27 Mayıs Darbesi ve Gladyo; Araştırmacı Yazar Ali KAÇAR
Arşiv Duyurular Foto Galeri Genel Gündem İktibas

27 Mayıs Darbesi ve Gladyo; Araştırmacı Yazar Ali KAÇAR

27 MAYIS DARBESİ VE GLADYO*

Türkiye, 1945 yılında, dünyanın içinde bulunduğu konjonktüre uygun olarak ve batılı devletlerin de dayatmasıyla çok partili sisteme geçmiştir. Çok partili sisteme geçişle, Türkiye’de, siyasal ve sosyal hayatın normalleştiği, insanların özgürleştiği, yeni kurulan partilerin kendi tüzüklerine uygun olarak faaliyet gösterdikleri anlaşılmamalıdır. Çünkü kurulan her yeni parti, ‘asıl’ parti CHP’nin bir türevi olarak kurulmak zorunda bırakılmıştır ve halen de öyle olmak zorundadır. Dolayısıyla Türkiye’de kurulan ve kurulacak olan her yeni parti, tüzüğünü ve faaliyetlerini, ana parti olan CHP’nin kurucu ideolojisi Kemalizm’e göre tanzim etmeyi kabullenmek zorundadır. Aksi halde bu anlayışa aykırı olarak kurulan ya da faaliyet gösteren her parti, hizmetine bakılmaksızın hemen kapatılmıştır. Bu anlayış, sadece çok partili sisteme geçişin ilk yıllarında geçerli olmamış, bugün de, yani 2009’da da geçerliliğini aynen devam ettirmektedir. Bu nedenledir ki, Türkiye, kapatılan partiler nedeniyle adeta bir parti mezarlığına dönmüştür.

Bilindiği gibi, İkinci dünya Savaşı’ndan sonra dönemin süper emperyal ülkelerinin yaptıkları paylaşımda Türkiye, ABD’nin arka bahçesine düşmüştür. Bu yıllar itibari ile Türkiye ile ABD arasında başlayan ikili ilişkiler, daima ABD lehine gelişmiş ve Türkiye, ABD tarafından, adeta, 52 ya da 53’ncü eyaleti muamelesine tabi tutulmuştur. Türkiye’nin kalkınması ve ekonomik ve askeri açıdan güçlenmesi için ABD tarafından yapılan askeri ve ekonomik yardımlar, ne yazık ki, Türkiye’nin elini kolunu bağlamıştır. Buna Türkiye’yi ‘küçük Amerika’ yapmak isteyen siyasilerin ABD hayranlığı da eklenince, olayın vahameti daha da artmıştır. Türkiye’nin gözü kapalı bu teslimiyetine rağmen, başlangıçta, bütün çabalarına rağmen 4 Nisan 1949’da kurulan NATO’ya da alınmamıştır. Ancak, ilerleyen yıllarda ABD’nin de himmet etmesiyle, Türkiye,  NATO üyesi ülkelerin özellikle de ABD’nin menfaatlerini gerçekleştirmek için önce Kore’ye savaşa gönderilmiş ve daha sonra da 1952’de NATO’ya kabul edilmiştir. Türkiye’nin NATO’ya üye olmasıyla birlikte, ABD’nin Türkiye’deki etkinliği daha da artmıştır. ABD, sadece ekonomik ve askeri yardım yapmakla yetinmemiş, bu yardımların nasıl kullanılacağının belirlenmesinin yanında, ordu ve Milli Amala Hizmetleri (MAH ya da MEH: Milli Emniyet Hizmetleri) yani istihbarat örgütü başta olmak üzere, Türkiye, ABD menfaatleri çerçevesinde yeniden dizayn edilmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ordunun örgütlenişi, subayların eğitimi, savaş taktik ve stratejileri için Almanya’daki askeri sistem model alınmıştı. Cumhuriyet döneminde de Alman etkisi varlığını korumakla birlikte giderek İngiliz modeli egemen olmaya başlamıştı. 2. Dünya Savaşı’nın bitimiyle birlikte İngiliz modeli, yerini ABD modeline bırakmıştı. O yıllardan itibaren de, Türkiye’de, orduda her alanda ABD modelinin etkisi hüküm sürmeye başlamıştır. Subayların terfi, tayin şekli dâhil olmak üzere, gerek Türkiye’de ve gerekse Amerika’da gördükleri eğitim müfredatları bu modele uygun hale getirilmiştir. ABD’nin yarım asırdan fazladır Türkiye’de askeri ve politik alanda etkisinin devam etmesi, bu eğitim sayesinde olmaktadır. Çünkü alınan eğitim o kişinin dünya görüşü üzerinde de şu ya da bu ölçüde etkili olmaktadır.

Türkiye, NATO’ya girmesiyle birlikte, 1952 yılının 27 Eylülünde, diğer NATO üyesi ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de Gladyo örgütlenmesine gidilmiştir. Genel olarak NATO’nun gizli orduları olarak örgütlenen bu yapının Türkiye’de kurulduğu dönemdeki ismi Seferberlik Tetkik Kurulu idi. Bu örgüt, ABD tarafından kurulmuş ve faaliyetini de ABD’de hazırlanan talimnamelere göre yapmaktadır. ABD güdümlü bu örgütün Türkiye’de CIA kontrolünde gerçekleştirdiği ilk eylem 6–7 Eylül 1955 olaylarıdır. CIA güdümlü bu örgütün ikinci eylemi ise, 27 Mayıs darbesidir. Aslında DP ve dolayısıyla Menderes ve ekibi ABD yanlısı politika izlemekteydiler. Ama ABD, kendi arka bahçesine düşen Türkiye’nin kendisinden habersiz nefes almasını bile istemiyordu.

DP’NİN İKTİDAR OLMASIYLA DARBE GİRİŞİMLERİ BAŞLAMIŞTI!..

Elbette konumuz 27 Mayıs darbesini ve DP iktidarını bütün yönleriyle incelemek değildir. Bizim burada üzerinde durmak istediğimiz asıl konu 27 Mayıs darbesinde ABD’nin ve ABD güdümlü Seferberlik Tetkik Kurulu’nun fonksiyonunu irdelemektir. Ancak, DP’ye yönelik darbe girişimlerini ana hatlarıyla da olsa gündeme getirmek konumuzun daha net anlaşılması için önem arz etmektedir. Demokrat Parti 14 Mayıs 1950’de yalnız başına iktidara gelince ordu içerisinde özellikle de İnönü yanlısı cuntayı harekete geçirmiştir.

DP döneminde ilk darbe olayı, yani ordu içindeki cuntanın harekete geçtiği haberi, 5 Haziran 1950’de bir albayın Başbakan Menderes’i ziyaret ederek 8–9 Haziran gecesi hükümete karşı darbe yapılacağı ihbarıyla gündeme gelmişti. Cumhurbaşkanı Celal Bayar ile görüşen Menderes, 6 Haziran günü gerçekleştirdiği bir operasyonla “Genelkurmay Başkanı Orgeneral Abdurrahman Nafiz Güran’ın yerine Orgeneral Nuri Yamut’u, 2. Başkan İzzet Aksalur’un yerine Korgeneral Şahap Gürler’i getirilmiş; Orgeneral Salih Omurtak, Orgeneral Kazım Orbay ve Hakkı Akoğuz Paşalar emekli edilmişlerdir.  1. Ordu Kumandanı Asım Tınaztepe, 2. Ordu Kumandanı Muzaffer Tuğsavul, 3. Ordu Kumandanı Mehmet Berköz Paşalar, Askeri Şuraya tayin edilmişler; Deniz Kuvvetleri Kumandanı Mehmet Ali Ülgen ve Hava Kuvvetleri Kumandanı Zeki Doğan Paşalar merkeze alınmışlardır. 15 General ve 150 Albay da 2–3 ay içinde emekli edilmek üzere görevden alınmışlardır…”  İlk darbe olayı böylece –geçici de olsa- engellenmişti. Ancak bu engelleme, aynı zamanda hem DP iktidarının, hem de Menderes ve iki arkadaşının sonunu da hazırlamıştır.

DP, 1950 seçimlerinden sonra 1954 ve 1957’de yapılan her iki seçimde de yalnız başına iktidar olmuştu. CHP, halkın iradesiyle yani normal seçimle iktidara gelme şansının olmadığını görünce, seçim dışı yöntemle iktidara gelme yollarını aramaya başlamıştı. CHP bu amaçla, gerek halkı –özellikle de işçi ve üniversite gençliği- ve gerekse ordu içerisindeki genç subayları, hükümet aleyhine kışkırtmaya başlamıştı.  Bu nedenle de gençliğin ve ordunun içerisindeki en küçük rahatsızlıklar bile büyütülerek, o dönem kimi medya mensuplarının yardımıyla da gündeme getirilmeye çalışılmaktaydı. Zaten ordu içerisinde, hükümet aleyhtarı kıpırdanmalar da, DP’nin iktidara gelmesinden bu yana hiç eksik olmamıştı. Ordu içinde, hükümete yönelik eleştirilerin başında ise laiklik karşıtı faaliyetler gelmekteydi; irticaın hortlatıldığı, Atatürkçülüğe karşı faaliyetlerin yoğunlaştırıldığı, ezanın Arapça okunmaya ve imam hatip okulları ile Kur’an Kurslarının açılmaya başlanması ise, bu kıpırdanmaları daha da tetiklemekteydi. Oysa 5816 sayılı Mustafa Kemal’i Koruma Kanunu Menderes hükümeti tarafından çıkarılmıştı. Ayrıca Müslüman’ım diyen herkesin üzerinde demoklesin kılıcı gibi sallanan ve Müslümanlara adeta kan kusturan 163. Maddenin alanı ve ceza miktarları Menderes hükümeti tarafından ağırlaştırılmıştı. İsim ve unvanında İslam bulunan bazı partiler, irticai faaliyet gösteriyor gerekçesiyle yine Menderes hükümeti tarafından kapatılmıştı. Yani, İslam karşıtlığı ya da Atatürkçülüğe bağlılık noktasında, Menderes hükümeti, CHP hükümetini aratmazken, ordu içerisinde bu tür hükümet karşıtı faaliyetlerin yoğunlaşması, CHP ve onun doğrultusunda bulananlar açısından bir iktidar mücadelesinden başka bir anlam taşımıyordu.

Ordunun içerisinde 1954’lerden itibaren darbe yapmak için grupların oluşturulmasına hız verilmişti. Bu grupların ilki, 1955’de İstanbul Harp Okulu’nda okuyan iki genç subay Dündar Seyhan ile Faruk Güventürk tarafından kurulmuştu. İlerleyen yıllarda bu oluşuma 1960 darbesinde etkin rol oynayan Suphi Gürsoytrak, Orhan Kubibay ve Orhan Erkanlı da katılmıştı. Bu oluşumun başkanlığına Güventürk, sekreterliğine ise Dündar Seyhan seçilmişti. Bu oluşumun dışında Ankara’da da, cuntacı zihniyete sahip iki farklı oluşum faaliyet göstermekteydi. Ankara’daki bu oluşumların ilki o zaman binbaşı olan Osman Köksal, Sezai Okan ve Talat Aydemir, diğer oluşum ise Sadi Koçaş ve Kenan Esengil tarafından kurulmuştu. Kısa bir süre sonra İstanbul’daki Seyhan grubuyla, Ankara’daki Aydemir grubu birleşme kararı almışlardı. Bu birleşme 1957 yazında, Üsküdar’da, bir zamanlar Mahmut Şevket Paşa tarafından kullanılan tarihi evde yapılan bir törenle gerçekleştirilmişti. Bu birleşik grubun, Ankara’daki diğer Koçaş grubuyla birleşme girişimleri müsbet sonuç vermemişti. Aydemir ve Seyhan Grubu, 1957’de yapılacak genel seçimlerde Menderes hükümeti konumunu yeniden pekiştirmeden darbe yapmayı ısrarla gündeme getirmişlerse de, bu teklif arkadaşları tarafından kabul edilmemişti.   Kendilerine lider arayan Aydemir ve Seyhan grubuna mensup Faruk Güventürk, dönemin DP’li Milli Savunma Bakanı Şemi Ergin’e giderek ‘bir tabancam var, emrinizdedir’ diyerek ‘devrimin lideri’ olmasını teklif etmiştir. Bu teklifi kabul etmeyen Ergin, Güventürk’ü suçüstü de yakalatmamıştır.

Bu birleşik grup darbe yapmak üzere hazırlık yaparken, kısa bir süre önce kendi gruplarına dahil olan bir binbaşı tarafından ihbar edilmişti. Bu Binbaşı, Harp Okulu’nda çalışkanlığı ve zekâsıyla sivrilmiş, kısa zamanda kurmay olup NATO’da görev yapmış, birkaç dil bilen Samet Kuşçu idi. Samet Kuşçu, bu ihbarı önce ‘Ordu Temsil Bürosu’nda askerliğini yaparken tanıştığı Mithat Perin’e yapmıştı. Kuşçu, Perin ile yaptığı görüşmede, hal hatır sormadan söyleyeceklerini art arda sıraladı: “Tıpkı Mısır’da olduğu gibi bazı subaylar Nasır tipi ihtilal hazırlığı içindeler. Başlarında Yarbay Faruk Güventürk var. Beni Başbakan Menderes’le acilen görüştür!”  ricasında bulunmuştur. Bu subaylardan bazılarının Hükümete sadık olduklarından kuşkulanan Samet Kuşçu, “Onlar beni ihbar etmeden önce ben onları ihbar edeyim” diyerek, ihbarı gerçekleştirmişti.  Yeterli delil bulunmadığı için Binbaşı Kuşçu’nun ihbar ettiği isimlerin tutuklanması mümkün değildi. Darbecilerin tutuklanabilmesi için nasıl delil elde edileceği yapılan kısa bir tartışmanın sonunda bulunmuştu. Bu tartışmanın sonucunda Binbaşı Kuşçu darbecilerinden birini evine çağırıp konuşturacak ve bunu da banda kaydedecekti. Ancak bu şekilde delil elde edildikten sonra darbecilerin yargılanmaları mümkün olabilecekti.

Samet Kuşçu, bu planı gerçekleştirmek için, İstanbul Kolordu Kurmay Başkanlığı’nda görev yapan Albay İlhami Barut’u evine çağırmıştı. Ancak Albay Barut,  Binbaşı Kuşçu’nun sohbet sırasında neden bağırarak konuştuğuna önce bir anlam verememişti. Ama balkondaki karartıyı görünce işi kavramıştı. Olayı anlamış ve dikkatli konuşmaya başlamıştı. Bu görüşme neticesinde 45 dakikalık bandı dinleyen İçişleri Bakanı Namık Gedik, hırsından dişlerini dudağına geçirmiş ve ‘bu ne rezalet’ diye bağırmaya başlamıştı. Delil kasete göre, ortada ihtilal filan yoktu. Bakanın hışmından korkan Binbaşı Kuşçu pencereden atlayıp kaçmıştı…

Birkaç saat sonra…

İstanbul Emniyet Müdürü Hayrettin Nakipoğlu’nun telefonu çaldı. Arayan ABD Konsolosluğu’nda görevli CIA’nın İstanbul istasyon şefiydi:

“Burada bize sığınmak istediğini söyleyen bir Türk subayı var. Türkiye’de ihtilal yapılacağını söylüyor, bilgiler veriyor. Lütfen gelip alır mısınız?” Binbaşı Kuşçu, Türk hükümetini inandıramayınca soluğu Amerikalıların yanında almıştı.

Tarihe 9 subay davası olarak geçecek tutuklamalar, 25–26 Aralık 1957 gecesi yapılan baskınların neticesinde gerçekleştirilmişti. Bu baskınlarda tutuklanan subayların sayısı 9’a çıkmıştı. Tutuklanan bu subaylar isimleri şöyleydi; Emekli Albay Cemal Yıldırım, Kurmay Albay Naci Aşkun, Kurmay Albay İlhami Barut, Topçu Yarbay Faruk Gürler, Kurmay Yüzbaşı Kazım Özfırat, Piyade Binbaşı Ata Tan, Ahmet Dalkılıç ve Piyade Yüzbaşı Hasan Sabuncu Harbiye’deki Merkez Komutanlığı’nda, muhbir Binbaşı Samet Kuşçu ise Kasımpaşa’daki Deniz Kuvvetleri Cezaevi’nde tutuklanmıştı. Bu 9 sanık 26 Mayıs 1958’de 1.Ordu Mahkemesi’ne çıktı. Mahkeme Başkanı, adı daha sonraları darbe söylentileri ile anılan General Cemal Tural idi. Savcı Emekli Albay Yıldırım ve muhbir Samet Kuşçu’yu isyan tahrikçiliği ile diğer 7 subayı fesat suçu işlemekle suçluyordu. Haziran ayında askeri mahkeme muhbir Kuşçu dışındakileri serbest bıraktı. 9 Subay davası 25 Kasım 1958 tarihinde 8 subayın beraatına ve muhbir Samet Kuşçu’nun 2 yıl hapis ve askerlikten atılmasına hükmetmesiyle neticelenmişti.

ABD, TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ MENSUPLARINA SİCİL VERMEKTEYDİ!..

ABD 1950’li yıllardan itibaren Türk Silahlı Kuvvetlerini yeniden dizayn etmeye başlamıştı. Artık Türkiye ordusunda ne Alman modeli, ne de İngiliz modeli geçerliydi; Türk Silahlı Kuvvetler için tek model vardı, o da, ABD modeliydi. Artık eğitimler, terfiler bu yeni modele göre verilmekteydi. Ancak bu, TSK’da bütünüyle ABD modelinin geçerli olduğu anlamına gelmiyordu. Çünkü TSK’da daha önce Alman ya da İngiliz modeline göre eğitilmiş ve halen görev yapan çok sayıda üst rütbeli subay bulunmaktaydı. Bu nedenle, TSK, Alman ve İngiliz modeline göre eğitilenlerle, ABD modeline göre eğitilenler olmak üzere ikiye ayrılmıştı. 27 Mayıs 1960 öncesi ordudaki darbeci gizli örgütlenmeler içinde bulunan ve 22 Şubat 1962, 21 Mayıs 1963 tarihlerinde iki ayrı darbe girişiminde bulunan Kurmay Albay Talat Aydemir anılarında bu farklılığı şu şekilde açıklamaktaydı: “Bu karargâhtaki (Genelkurmaydaki) kurmay subaylar hepsi Akademi tahsillerini eski sistemde ikmal etmişlerdi. Harp Akademilerinin vermiş olduğu baskı altından kurtulamamışlardı… En mühimi, yeni sistemde yetişen kurmay subayların yanında bilgi bakımından zayıf kalmalarıydı. Çünkü yeni yetişen kurmay subaylar, Amerikan doktrinlerine göre yetiştirilmişlerdi. Halen Türk ordusu NATO devletleri orduları içinde görev alıyordu. Hazırlanan bütün planlar yeni usullere göre yapılıyordu. Eski Alman doktrinleri yerine Amerikan doktrinleri konmuştu.”

Eğitim önemliydi. Çünkü bir ülkede etkinlik, ancak eğitilen sivil ve askeri bürokratlar kanalıyla mümkün olabiliyordu. Bu nedenle ABD, diğer ülke sivil ve askeri bürokratlarını, kendi amaçlarına uygun olarak eğitilmesine önem vermekteydi. Bu nedenle, kimi subaylar ABD’de eğitime tabi tutuluyor, kimileri ise, ABD’de eğitilen subaylar kanalıyla Türkiye’de eğitilmekteydi. Eğitimle neyi amaçladıklarını ABD Genelkurmay eski Başkanı William Crowe; “ (…) Washington’un dost ve müttefik ülke subaylarına ABD’de eğitim görmeleri amacıyla sağlanan bursların Uluslar arası Askeri Eğitim ve Talim (IMET) Programı denilen bir program dahilinde verildiğini, bu programın dost ve müttefik ülkelere yapılan en etkili ve en çok karşılık alınan yatırım olduğunu ve nüfuz sağlamak açısından son derece başarılı olduğunu, bugün dünyada ordularının başında olan hatta bazı durumlarda ülkelerinin yöneten pek çok askerin bu program sonucu ABD’de eğitim gören kişiler olduğunu, IMET’in diğer ülkelerin askeri ve sivil liderlerine yaklaşabilmek açısından ABD’ye önemli imkanlar sağladığını, bu öğrencilerin çoğunun üst kademe askeri lider olma vasfına sahip subaylar olduğunu, söz konusu subayların geçmişte olduğu gibi, gelecekte de ülkelerinde önemli görevler üstleneceklerini, örneğin bugün dünyada bakan, büyükelçi, kuvvet komutanı ve askeri okul komutanı pozisyonlarında IMET eğitimi görmüş 1500 kişinin bulunduğunu, IMET’in uzun vadeli bir yatırım olarak çok değerli bir güvenlik aracı olduğunu, ABD’ye sayısız yararlar sağladığını” ifade etmiştir. Haberin devamında; ABD’nin IMET programı çerçevesinden sağladığı kredilerde Türkiye’nin liste başında olduğu bildirilmektedir.  ABD Savunma eski Bakanı McNamara da 1962’de Amerikan Senatosunun Dış İlişkiler Komitesinde konuyla ilgili olarak şunları söylemektedir: “Gelecek yıl Amerikan askeri okullarında yabancı uluslardan 18.000 kişi eğitim görüyor olacaktır. Bu kişilerden her biri demokrasimizin nasıl çalıştığına tanık olacak, bizim hükümet geleneklerimizi ve felsefemizi öğreneceklerdir. Ülkelerine döndüklerinde de her biri bunun uygulayıcısı olacaktır.”

ABD, Türkiye’de orduya, istihbarat teşkilatına, ekonomiye ve siyasete yön verebilecek bir güçte idi. Türkiye’nin, ABD’den habersiz ya da ABD’nin hoşuna gitmeyen herhangi bir şey yapabilecek bir gücü yoktu. ABD o kadar ileri gitmişti ki, MİT (MAH ya da MEH) elemanlarına maaşlarını doğrudan CIA ajanları kanalıyla vermekteydi. İstihbarat elemanları eğitmek için, kendi kontrolünde okul bile açmıştı. 27 Mayıs’ta da, 12 Mart’ta da darbecilerin önde gelenlerinden Cemal Madanoğlu CIA’nın Türkiye’deki etkinliği şöyle dile getirmektedir; “CIA bize sicil verir hale gelmişti. Amerikan müşavir heyetleri gelir hakkımızda rapor tutardı. Sonra bu raporlara göre geri hizmete gidersiniz…”

ABD’nin ordu içindeki etkisini yine darbecilerden Suphi Gürsoytrak şöyle anlatmaktadır; “ABD, ordunun her kesimine, en küçük birimine kadar her yere girmişti 1960’tan önce. Örneğin, bilmem neredeki bir alayda, ‘uzman’ sıfatlı erler vardı. Subayların, hepimizin er düzeyinde ‘uzmanlara teslim edilen ordu adına içimiz sızlıyordu. Yakınıyorduk. Harp Akademisi’nde ABD’li uzmanlar bize, ‘Harp tarihi, stratejisi okumayın’ diyorlardı. Onlara göre, ne gerek vardı. Bize ‘NATO çerçevesinde verilecek görevleri yapacak nitelikte olsun eğitiminiz, yeterli’ diyorlardı… İçini çekti Gürsoytrak. Ordunun büyük küçük bütün birimlerine giren Amerika, kuşkusuz “istihbarat elemanlarını” da yerleştirmişti. Sürekli rapor alıyordu Amerika. Ordu dışındaki devlet kademelerinde de aynı durum olduğuna göre, CIA bir yandan, ABD büyükelçiliği bir yandan, soluk alışımızı bile saptıyorlardı.”

ABD, TÜRKİYE’NİN SANAYİLEŞMESİNİ İSTEMİYORDU!..

ABD başta olmak üzere, uluslar arası kuruluşlar, devrin süper güçleri, Türkiye’nin sanayileşmesini istemiyorlardı. Bu nedenle, her vesileyle yatırımların durdurulmasını, büyüme hızının düşürülmesini dayatıyorlardı Türkiye’ye! Menderes hükümeti ise ülkeyi kalkındırmak, bu amaçla da sanayileşmek istiyordu. Ancak, Türkiye’nin imkânları bunun için yeterli değildi. Menderes hükümeti mali destek için başvuruda bulunduğu her Batılı devlet menfi cevap vermenin yanında sanayileşmeye gerek olmadığını söylemekteydi.  Eski diplomatlardan Ercüment Yavuzalp bir yabancı yazarın Türkiye’yi eleştirmesi üzerine, Menderes’in şöyle dediğini belirtmektedir:

“Bu yabancı, Türkiye’de bir fabrikanın fonksiyonu nedir bilmez. O bunu kendi tuzu kuru ülkesindeki kriterlere göre değerlendirir. Biz fabrikadan, üretim yanında başka fonksiyonlar da bekleriz. Türkiye’de bir yere fabrikanın kurulması demek, oraya okul, revir, doktor gitmesi demektir. Fötr şapkalı adam gitmesi, istihdam yaratılması ve tarımın gelişmesi demektir. Bunları o adam bilmez ki… Ona akıl hocalığı yapan benim adamım da bilmez. Benim için mesele, şekerin sadece kilo başına maliyeti değildir. Ben fabrikaları kurarken onun bu yan fonksiyonlarını da göz önünde tutmak mecburiyetindeyim…” Yavuzalp, gereğinden çok tekstil fabrikası açtığı eleştirilerine karşı da Menderes’in, “Çok fabrika yaptığımız söyleniyor. Yani fabrika yapmayıp da hep pamuk ihracatçısı mı kalalım? Ne için pamuğumu işleyip satmayayım? İhracat niye yapmayalım? Farz edin ki, ihraç edemedik. O zaman bez yapar satarım. O da olmadı iplik yapar satarım. Hammadde satıcısı olmaktan daha iyi değil mi?…” dediğini kaydediyor.  Bir başka Emekli diplomat Semih Günver de, ABD’nin Türkiye’nin sanayileşmesini istemediklerini şu sözlerle belirtmektedir; “Menderes ve Zorlu’nun en büyük sorunları, ülkenin sanayileşmesinin gecikmesi idi… Benim o yıllardaki intibaım Amerikalıların, Türkiye’yi kuvvetli bir sanayi ülkesi haline getirmek niyetinde olmadıkları ve ülkemizi genel stratejilerinde, icabında kendilerinin kullanacakları bir askeri üs olarak korumak ve ekonomimizi dışa bağımlı tutmayı tercih etmekte oldukları idi.”  ABD’nin bu tavrını, gazeteci Nur Batur, “Milliyet Gazetesi’nde 13-19 Şubat 1989’da yayımlanan “İngiliz gizli belgelerinde Menderes-Amerika kavgası ve 27 Mayısa doğru” başlıklı yazı dizisinde İngiliz kaynaklarına dayanarak şöyle dile getirmektedir.  Bu yazı dizisinde İngiltere’nin Ankara Büyükelçiliği Müsteşarının İngiltere’ye verdiği gizli raporlarda özetle, ABD’nin Menderes ve Zorlu’dan yatırımları durduracak kararlar almalarını, sanayileşmeden vazgeçmelerini istediği, ABD’nin Menderes ve Zorlu’nun tutumlarından hoşnut olmadıkları belirtilmektedir.

DP iktidarı döneminde Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreter İktisadi İşler Yardımcısı, sonra da Genel Sekreter olarak Menderes ve Zorlu ile birlikte çalışan Melih Esenbel de diyor ki: “Amerika, Menderes ve Zorlu’ya baskı yapıyordu. Amerika, Menderes’ten devalüasyon yapmasını, ithalatı kısıtlamasını, kalkınma hızını düşürmesini istiyordu. O zaman kalkınma hızı yüzde 8-9 dolayına çıkmıştı ve bizden 4’e düşürmemizi istiyorlardı. Menderes ise başlattığı yatırımları tamamlayabilmek için sonuna kadar direndi. Eğer 1954’te Amerika’nın istediği gibi devalüasyon yapılmış olsaydı, yatırımlar aksayacaktı. Hâlbuki Menderes yatırımları durdurmak istemiyordu”.

DP Milletvekillerinden ve Yassıada sanıklarından gazeteci Mithat Perin de Adnan Menderes ile ilgili bir anısını şöyle anlatmaktadır:

“Menderes ekonomik yardım istemek için Almanya’ya gitmişti. Refakatine aldığı gazeteciler meyanında ben de vardım… Krupp’a ve başka yerlere gittik. Türkiye bir an evvel sanayileşmeyi ileri götürmek çabasında. Ama Almanya buna yanaşmıyordu. Aslında Batı, Türkiye’de ağır sanayiye müsaade etmiyordu. Müzakereler sırasında Zorlu [Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu] masaya vurup çıkmıştı. Almanya, demir-çelik fabrikası, rafineri gibi tesislere yanaşmıyordu.

O sıralar Almanların bir geleneği vardı. Misafirleri Ren Nehri üzerinde gemiyle gezdirirlerdi. Biz de böyle bir geziye davet edildik. Gemide ev sahipliğini Ludwig Erhard yapıyordu. Menderes ve bizler gemide güvertede oturduğumuz bir sırada Erhard purosunu tüttüre tüttüre geldi. Gelir gelmez de birden bire sordu:

-Siz, dedi, ağır sanayide niçin bu kadar ısrar ediyorsunuz ekselans?

Ben gitmek istedim. Menderes, “kal, kal,” diyerek kalmamı istedi. Anlaşılan konuşmaya şahit olmamı istiyordu.

Menderes Erhard’a;

-Sizin pişmiş toprağınızı çimento olarak almamızı mı istiyorsunuz hala? Türkiye bunu aşmıştır… dedi.

Erhard dedi ki:

-Size biz kredi açmayalım. Size avans para verelim: Türkiye’de tarımı geliştirin, entansif tarım yapın, Avrupa’nın hububat, meyve, sebze ambarı olun. Eksperlerimizi gönderelim, makinelerimizi gönderelim. Üretecekleriniz için peşin para ödeyelim.

Adnan Bey birdenbire:

-Biz sizin hiçbir şeyinizi istemiyoruz, dedi. Kolumdan tuttu, geminin önünde bir Amerikan bar vardı, beni oraya götürdü. Ben;

-Beyefendi, çok sinirlendiniz, deyince…

-Bırak bu pis adamları, dedi. Hep kafalarında bizi geri bıraktırmak var. Bunun için ellerinden geleni yapıyorlar.

Hemen o sırada gülerek Erhard geldi:

– Ekselans, bana bir bira ısmarlar mısınız, dedikten sonra,

-Niçin kızıyorsunuz? Politika bu. Tartışacağız, sonunda bir noktaya geleceğiz, dedi ve arkasından ilginç bir ses tonuyla konuştu:

-Avrupa’daki harplerin kaynağında daima demir-çelik sanayii bulunur. Bunu aklınızdan çıkarmayın. Bu hala geçerlidir.”

Çeşitli ülkelerde büyükelçilik yapan Mahmut Dikerdem, 12 Eylül döneminde Barış Derneği Davası’ndan da yargılanarak tutuklanmıştı. Mahmut Dikerdem Marksist Hariciyeci olarak bilinir ve tanınır.Marksist bir anlayışa sahipolmasına rağmen Dikerdem de, Menderes hükümetinin devrilmesinde, Amerika’nın dümen suyundan çıkma eğiliminin rol oynadığını düşünüyor.

Dikerdem bu konuyla ilgili şu tesbitlerde bulunuyor: “1960’da Menderes-Zorlu ikilisini iktidardan düşürmek için ABD’nin ciddi nedenleri vardı. 1947’den beri ABD’nin dümen suyuna girmeyi milli politika olarak kabullenmiş bir ülkenin hükümeti, ilk kez kendi başına bir harekete yelteniyordu. Soğuk savaşın henüz hızını kaybetmediği bir dönemde NATO üyesi bir müttefikin, ABD’den izin almadan Moskova ile diyalog kurmaya kalkışması, NATO içinde ve Hür Dünya’da siyasi dalgalanmalara yol açacak nitelikte bir olaydı ve cezasız bırakılmamalıydı.”

Dikerdem, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun, ABD ve Sovyetler Birliği ile ilişkileri kendisine şöyle değerlendirdiğini aktarıyor: “Şimdiye kadar Sovyetlerle ilişkilerimizde Amerika’nın müttefiki gibi davranmayı ön planda tutuyorduk. Soğuk savaş döneminde Amerika’nın müttefiki olmanın gereği, Sovyetlerle ilişkilerimizi en alçak düzeyde tutmaktı. Bu dönemin sona erdiğinin işaretini, Sovyetlerle baş başa görüşmelere başlamak suretiyle, bizzat Amerika vermiş bulunuyor. Şimdi bizim de Sovyet Hükümeti ile ikili müzakerelere girişmek, dondurulmuş ilişkilere canlılık vermek hem hakkımızdır, hem çıkarımıza uygundur. Bugüne kadar Sovyetler’in karşısına NATO bloğu olarak çıkıyorduk, soğuk savaşın mantığı bunu gerektiriyordu. Mademki Amerikalılar Moskova ile diyalog kurmanın kendileri için zamanı geldiğine anandılar, bizim de vakit yitirmeden Sovyetlerle normal ve giderek dostça ilişkiye yönelmemiz zorunludur. Amerikalılar’a danışmadan Moskova ziyaretini düzenledik, danışırsak Ruslar’la baş başa görüşmemizi engellemek isteyeceklerini biliyorduk. Sovyet hükümeti önerimizi hemen kabul ettiği gibi ziyaret tarihinin bir an önce açıklanmasını istedi. 15 Temmuz tarihi üzerine anlaştık.”

Dikerdem devam ediyor: “Menderes’in Moskova’ya gitme kararının, Amerikan CIA’sını harekete geçirerek DP iktidarının sonunu çabuklaştırdığını ileri sürenler oldu. 27 Mayıs sabahı Ankara Radyosu’nda yayınlanan ilk bildiride Milli Birlik Komitesi’nin, NATO ve CENTO’ya bağlılığını vurgulaması, bu söylentilere ağırlık kazandırdı. (…)

Bütün bu anlatılanlar da göstermektedir ki, ABD ve dolayısıyla Batılı ülkeler, Türkiye’nin sanayileşmesini istemiyorlardı. Türkiye hükümetleri tarafından bu yönde atılan ya da atılacak her adım bir şekilde engelleniyordu. Nitekim Menderes Hükümetine yönelik yapılan 27 Mayıs darbesi de bunun bir göstergesidir.

MENDERES’İ, SOVYETLER BİRLİĞİ’YLE İLİŞKİYE GEÇMESİ BİTİRDİ!..

Menderes ve hükümeti sanayileşmeyi devam ettirebilmek için dış mali kaynağa ihtiyaç duymaktaydı. Bunun için de ABD başta olmak üzere Batılı ülkelerden mali yardım talebinde bulunmuştur.  Bu amaçla Almanya’ya da, ABD’ye de başvurulmuş, ancak, bu ülkeler dâhil hiçbir Batılı ülkeden müsbet cevap alınamamıştı. Gazeteci Kemal Bağlum, ABD’den istenen mali yardım ile ilgili gelişmeleri  “Anıpolitik, 1945-1960” adlı eserinde şöyle anlatmaktadır: “Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu 1959 sonlarına doğru Amerika’dan 20 milyon dolarlık ek bir yardım istemi için Washington’a gelmişti. Kendisi ile çeşitli iç ve dış politikadan söz ediyorduk. Zorlu, Amerika’nın Türkiye’ye karşı takındığı yeni durumdan söz ederken bana şunları söylemişti: “Bizim en büyük hatamız kayıtsız şartsız Amerika’ya tabi olmamız. Böyle bir politika sonsuza kadar devam edemez. Türkiye sırtını Amerika’ya dayamakla hiçbir sonuca varamaz. Aksine kendimizden çok şey veririz, yine de onları memnun edemeyiz… Türkiye NATO ve Amerika’nın yanı sıra Üçüncü Dünya ülkeleri ve Sovyetler ile belli ölçüde ve Türkiye’nin çıkarları doğrultusunda yeni bir politika izlemek zorundadır… Bir yıldan beri Adnan Beye bunu telkin ediyorum… Adnan Bey bu ısrarlarım karşısında Sovyetlerle ekonomik alanda işbirliğini yapılmasını ve Üçüncü Dünya ülkelerinin lideri durumunda bulunan Hindistan ile ilişki kurulmasını kabul etti. Ben de Başbakan Adnan Menderes’in Moskova’yı resmen ziyaret etmesi için gerekli girişimlerde bulundum. Bu girişimlerin özellikle Amerika’yı rahatsız ettiğini de biliyorum. Tahminime göre 1960 ortalarına doğru Adnan Menderes Moskova’ya gidecek…”

Menderes hükümeti, istediği kredileri Batı’dan alamayınca Sovyetler Birliği’ne yönelmek zorunda kalmıştı. Bunu yaparken ABD’yi haberdar etmeyi de ihmal etmemişti. ABD görünüşte, Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile görüşmesini normal karşılamıştı. Oysa ABD, bundan hiç hoşlanmamıştı. Büyükelçi Semih Günver bu olaya tanıklığını şöyle anlatmaktadır; ‘Ankara’daki Amerika Birleşik Devletleri Büyükelçiliği, Dışişleri Bakanlığımızla yaptığı temaslarda bu ziyaret tasarısının normal telakki edilmesi gerektiğini açıkladı. Niyetimiz hakkında kendilerine ve CIA‘ya gerekli bilgiler verildi. Ankara’daki ABD Büyükelçisi Moskova ziyaretine bir itirazları olmadığını bir mektupla Zorlu’ya bildirdi. Zeki Kuneralp Amerikalıların bu tekliflerinde samimi oldukları inancındaydı. Fakat CIA’nın derhal harekete geçtiği, ziyareti önlemeye çalıştığı intibaı alındı. Aslında Washington, Moskova ziyaretinden hiç mi hiç hoşlanmamıştı. 1947’den beri Amerika’nın dümen suyuna girmiş bir ülkenin hükümeti ilk kez kendi başına bir harekete tevessül ediyordu.”

Menderes Hükümeti’nin Sovyetler Birliği ile ilişkiye geçmesine ABD’nin nasıl bir tavır takındığını dönemin Hürriyet Gazetesi’nin Neşriyat Müdürü Necati Zincirkıran da bir soru üzerine şöyle anlatıyor:

“27 Mayıs olayının içinde yaşadım. Hürriyet’in Ankara temsilcisiydim ve Adnan Menderes’le beraberdim Eskişehir’de. Bana göre 27 Mayıs İhtilalini Amerika yaptırdı, Menderes’i tasfiye etmek için. DP geldikten sonra müthiş bir kalkınma hamlesi başladı, yatırımlar yapıldı ve para sıkışıklığı oldu, 500-600 milyon dolar kadar. Bunu ABD’den istedi. ABD vermedi bu parayı. 1958’de devalüasyon yapıldı. ABD’den bu yardımlar gelmediği halde basma fabrikaları yani Sümerbank tevsi edildi, Aliağa’da rafineri açıldı, İskenderun’da demir çelik, Bandırma’da sülfürik asit fabrikası kuruldu, Seydişehir alüminyum yatakları çalıştırıldı, bunlarla ilgili projeler oluşturuldu. Menderes 1959’da gidecek Rusya’ya, gidemiyor. 1960’ta temmuz ayına erteliyor gidişini. Bu anlaşmaları yapacak. ABD buna karşı geliyor, ‘NATO üyesisin. Bizim düşmanımız olan bir ülke ile ekonomik işbirliği içine giriyorsun’ diyor. Türkiye’de sokak hareketleri başlatıyor. Öğrenci hareketleri oluyor. Sonra da Türk ordusunda tasfiye gerçekleşiyor. 27 Mayıs İhtilali’nden sonra onu da Amerikalılar yapıyor. Benim arkadaşlarım vardı, çok değerli subaylar. Onların bir kısmı ile konuştum. Onlar ‘Bizi ABD tasfiye ettirdi’ dediler. Bu konu enteresan. Bu konuyu derinlemesine araştırmak istiyorum. Yakın tarihi aydınlatma açısından çok önemli.”

Amerika, Menderes Hükümeti’nin Sovyetler Birliği ile ilişkiye geçmesini kesinlikle istemiyordu. Menderes Hükümeti ise, başladığı yatırımları tamamlamak istiyordu. Bunun için de mali yardıma ihtiyacı vardı. Mali yardımı ise, başta ABD olmak üzere hiçbir batılı devlet vermek istemiyordu. Sovyetler Birliği ise, Türkiye’nin istediği mali yardımdan fazlasını verebileceğini taahhüt ediyordu. Menderes Hükümeti’nin, Sovyetler Birliği ile bu şekilde ilişkiye geçmesi, ABD’yi tedirgin etmişti. ABD bunu Menderes Hükümeti’ne hissettirmesine rağmen, istediği sonucu alamayınca, Menderes’ten kurtulmanın yollarını aramaya başlamıştır. Türkiye’de, özellikle Ordu içerisinde, CHP’nin de kışkırtmasıyla kıpırdamalar 1950’li yılların ortasından itibaren başlamıştı. ABD’nin bu ve daha sonra oluşan cunta örgütlenmelerinden haberdar olmaması mümkün değildi. Bu tür örgütlenmeler 1950’li yılların sonlarına doğru daha da artmış ve böylece ABD, Türkiye’de  istediği ortamı oluşturmuştu.

27 MAYIS DARBESİNDE ABD’NİN ROLÜ!..

Menderes hükümeti, iktidarının son yıllarında ABD’nin,  iktidarının ilk yıllarından itibaren ise, başta CHP olmak üzere diğer laik ve Kemalist güçlerin menfaatlerine aykırı davranmaktaydı. Zaten CHP ve diğer laik ve Kemalist güçler, DP’nin iktidara gelmesiyle birlikte cephe almışlar ve DP’yi iktidardan uzaklaştırmak için çeşitli gayrı meşru yollar denemekteydiler. Çünkü DP’nin iktidarı ile halka göreceli de olsa özgürlük gelmişti. Bu çerçevede, Ezan Arapça okunmaya başlanmış, kontrollü de olsa Kur’an Kursları ve İmam Hatip Okulları açılmıştı. DP’nin, halka sağladığı içerikten yoksun da olsa bu haklar, laik ve Kemalist güçler tarafından hoş karşılanmamıştı. Onlara göre, DP’nin sağladığı bu açılımlar nedeniyle Atatürkçülük elden gidiyor ve irtica hortluyordu. DP’nin üç defa üst üste yalnız başına iktidara gelmesi, CHP ve diğer laik güçlerin iktidara halk desteğiyle gelme şansının olmadığı kanaatini de oluşturmuştu. CHP ve diğer laik ve oligarşik güçler için iktidara gelebilmenin tek yolu kalmıştı, o da askeri bir darbeyle iktidara el koymaktı.

Menderes hükümetinin, ABD’nin dışında yeni müttefikler araması ve bu çerçevede Sovyetler Birliği’yle görüşmelere başlaması ABD’nin hiç hoşuna gitmemişti. ABD, 1940’lı yılların sonlarından itibaren yaptığı ekonomik ve askeri yardımlarla,  Türkiye içerisinde çok güçlü bir konuma gelmişti. Orduyu, istihbarat teşkilatını kendi menfaatlerine uygun olarak dizayn etmiş ve her şeyden önemlisi 5-6 Eylül 1955 olaylarını gerçekleştiren Seferberlik Tetkik Kurulu yani Özel Harp Dairesi/Gladyo teşkilatını kur(dur)muştu. ABD, bu teşkilatlar üzerinde çok etkiliydi; istediği zaman istediği şekilde, bu teşkilatlar kanalıyla, Türkiye’de karışıklık yapabilecek gücü ve imkânı vardı.

ABD, Menderes hükümetini 1950’li yılların ortalarından itibaren ekonomik olarak sıkıştırmaya başlamıştı. Menderes hükümetinin kısmen de olsa buna direnmesi üzerine de, ülke içindeki imkânlarını ve illegal güçlerini devreye sokmaya başlamıştı. ABD’den habersiz askerin ya da başka güçlerin hiçbir şey yapma imkânları yoktu. Çünkü istihbarat teşkilatı ve ordu bütünüyle ABD’nin kontrolündeydi. Darbecilerden Gürsoytrak’ın ifadesiyle ABD ‘soluk alışımızı bile kontrol’  edebilecek kadar Türkiye’nin adeta kılcal damarlarına nüfuz etmişti. 1950’li yılların sonlarına doğru yavaş yavaş sokaklar ısın(dırıl)maya başlanmıştı. Sokakların hareketlenmesi darbeye doğru gidişi göstermekte idi. 1960 yılına doğru tam anlamıyla psikolojik bir harp başlatılmış ve darbe için ortam hazırlanmaya başlanmıştı. Yalan haber ve dedikodularla gençler; başta üniversiteliler olmak üzere lise ve ortaokul öğrencileri sokaklara dökülmüş; her gün bir yerlerde sıradan insanın ne oluyor, nereye gidiyoruz türünde korku verici eylem ve mitingler yapılmaktaydı. CHP Gençlik kolları, gençleri tahrik etmek için okul okul dolaşarak, gençlere; “Ağabeyleriniz kurşunlanıyor, siz duracak mısınız? Siz bu vatanın evlatları değil misiniz?” diyerek gençleri provoke etmekteydi. Bu provokatif hareketlerle de yetinilmeyerek, gençlere yönelik katliam gerçekleştirildiği, hatta tankların paletlerinin altında öğrencilerin ezildiği türü yalanlarla gençlerin sokağa dökülmeleri için tahrik edilmeye çalışılmaktaydı. Oysa olaylarda, sadece kazaen o da kendi hatası neticesinde bir ortaokul öğrencisi ölmüştü. Şenliğe gidercesine eyleme giden Nedim Özpolat adlı bir ortaokul öğrencisi, bir tankın üzerine çıkarak eylem yaparken, tankın üzerinde düşmüş ve ölmüştü. Ama bu olay öyle yansıtılmamış, tam tersine tankların paletleri altında ezildiği şeklinde propaganda yapılarak halk ve özellikle de gençler tahrik edilmeye çalışılmıştır. Gençlerin kıyma makinelerine atıldığı ve cesetlerin betona karıştırıldığı türü yalan haberlerle gençler, en azından onlarca öğrencinin hedef alınarak öldürüldüğüne inandırılmıştı. Oysa asker sessizdi ve dostça davranıyordu. Köprünün üzerinden karşı tarafa yürürken, bir genç kız, belli aralıklarla sıralanmış süngülü askerlerden birinin önüne dikilmiş ve ağlayarak “kime taktın o süngüyü” diye haykırmıştı. Asker hiç ona bakmadan, bir emir almış gibi, süngüyü çıkarıp belindeki yerine koymuştur. Gençler sokaklarda “Olur mu, böyle olur mu, kardeş kardeşi vurur mu? Kahrolası diktatörler bu dünya size kalır mı?” nakaratını Plevne Marşı’nın bestesiyle söylüyorlardı.

Öğrenci olaylarının artması ve üniversitelerde olayların çıkması üzerine 29 Nisan 1960 günü İstanbul ve Ankara’da sıkıyönetim ilan edildi. Fahri Özdilek İstanbul, Namık Argüç de Ankara sıkıyönetim komutanlığına getirildi. Sokaklarda eylem yapan, yürüyen sadece üniversite öğrencileri değildi. 21 Mayıs’ta Harp Okulu öğrencileri de Ankara’da sessiz gösteri yapmışlardı. Darbeciler de son hazırlıklarını yapmış ve darbe için ortam hazırlanmıştı. Önce 25 Mayıs’ı 26 Mayıs’a bağlayan akşam darbe düşünülmüştü. Ancak, Menderes’in yurt dışı (Yunanistan) gezisini iptal edip Eskişehir’e gitme kararı alması üzerine, darbe tarihi bir gün sonraya ertelenerek 26-27 Mayıs gecesi yapmaya karar verilmişti. Ve o gece, herhangi bir direnme yaşanmadan 27 Mayıs darbesi gerçekleştirilmiş oldu. Menderes ise, 27 Mayıs sabahı her şeyden habersiz olarak Eskişehir’den Kütahya’ya hareket etmişti. Üsten ise helikopter ile darbecilerin görevlendirdiği 12 Mart (1971) darbecilerinden Albay Muhsin Batur, Menderes’i takip etmekteydi. Kütahya’ya varır varmaz da Menderes tutuklanarak Ankara’ya getirilmişti.

Darbeciler adına ilk açıklamayı dönemin kudretli Albayı Türkeş yapmıştı. Türkeş, yaptığı bu ilk açıklamada NATO’ya, CENTO’ya ve ABD ile yapılan diğer ikili ilişkileri bağlı olduklarını açıklamıştı. Darbeciler bu açıklamayla da yetinmemişlerdi, Washington’daki Büyükelçi Melih Esenbel kanalıyla da ikili anlaşmalara saygılı olunacağı teminatını ABD’li yetkililere iletmişlerdi. Ayrıca, ABD Büyükelçiliği’ne sabahın erken saatlerinde MBK üyesi Albay Sami Küçük giderek, ‘‘Ordu yönetime el koydu, endişelenmenize hiç gerek yok’’ mesajını vermesi de, darbecilerin ABD’ye olan ilgisini göstermekte idi.  Amerikan yardımlarına kafa tutanlar, 1 Haziran 1960`ta maaşları ödeyebilmek için Amerikan Büyükelçiliği’nin kapısını çalarak Büyükelçi Warren’dan yardımı hızlandırmasını isteyeceklerdi.

Menderes Hükümeti’ne yardım etmeyen ABD ise, Darbecilere kesenin ağzını açmış ve cömertçe yardımda bulunmuştu. 5 Temmuz 1960’da, ABD 1 milyar liralık yardım yapmıştı. Bu yardımın 500 milyonu Milli Savunmaya, 200 milyonu diğer işlere harcanacaktı.  ABD’nin, 27 Mayıs darbecilerine yaptığı yardım bu kadar da değildi. Peki, ne olmuştu da, Menderes Hükümetine kapılarını kapatan ABD, darbecilere bu kadar cömert davranıyordu? Gerçi Türkiye’nin bütçesi tam takırdı; bütçede maaşları ödeyecek para bile yoktu. Bu amaçla dönemin ABD’nin Ankara Büyükelçisi Warren ile görüşen Cemal Gürsel bu durumu şöyle gündeme getirmişti; “Maliye Bakan Yardımcısına hazinede kaç para olduğunu sordum. ‘Maaşlar ve diğer ödemeler için 180 milyon lira gerekiyor ama 23 milyon var’ dedi. İlk maaşları ödemenin ne kadar önemli olduğunu söylememe gerek yok. ABD, Türkiye’ye yaptığı olağan ödemesini, 1 Haziran’dan önce yapıp destek olabilir mi?”  diye sormuştu. Türkeş ise, ABD Büyükelçi’sine ‘acil olarak paraya ihtiyacımız var’ diyordu.  Ve ABD, sadece maaşların ödenmesiyle ilgili değil başka konularda da, darbecilere cömertçe maddi destek sağlamayı ihmal etmemişti. Herhalde bu yardımlar darbecilerin kara gözü ve karakaşı için yapılmamıştı.

Ordunun içinde, özellikle de üst rütbelerde Talat Aydemir’in de belirttiği gibi Alman ve İngiliz ekolüne bağlı subaylar vardı. ABD, uzun zamandan beri bu subayların tasfiyesini istiyordu. Menderes Hükümeti, ABD’nin bu tasfiye isteğini ordu düzeninin bozulacağı endişesiyle kabul etmemişti.  ABD tarafından 27 Mayıs’tan birkaç gün sonra yani Haziran ayının başlarında bu tasfiye isteği 27 Mayıs darbecileri nezdinde tekrar gündeme getirilmişti. Ancak, ABD’nin bu isteğinin yerine getirilebilmesi için, mali desteğe ihtiyaç vardı. Bu nedenle, darbeciler, bu tasfiyeyi gerçekleştirmek için ABD’den mali yardım istediler.  Bu amaçla da NATO Başkomutanı Norstad’ı Türkiye’ye davet ettiler. Bu görüşmeyi Abdi İpekçi ve Ömer Sami Coşar, 27 Mayıs üzerine yazdıkları kitapta şöyle nakletmektedirler; “NATO Başkomutanı Norstad acele Ankara’ya davet edilmiş, kendisine orduda yapılmak istenen operasyon açıklanmış ve Türk Silahlı Kuvvetlerine daha dinamik bir nitelik kazandıracak bu gençleştirme ameliyesi için desteği istenmişti. Norstad tasarıyı uygun karşılamış ve gereken mali yardımın sağlanmasında yardımcı olacağını vaat etmişti –Nitekim Amerika bu iş için 12 milyon dolarlık bir yardımda bulunmuştur…” Tasfiye edilecek subaylar ile ilgili ön çalışmalar ise, o tarihlerde Washington’da ateşemiliter olan ve bu iş için özel surette getirilen Albay Dündar Seyhan  katılmıştı.”   NATO Başkomutanı Norstad kanalıyla ABD’den temin edilen mali yardım neticesinde darbeci subayların teşkil ettiği Milli Birlik Komitesi tarafından yayınlanan 2 Ağustos 1960 günlü 42 sayılı kanunla, Türk ordusundan 275 general ve 7.000 subay emekliye sevk edilmişti. Bu emsali az görülen bir tasfiye operasyonuydu. Çünkü ordu içerisinde sadece 15 general kalmıştı. ABD Büyükelçisi Fletcher Warren’in 11 Ağustos tarihli raporuna göre, generallerin % 90’ı, albayların % 55’i, yarbayların % 40’ı, binbaşıların da % 5’i emekliye sevk edilmişti.

EMİNSU (Emekli İnkılâp Subayları Derneği Mensupları)  adı altında örgütlenen bu subaylar arasında 3 Haziran’da Genelkurmay Başkanlığı’na henüz yeni getirilen Orgeneral Ragıp Gümüşpala da vardı. Diğer orgeneraller ise Millî Savunma Yüksek Kurul Genel Sekreteri Vedat Garan, Yüksek Askerî Şûra üyeleri Fazıl Bilge, Hür ve Kabul Edilmiş Mason Locası üyesi Eşref Manas ve Canip İskilipligil… Peki, emekliye sevk edilmeyen ve ABD yanlısı olarak bilinen subaylar kimlerdi? Bu isimlere bakıldığı zaman, bu isimlerin çoğu daha sonraki darbelerde birinci derecede rol aldıkları görülecektir. İlerdeki yıllarda kendilerinden çok söz edilecek olan bu subayların adları şöyledir: Memduh Tağmaç, Faruk Gürler, Cela Eyiceoğlu, Semih Sancar, Faik Türün, Eşref Akıncı, Cahit Akyol, Sadi Koçaş, Orhan Süerdem, Sabri Yirmibeşoğlu, Naci Gür İlhan Şener, Hanifi Öncül… 1961 Ağustos’unda bir üst rütbeye yükseltilen subaylar arasında da şunlar bulunmaktadır: Haydar Saltık, Muhsin Batur, Tevfik Türüng, Nevzat Bölügiray, Ali Elverdi, Necip Torumtay, Nejat Tümer, Adnan Doğu, Ferruh Şenerdem, Süleyman Takkeci. Başka bir deyişle, bu subaylar da 27 Mayıs’ın emekliye ayırmadığı, orduda bıraktığı subaylardır.

27 Mayıs 1960’tan tam 30 yıl sonra 27 Mayıs 1990’da Hürriyet gazetesinde yer alan şu haberde, bu dönemde ABD yanlısı olan subayların isimleri, ABD belgelerine dayalı olarak şöyle açıklanıyordu. ABD Dışişleri Bakanlığının 27 Mayıs ihtilalinden bir yıl sonra hazırladığı bu belge/raporda, darbecilerin karakterine varıncaya kadar deşifre ediliyordu. Gizliliği sona erdiği için açıklanan raporda, başta Orgeneral Cemal Gürsel olmak üzere Milli Birlik Komitesi üyelerinin çoğunluğu Amerikan yanlısı olarak nitelendiriliyordu. Raporda, Gürsel’den başka bazı 27 Mayısçılar için adlarının karşısına yazılmış notlarda şu değerlendirmeler de yer alıyor?

Fahri Özdilek: Amerikan yanlısı ve batıcı. Cemal Madanoğlu: Sağlam bir Amerikan yanlısı. Mucip Ataklı: Paris’teki NATO karargâhlarında görev yaptı. Osman Köksal: 1952-53 yıllarında Kore’de savaştı ve ABD’nin üstün hizmet madalyası ile ödüllendirildi. Sami Küçük: Amerikan yanlısı olduğunu saklamaz. Suphi Karaman: Avrupa’da bulundu. ABD’nin yürüttüğü Atom silahları kursunu bitirdi. Ahmet Yıldız: ABD’de Fort Still’deki top okulunu bitirdi. Fort Bragg’daki psikolojik savaş merkezinde eğitim gördü. Suphi Gürsoytrak: Fort Leavenworth’daki ABD Kurmay Kolejinden mezun.  Darbecilerin kimliklerinden de anlaşıldığı üzere, hem gençtiler, hem de hepsi de ABD eğitiminden geçmişlerdi. Oysa üst rütbelerde bulunan komutanların çoğu ise, ya Alman ya da İngiliz modeline göre eğitilerek yetişmişlerdi. Ordu içerisinde çok yaygın olmasa da bir kuşak çatışması hissedilmekte idi. Bu nedenle ABD, ordunun yenilenerek gençleştirilmesini istiyordu. Ancak Menderes hükümeti ise, ABD’nin bu isteğini kabul etmiyordu. Çünkü Menderes Hükümeti’ne göre, ordu içerisinde, orduyu rahatsız edecek bir huzursuzluk çıkabilirdi. ABD’nin hoşuna gitmeyen bir başka konu daha vardı, o da, Türkiye’nin sanayileşme konusunda çizdiği sınırın dışına çıkması ve Sovyetler Birliği ile ikili ilişkiye geçmesi idi.

Türkiye’de, o dönemde ABD çok güçlü idi. Nitekim, kısa bir süre önce yani 6 -7 Eylül 1955’de gerçekleşen olaylarda, Sabri Yirmibeşoğlu’nun da belirttiği gibi Özel Harp Dairesi’nin kullanıldığı, bu dairenin de (o zaman ki ismi Seferberlik Tetkik kurulu) ABD tarafından kurulduğu ve yönlendirildiği bilinmektedir. Bu olaylarla o dönemlerde İngiltere öncülüğünde Yunanistan ve Türkiye’nin de katılımıyla 29 Ağustos’ta Londra’da Kıbrıs ile ilgili bir konferans düzenlenmişti. Bu konferansın sonuç bildirisi 6 Eylül günü, çıkan bu olaylardan dolayı yayımlanamadan konferans sona ermişti. ABD, bu olaylarla İngiltere’nin Kıbrıs’ta etkinliğinin azaltılması amacına yönelikti ve başarılı da olunmuştu.

Aynı şekilde, Menderes Hükümeti, özellikle son yıllarda ABD’nin belirlemiş olduğu çerçevenin dışında kendisine yer aramaya ve siyaset oluşturmaya başlamıştı. Menderes Hükümeti’nin ısrarla sanayileşmek istemesi ve Sovyetler Birliği’yle ikili ilişkileri başlatmak istemesi, bu amaca yönelikti. Menderes Hükümeti’nin bu tavrı, ABD’nin hiç hoşuna gitmemişti. Bu nedenle uzun zamandan beri faaliyet gösteren cunta faaliyetleri ABD tarafından sadece görmezden gelinmedi, aynı zamanda el altından da desteklendi. Çünkü bu cunta faaliyetlerinin o gün –aslında bugün de- ABD’den destek almadan başarılı olması mümkün değildi. Üstelik, 50-60 yıl sonra bile darbelerin arkasındaki asıl güç olarak görülen Gladyo/Kontrgerilla/Özel Harp Dairesi, o günlerde faaliyetteydi. Sadece 6-7 Eylül olayları değil, aynı zamanda Kıbrıs’ta kurdurulan TMT (Türk Mukavemet Teşkilatı) de faaldi. Zaten yukarıdan beri anlattıklarımızdan da açıkça anlaşılan, ABD’nin, 27 Mayıs darbesinin arkasında değil, tam anlamıyla içinde olduğu, darbecileri yönlendirdiği, darbeden sonra mali anlamda bütün sıkıntıları giderdiği ve orduda 7000 küsur subayın tasfiye edilmesinde etkin rol oynadığı açıkça görülmektedir. Elbette ABD askeriyle gelip Türkiye’de darbe yapmamıştır. Ancak güdümünde ve emrinde olan güçleri devreye sokarak, içerideki işbirlikçisi darbeci askerleri de kullanmak suretiyle Menderes Hükümeti’ne karşı darbe gerçekleştirmiştir.

*Araştırmacı Yazar Ali KAÇAR Hocamızın daha önceki bir konferansından alınmıştır.

GRUBA KATIL