi- 52 ayrı yerde birden eylem başlatılmış ve yangınlar çıkarılmıştır. Eylemlerin hedef noktaları semt semt, sokak sokak, cadde cadde, kapı kapı önceden belirlenmiştir. Olaylardan günler önce muhtarlar, karakollar aracılığı ile yağmalanacak ikametgâh ve işyerlerinin adresleri belirlenmiştir. Şöyle somut bir örnek anlatılmıştır:

Büyükada’da saldırıya uğrayan bir otelde, otel müdürünün telefonla Kaymakam’ı araması üzerine, Kaymakam:

– Nasıl olur? Sizin Otel listeye dâhil değildi. Ben şimdi anlarım, sözleri TBMM tutanaklarına kadar geçmiştir.

Bu konuda doktora çalışması yapan Dilek Güven’in aktardığı bazı tanıklıklar daha da ilginçtir:

“Bir Rum arkadaşımın dükkânının önünde elimde bir Türk bayrağı ile nöbet tutuyordum. Ellerinde bir listeyle geldiler. Onlara bu dükkânın bir Türk’e ait olduğunu söyledim. O bunun imkânsız olduğunu, çünkü ismin listede olduğunu belirti. Ben de ‘O zaman listede bir hata olmuştur’ dedim. Ellerindeki listelerde tüm cadde isimleri ve ev numaraları vardı. Kendi aralarında sürekli birbirlerine talimat veriyorlardı. ‘Bu ev bir Rum’un, şu Ermeni’nin, bu dükkânı yağmalayın, şu eve girin’ vs.”

“Yüksek kaldırım’da bir Yahudi, o kargaşada kendi levhasını bir Türk dükkânının tabelasıyla değiştirdi. Yahudi’nin dükkânına hiçbir şey olmadı ama Türk’ünki yağmalanmıştı. Sonra komşusuna dedi ki ‘Ne yapalım, senin insanların bunu yaptılar.’ Ama garip hatalar da oluyordu. Benim bir profesör arkadaşım vardı. Muayenehanesinin üzerinde Doçent Dr. diye bir levha yazılmıştı. Doçent kelimesini gayrimüslim bir isim zannedip muayenehanesini tahrip etmişler.”

“Bizim evimiz, Beyoğlu’ndaki Kalyoncu Sokak’taydı. Şiddet olayları patlak verdiğinde, kapıcı Mehmet, anneme ‘Korkmayın Madam, bizim evde saklanabilirsiniz’ dedi. Eline bir Türk bayrağı aldı, dış kapıyı kilitledi ve binanın önünde durdu. İlk saldırganlar geldiğinde, onlara burada Rum oturmadığını söyledi ve adamlar gerçekten de evimizi yağmalamadan gittiler. 2. kattaki Madam Katina’yı, 3. kattaki Maria’yı ve 4. kattaki Anton’u korumuş olan Mehmet, binadan çıktı. Türk bayrağını bıraktı, eline bir odun parçası aldı ve caddenin karşısındaki gayrimüslimlere ait dükkân ve evlere saldırmaya başladı. Ben, onu evimizin penceresinden izleyebiliyordum.”

“Yayanın (annemin) evindeyken orada gördüklerime inanamadım. Kapılar ve pencereler artık yoktu. Buzdolapları, dolaplar, aynalar parçalanmış ve evinin önüne yığılmıştı. Yataklar, yorganlar kesilmiş, yünler her tarafa dağıtılmıştı. Elbiseler, ayakkabılar, örtüler, halılar lime lime edilmiş, yığınlar halinde tabak çanak binlerce parçaya bölünmüştü. Somya parçalanmış, avizeler, vitrinler, masalar, sandalyeler ve koltuklar baltayla kesilmişti. Yerde odun, kömür ve gaz, tuz ve şeker, yağ ve yumurtalardan bir birikinti oluşmuştu. Soba da tahrip edilmiş, bazı valizlerin içindekiler dahi makasla kesilerek kullanılamaz hale getirilmişti.”[27]

O sıralarda DP İstanbul milletvekili olan Aleksandros Haçopulos, TBMM’de yaptığı konuşmada; “Evimin yanında polis karakolu bulunmaktadır. Bizi tanırlar, anne ve babamı bilirler. Tahripçiler evin içine giriyor, ev tamamıyla tahrip ediliyor ve evimin önünde duran silahlı jandarmalar hiç müdahale etmiyor. Bu hadisede diyebilirim ki evim değil, tahripçiler muhafaza edilmiştir. Babam ve annem 80 yaşındadır. Yataktan aşağı atılmış ve gece yarısı, yatakları dâhil her şeyleri tahrip edilmiştir. Başbakanlık Müsteşarı Salih Korur, evimin halini gözleriyle görmüştür… Sarf ettikleri cümleler de şunlardır; kırın, yıkın, mebusun evini. Bedavadan para alıyor.”[28]

Olaylar, Mecliste tartışılır, Muhalefet meydana gelen olayları DP Hükümetini yıpratmak için kullanacaktır. Meclisteki tek azınlık mebusları olayları kınar. Hacopoulos kendine mecliste tek yandaş bulacaktır:

“CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, 16 Aralık 1955 TBMM konuşmasında şöyle demişti: 6 Eylül akşama doğru İzmir itfaiyesi fuara gelir, bir pavyon önünde durur. Niye geldiklerini soranlara masum neferler yangın çıkacakta onu söndüreceğiz, derler.

Aynı tutanaklarda Demokrat Partinin ve Parlamentonun tek Elen[29] temsilcisi Aleksandros Hacopoulos, 12 Eylül 1955’te TBMM’de yaptığı konuşmasının metni de mevcuttur: Sayın arkadaşlarım, teşkilat tertipli idi, muntazamdı, İstanbul’da 74 kilise vardı, 70’i aynı zamanda yakıldı ve yıkıldı. Sayın arkadaşlar, mezarlar açılmış, mukaddes ruhanilerimizin, anne ve babalarımızın kemikleri çıkarılmış ve cesetler bıçaklanmış ve yakılmıştır. Yenimahalle’de bir eve çapulcular gireceği bir anda bir polis onlara yaklaştı ve daha erkendir, bir saat sonra gelin, dedi. Buna emniyet mi derler? Matbuatın burada hissesi de vardır. Misal mi istiyorsunuz? Ayın sekizinde Ulus gazetesinde şöyle bir yazı vardı: Kiliseleri Rum papazları yakmıştır. Bu, olur mu arkadaşlar?[30] (Devam edecek…)

[1] Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu, “1945’e kadar İngiltere’nin sömürgesiydik. 1945’ten sonra ABD’nin sömürgesi olduk…” diyor. Bkz; https://www.milligazete.com.tr/haber/910586/eti-bizim-kemigi-amerikanin

[2] Trumann Doktrini ve Marshall yardımları için bkz; Olaylarla Türk Dış Politikası c.1 (1919-1973) Ank. Üni. Siyasal Bilg. Fakültesi Yayınları, 5.bsk. 1982 Ankara, s.219 vd.; ayrıca bkz; Prof. Dr. Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarih C.1: 1914-1980, T. İş Bank. Yayınları, 1991, Ankara, s. 441 vd.

[3] Soner Yalçın-Doğan Yurdakul, Bay Pipo, Doğan Kitapçılık, 2.bsk. Ocak-2000, İstanbul, s.39

[4] Milli Emniyet, CIA’nın dışında diğer gizli servislerden de alıyordu. Aradaki fark ise diğer gizli servisler (Fransa, İngiliz ve İtalya gizli servisleri) parayı Milli Emniyetin Merkezine veriyorlardı, CIA ise adamları vasıtasıyla egemenliğine aldığı gizli servis ünitelerine zarf içerisinde veriyordu. Daha geniş bilgi için bkz; Cüneyt Arcayürek, Darbeler ve Gizli Servisler, Bilgi Yayınevi, 5. Bsk. Mayıs 1990, Ankara, s.44

[5] 27 Eylül 1952 tarihinde kurulan Seferberlik Tetkik Kurulu’nun düşüncesi de finansman ve teçhizatı da ABD vermiştir. (Bay Pipo, s.37) Bu Kurul, 1965’de Özel Harp Dairesi, 1992’de de Özel Kuvvetler Komutanlığı ismini almıştır.

[6] TC’de yapılan her darbe öncesinde meydana gelen ve durdurulamayan kanlı olayların, darbe sonrasında bıçakla kesilir gibi durmasının nedeni olarak hep bu örgüt gösterilmiştir. Daha geniş bilgi için bkz; Çetin Yetkin, Türkiye’de Askeri Darbeler ve Amerika, Ümit Yayıncılık, Ankara 1995 s.175 vd.

[7] 1 Mayıs katliamı, Kahramanmaraş, Malatya ve Çorum olaylarının bu örgütün kışkırtmasıyla meydana geldiği söylenmiştir.

[8] Hala kim/kimler tarafından işlendiği belirlenemeyen binlerce faili meçhul cinayetler! (Eşref Bitlis, Hamid Fendoğlu, Hendek, Düzce, Sapanca üçgeninde öldürülen Kürt iş adamları, Tarık Ümit ve Susurluk’la gündeme gelen bütün pisliklerin arkasında bu örgütün ismi zikredilmiştir.

[9] Prof. Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Prof. Bahriye Üçok’a (Bkz; Fatih Güllapoğlu, Tanksız Topsuz Harekat ‘Psikolojik Harekat’ Tekin Yayınevi Ankara 1991 s.134 vd.) Turgut Özal’a, Uğur Mumcu’ya (Can Dündar-Celal Kazdağlı, Ergenekon Devlet İçinde Devlet, İmge Yayınları, Ankara, 8.bsk 1999, s.108 ve 115 vd.) yapılan suikastlarda hep örgüt ismi gündeme getirilmiştir.

[10] Emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, kendisiyle yapılan bir röportajda; “ÖHD’nin sivil kanadı diye tutturmuşlar. Yahu bunların hepsi çok güvenilir kişilerdir. Bu kişileri, ÖHD’nin en başındaki yetkili de tanımaz. Ben de tanımazdım…” diyor. 1971-1974 yılları arasında ÖHD’nin Başkanı olan Kemal Yamak da, Bülent Ecevit’e verdiği brifingde; “Bu vatansever gönüllülerin adlarının gizli olduğunu, ömür boyu görevli olduklarını ve ayrıca bu vatanseverlerin kullanmaları için de, Türkiye’nin çeşitli yerlerinde saklı silah depolarının bulunduğunu” ifade etmiştir. Daha geniş bilgi için 24-25 Aralık 2008’de Ali Kaçar ile yapılan röportaja bkz; https://anadoluhaber.blogspot.com/2008/12/anadoluhaber-gladionun-resmi-tarihi.html

[11] https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/215821

[12] Türk Mukavemet Teşkilatı Örgütü, Kıbrıs Adası’nda 1 Ağustos 1958 tarihinde, TC. Hükümetinin izni ile Genelkurmay Özel Harp Dairesi subayları tarafından, Kıbrıs Tür Toplumu liderlerinin yardımları ile kurulmuştur. (İsmail Tansu, Aslında Hiç Kimse Uyumuyordu, s.15) Bu örgütte görev yapacak subayların belirlenmesi için bkz; age. s.59 vd. Ayrıca bkz; Dr. Ulvi Keser, Türk Mukavemet Teşkilatı, IQ Yayıncılık, 1.bsk. Ocak 2007 İstanbul, s.218 vd.

[13] https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/73861

[14] Necmeddin Sadak, 10 Eylül 1947 tarihinde Dışişleri Bakanı olmuş ve bu görevini 22 Mayıs 1950 tarihine kadar sürdürmüştür.

[15] https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/73897

[16] Armaoğlu, age. s.529-530

[17] Armaoğlu, age. s. 531

[18] Soner Yalçın-Doğan Yurdakul, Bay Pipo, Doğan Kitapçılık, 2.bsk. Ocak-2000, İstanbul, s.48

[19] https://www.evrensel.net/haber/218530/6-7-eylul-1955-istanbul-alevler-icinde; Olaylarla Türk Dış Politikası, Ank. Ün. Siyasal Fak. Yayınları, c.1 (1919-1973), 5.bsk. 1982, Ankara, s.353

[20] https://www.evrensel.net/haber/218530/6-7-eylul-1955-istanbul-alevler-icinde

[21] https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/73861

[22] Türkiye’de okul kitaplarında ve genellikle Atatürk ile ilgili kitaplarda hiç açıklanmayan bir gerçek “Mustafa Kemal’in doğduğu ev diye bilinen” yerin Elen hükümeti tarafından satın alınmış ve Türk halkına hediye edilmiş olmasıdır. “Mustafa Kemal’in doğduğu ev diye bilinen yer diyorum” çünkü Yalçın Küçük’e göre muhtemelen bu Mustafa Kemal’in doğduğu ev değildir, sekiz-dokuz yaşında geldiği evdir. Bkz; file:///C:/Users/EtSisTeM/Downloads/6_7_Eylul_olaylari_50_yil_sonra_6_7_Eylu.pdf

[23] http://heval.info/index.php?option=com_content&task=view&id=38; Ayşe Hür, “6 Eylül 1955 günü saat 11’de, İstanbul Radyosu, devletin resmî ajansı Anadolu Ajansı’na dayanarak, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bombalı saldırı yapıldığı haberini verdi” diyor. Bkz; Hür, agm.

[24] A. Ersin’in “6-7 Eylül Olayları” makalesi için bkz; http://www.kizilbayrak.de/2002/sykb35/sayfa_17.html; A. Hür. agm.; Gökşin Sipahioğlu, “O gün gazete 300 bin basmadı. Çünkü İstanbul’un nüfusu 600 bindi. 300 bin gazete basacak kâğıt bulmak, o günkü Türkiye’de güçtü. O vakit, baskımız 20 ya da 30 bin olabilir. Ben ikinci baskıya karar verdiğimde, Mithat Bey’in haberi yoktu. Sonra ikna ettik Mithat Bey’i. Mithat Bey’in hiçbir şekilde, hiçbir vakit etkisi olmadı. Etkisi olduğu iddiaları tamamen uydurma, iğrenç bir yalandır. Gazetenin bir gün evvel basıldığını bile yazdılar. Araştırma yapmadan, soru sormadan yazı yazıyorlar Türkiye’de. Bkz; https://www.hurriyet.com.tr/gundem/topraga-verilen-perin-cenazesinde-aklandi-39212819

[25] https://www.facebook.com/ATAMINbuVATAN/photos/a.630364440318594/630364453651926/

[26] Ecevit Kılıç, Özel Harp Dairesi, Türkiye’nin Gizli Tarihi, Güncel Yayıncılık, 4.bsk. Ocak 2008, İstanbul, s.77 vd.

[27] Dilek Güven, Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül Olayları, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1.bsk. Ağustos 2005 İstanbul, s.15 vd.

[28] Daha geniş bilgi için bkz;

 https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d10/c007/tbmm10007080.pdf

[29] Elen kelimesi, Türkçede “Yunanlı” anlamına gelir. Fransızca hellène “Yunanlı” sözcüğünden alıntıdır.

[30] file:///C:/Users/EtSisTeM/Downloads/6_7_Eylul_olaylari_50_yil_sonra_6_7_Eylu.pdf

GRUBA KATIL