Arşiv Yazarlar

19 Mayıs ve Mustafa Kemal

Türkiye’de, her sene 19 Mayıs günü Mustafa Kemal’in Samsun’a gittiği gün olması dolayısıyla ‘Gençlik ve Spor Bayramı’ olarak kutlanmaktadır. Bu kutlamalarda, cumhuriyeti kuran azınlık ekibin kahramanlığı yere göğe sığdırılmazken, Osmanlı İmparatorluğu ve Osmanlı yönetimi ise gericilikle, çağdışılıkla ve bütün kötülüklerin kaynağı olmakla itham edilmektedir. Mustafa Kemal olmasa idi, bugün ülke işgal edilmiş ve halk ise esaret altına alınmış olacaktı. Ülke, bugün kurtulmuşsa sadece ve sadece Mustafa Kemal’in eşsiz dehası ve yeteneği sayesinde kurtulmuştur. Samsun’a da kendi zekâsı sayesinde Padişah Vahdeddin’i ve İngilizleri atlatarak ülkeyi kurtarmak için gitmiştir. Resmi tarih ve resmî ideoloji, bu ve benzeri yalanları söylemeye ve aradan şu kadar zaman geçmiş olmasına rağmen bu yalanları, zorba ve baskıcı yöntemlerle topluma dayatmaya devam etmektedirler. Ama güneş balçıkla sıvanmaz, gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkma gibi bir huyu vardır. Çünkü bütün bu yazılanlar, çizilenler ve konuşulanlar, doğruyu yansıtmayan hamasetten öte hiçbir anlamı olmayan içi boş yalan ve itham edici sözlerden ibarettir. Peki, bu 19 Mayıs olayında, gerçek nedir? Gerçekten Mustafa Kemal, Anadolu’ya yani Samsun’a Vahdeddin’e rağmen mi gitmiştir? Bu olayda işgalci İngiliz güçlerinin etkisi var mıdır? Bu ve benzeri sorulara ya doğru ve gerçek cevaplar bulunmalı ya da gerçek olmayan ve sadece yalandan ibaret olan resmi tarih söylemi kabul edilmelidir. Zaten ülkede oluşturulan korku cumhuriyeti, gerçekleri öğrenmeyi, şu kadar yıl geçmiş olmasına rağmen engellemektedir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasının başlangıcı, Abdülhamid’in tahttan indirilerek İttihat ve Terakki’nin yönetimi devralmasıyla başlamışsa da Mondros Mütarekesi ile bu parçalanma gerçekleştirilmiştir. Bu nedenle de Mondros Mütarekesi, Osmanlı için tam anlamıyla bir felaketti. Çünkü bu mütarekenin 7. Maddesine göre İtilaf devletleri güvenliklerini tehdit edecek bir durum ortaya çıkarsa, -aslında çıkmasa da- istedikleri yeri işgal edebileceklerdi. Bu maddenin sunduğu fırsatla, Mondros mütarekesinden kısa bir süre sonra işgalci ülkeler tarafından, ülkenin birçok bölgesi işgal edilmeye başlanmıştır. Nitekim İngilizler, 3 Kasım 1918’de Musul’u işgal etmiş ve bu işgallerini kısa zamanda Urfa, Maraş ve Ayıntap havalisine teşmil etmişlerdi. Fransızlar ise Adana dolaylarında idiler. Onlardan geri kalmak istemeyen İtalyanlar ise Antalya’ya çıkarma yaparak Konya dolaylarına doğru yayılmışlardı.
Mondros Mütarekesini, Mustafa Kemal’in Bahçe/Adana (şimdi Osmaniye’ye bağlı) telgrafındaki teklifi üzerine kurulan hükümet tarafından imzalanmıştı. Hükümet adına imza atan ise Mustafa Kemal’in hükümette yer almasını istediği Rauf Bey’dir. Rauf Bey, kendi başına imzalamamış, İzzet Paşa kabinesi tam bir ittifakla ‘İmza ediniz!’ dedikten sonra imzalamıştı. Aslında Halife Vahdeddin, bu görüşmeleri yürütme görevine Ferid Paşa’yı memur etmek istiyordu. Ancak bu tayine İzzed Paşa, kat’iyetle itiraz etmiş ve böylece Mondros Mütarekenamesi’nin imzası –Saray’a rağmen ve Sultan’ın tesirleri dışında- ortaya çıkmıştır. Bu yüzdendir ki; Sultan Vahdeddin, tasvip etmediği bu hareketi ele alarak kabineyi istifaya zorlamış ve neticede İzzed Paşa kabinesi iş başından çekilmiştir.
Mondros Mütarekesi’nin 7’nci maddesi gereğince işgal devam ediyordu. İşgalci devletler, stratejik gördükleri her yeri bahaneler uydurarak işgale devam ediyorlardı. Zaten Halife Vahdeddin’i en çok ürküten de bu madde idi. Rauf Bey, imzadan sonra İstanbul’a gelmiş ve Padişah’a bilgi vermek istemiş ancak yorgun olduğunu bahane ederek görüşmek istememişti. Rauf Bey, ancak Padişah’la günler sonra görüşmüştü. Bu görüşme sırasında Padişah öyle hiddetlenmişti ki elleri titremeye başlamış ve parmaklarının arasındaki sigarayı yere düşürmüştü. Mabeyncilerinden biri izmariti alıp bir kül tablasına koyduğu sırada meşhur sözünü etmişti Vahdeddin: “Beyefendi” demişti, “Ortada bir millet var, koyun sürüsü! İdaresi için bir çoban lazım, o da benim!”
Rauf Bey, 7. madde konusunda kamuoyunu yatıştırmak için bu maddenin bir formalite olduğunu söyleyecek hatta İstanbul’un işgalinde bile “Ama Amiral Calthrope bana söz vermişti” diyecek, daha sonra “Namussuz İngilizler beni aldattılar. Söz verdilerdi, tutmadılar” diye konuşacak, Amiral Calthrope hakkında “Yalancı, namussuz!” ifadelerini kullanacaktır. Vahdeddin, Mekke’de yayınladığı bildiride ise:
“(…) İşgallere dayanak olan Mondros Mütarekenamesi’ni akde bilfiil iştirak eden Rauf, Fethi ve askeri vaziyetiyle devleti böyle bir elim mecburiyete düşürmekte cidden zimedhal (müdahalesi-AK) bulunan Mustafa Kemal gibi milletin bugünkü reislerinin sorumlu ve müttehem olması lazım gelir” demiştir.

İngiliz Notası

21 Nisan 1919’da İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Arthur Calthorpe, Babıali’ye bir nota vermiş ve Karadeniz bölgesindeki Türk çetelerinin Rumlar’a saldırdıklarını iddia edip dağıtılmalarını istemiştir. Ayrıca Anadolu’nun bazı bölgelerindeki birliklerin terhisi ile silahlarının teslimi işlerinin yavaş yürüdüğünü, şuralar teşkil edildiğini ve bu hadiselerin Müttefikler’in Ermenistan konusunda verecekleri karara karşı çıkmak maksadıyla İttihatçılar tarafından düzenlendiğini iddia eden bu Amiral, gereken tedbirlerin alınmaması halinde mes’elenin ciddiyet kesbedeceğini belirtiyordu. İngiliz Komiser’in notası şöyleydi:
“Ekselans,
1- Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas bölgelerindeki askeri durumun memnuniyeti mucip olmadığını zat-ı asilanenize saygılarımla bildiririm.
2- Dokuzuncu Türk Ordusu, hududun gerisine çekildiği zaman bu ordunun bir kısmı hudut ile Erzurum ve Erzincan idari bölgeleri arasında yol boyunda bulunan köylerde yerleştirilmişler, geri kalanı ise hudut ile Samsun arasındaki sahil yolunda kalmışlardır. Bu orduya kumanda eden General Şevki’nin siyasi faaliyeti ilkbaharda müteaddit raporlarda tekrar tekrar bildirilmiştir. Bu münasebetle Britanya Selanik Kuvvetleri Başkumandanlığı tarafından Osmanlı Harbiye Nezareti’ne General Şevki’nin azli hakkında talimat verilmişti.
Lord Kınross, işgalci ülkelerin güçlerinin Osmanlı’yı bütünüyle işgal etmeye yetmeyeceğini şöyle belirtiyor; “Türkler, müttefiklerin memleketin tümünü işgal altına almalarından çekiniyorlardı. Oysaki onların bunu yapmaya ne istekleri ne de imkânları vardı ve durumu düzeltmek için Türk makamlarının iş birliğine güvenmek zorundaydılar. (…)”
13 Kasım 1918 tarihi itibariyle İstanbul’a gelen Mustafa Kemal, bütün uğraşlarına rağmen Harbiye Nazırı olamayınca darbe ile hükümeti devirip yeni bir hükümet için gizli bir komite kurmuştur. Mustafa Kemal diyor ki: ‘Bunlar, beni Harbiye Nazırı yapmayacaklar.’ “Sadece o değil; yanında Rauf Orbay var, Fethi Okyar var, İsmet İnönü var, Refet Bele var. Mustafa Kemal, bütün arkadaşlarıyla devamlı toplantı halinde. Şişli’deki evde, Ay-yıldız Cemiyeti diye bir Cemiyet kuruyorlar. Bu cemiyette kimler var? 4 kişi: Mustafa Kemal, Rauf Orbay, Fethi Okyar, İsmail Canbulat. Fakat bir gün İsmail Canbulat, İttihatçı Kara Kemal ile Mustafa Kemal’in baş başa görüştüklerini görünce, ‘Ben, böyle işlerde yokum, komitacılık işlerinde yokum’ diyor.
Atatürk, ‘Beyefendinin olmadığı işlerde biz, zaten olamayız’ diyor. Orada da politik davranıyor.
‘İsmail Canbulat, oradan ayrıldı, biz yine işimize devam ettik… Darbe planı şu şekilde idi: Sadrazam arabasındaki şoförü değiştirecekler, Şoför kendileri olacak ve sadrazamı kaçıracaklar. Sadrazamı geri vermek için padişahla bir müzakereye girecekler. ‘Mustafa Kemal’i Harbiye Nazırı yaparsan veririz’ diyecekler. Ama bunların netice alamayacağını anlıyorlar; çünkü İngilizler, İstanbul’u işgal etmişler.”

Mustafa Kemal’i Anadolu’ya Vahdeddin gönderdi

Mütareke sonrası İstanbul’unda henüz resmi bir işgal yoktu ama şehir, müttefik askerleriyle kaynıyordu. Hele Fransız Doğu Orduları Başkumandanı General Franchet d’Esperey’in 8 Şubat 1919’da şehre beyaz bir atın üzerinde fatihâne bir edayla girmesi, ümidsizliği daha da arttırmıştı.
Herkes, çıkış yolu aramaktaydı. Saraydan hükümete, paşalardan sokaktaki vatandaşa kadar herkes. İlk akla gelen silahlı mücadeleydi. Ama nasıl yapılacak, nerede başlayacak ve en önemlisi başına kim gelecekti?
Padişah, hiçbir şekilde düşünülemezdi; zira İstanbul’u terk etmesi gerekecekti ve böyle bir teşebbüs, başkentin bir daha geri dönmeyecek şekilde elden çıkmasıyla neticelenebilirdi. Şehzadelerden biri de olamazdı; çünkü düvel-i muazzamanın hiddetlenmesi halinde aynı neticenin yaşanması yani İstanbul’un gitmesi ihtimali vardı. Dolayısıyla iş, askere düşmekteydi. Geçmişi mesleki başarılarla dolu, güçlü bir generale…
1919 yılı başlarına gelindiğinde Yunanlıların da İzmir’e bir çıkarma yapacakları şayiaları ortalıkta dolaşmaya başlıyordu… Bu sırada Sultan Vahdeddin, zihnindeki planı yavaş yavaş kuvveden fiile çıkarmak için harekete geçmiştir. Harbiye Nazırı Şakir Paşa’dan, Anadolu’ya gönderilmesini uygun görecekleri askeri şahısların bir listesini istemiştir. Bu listede Mustafa Kemal Paşa yoktu. Padişah, Harbiye Nazırı’nın şiddetli ve hatta çirkin ithamlarına rağmen O’nu bu listeye ilave ettirmiştir.
Halife Vahdeddin, Anadolu’da bir mücadele başlatılması noktasında çabalarını yoğunlaştırırken bir taraftan da ordunun önde gelenleri bir arayışın içinde idiler. Nitekim ordunun önde gelenleri, “O günleri sarayın yakınında yaşamış olanların anlattıklarına göre, 1919 Mart’ında bir gece, Erenköy’de bir köşkte toplandılar ve mücadelenin mahiyetiyle lideri üzerinde saatlerce tartıştılar.
Liderliğin Nuri Paşa’ya verilmesine karar kılınmıştı. Her şey tartışılmış, karara bağlanmış ve toplantıya katılanlar ayrılmak üzere köşkün kapısına çıkmışlardı ki, bir otomobilin yanaştığını gördüler. Otomobilden genç bir albay çıktı: Sonraki senelerin meşhur Refet Paşa’sı, o günlerin Miralay Refet Bey’i…
Davetli olduğu toplantıya zamanında yetişemediği için özürlerini beyan etti ve bir neticeye varılıp varılamadığını sordu Refet Bey. Nuri Paşa’nın ismini işittiğinde de “Kanaatimce pek makul bir karar değil” dedi… “İşin, mazisinde daha büyük muvaffakiyetleri olan ve daha meşhur bir askere verilmesi lazım… Mesela Mustafa Kemal Paşa’ya… Arkasında Çanakkale işi var. Çanakkale’deki müdafaası hala hatırlarda.”
Evlerine gitmek üzere köşkün kapısına çıkmış olan askerler bir anlık duraksamadan sonra birkaç dakika evvel terk ettikleri salona döndüler. Her şey baştan tartışıldı ve Refet Bey haklı bulundu.
Silahlı mukavemetin lideri Erenköy’deki köşkte o gece işte böyle belirlendi ve karar Babıali’ye, Sadrazam Ferid Paşa’ya gönderildi. Üzerinde tartışılan adayların bir listesi de yapılmış, en başta Mustafa Kemal Paşa’nın ismi yazılmış, ona ve diğer adaylara muhalefet edenlerin gerekçeleri, isimlerin yanına kaydedilmişti.
Sadrazam, kararı, son sözü söyleyecek olan Padişaha bizzat kendisi götürdü ve “Askerler Mustafa Kemal Paşa’yı istiyorlar” dedi.
Mustafa Kemal’in ordu müfettişi olarak Anadolu’ya gönderilmesine, toplantıya katılanların yalnızca biri karşı çıkmıştı: Harbiye Nazırı Şakir Paşa. Paşa’nın isminin altını kırmızı mürekkeple çizmiş, yanına gene kırmızı mürekkeple “En iyi askerimizdir, ama bazı sebeplerden dolayı bence muvafık değildir” diye yazmıştı. “Üstelik cumhuriyetçi olduğu söylenir. (…)” Kararı imzaladı ve tek bir cümle etti: “Bu adam bir iş yapacak!” Tarih, Sultan Vahdeddin’in iradenin altına imzasını koyduğu işte o anda değişti.
Resmi muamelenin birkaç günde tamamlanmasından önce, padişahın tasdikini Mustafa Kemal’e, Sami Bey, gayrı resmi şekilde tebliğ etti. Sami Bey, sonraları bir başka iddiada bulunacak ve sadece bu tebliğin değil, Paşa’yı Anadolu’ya geçmeye ikna etmenin de kendisine düştüğünü söyleyecek, “Gitmeyi değil kalıp Harbiye Nazırı olmayı istiyordu. Ama Anadolu’ya geçtiği takdirde vaziyeti kurtarıp çok daha faydalı işler yapabileceği hususunda ikna ettik” diye anlatacaktı. (…)
Bahriye Nazırı Avni Paşa ve Dahiliye Nazırı Mehmet Ali Bey… İlk hazırlıkları Erenköy’deki bir köşkte yapılan ve Samsun limanında sona eren yolculuğun hazırlık aşamasının iki önemli simasıydılar… Ama hep perde arkasında kaldılar, isimlerinden çok az bahsedildi…
Mustafa Kemal’in Samsun’a gönderilmesinin tercih edilmesinin nedeni olarak çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. Bu görüşlerden birincisi, “Türk askerleri arasında çok sevilen ve sayılan, adı efsaneleşmiş bir kişiydi; dolayısıyla sözünü dinletebilecekti. İkincisi, Mustafa Kemal’in; Harbiye Bakanı Enver Paşa’nın Alman taraftarlığına karşı olduğu biliniyordu. Bu nedenle siyasal yönden de İngiltere ve Müttefikleri için kabul edilebilir bir kişiydi… Bir başka görüş ise Vahdeddin’in, Türkiye’nin kurtuluşu için Mustafa Kemal’in son umut olduğunu görerek, onun Anadolu’ya geçmesini ve bir direnme hareketini başlatmasını bizzat istediği şeklindedir.” Kürkçüoğlu’nun verdiği bir başka bir bilgi ise olayı daha da ilginç hale getirmiştir: “Bir İngiliz Dışişleri Bakanlığı görevlisi, Mustafa Kemal’i İngiltere’nin Anadolu’ya gönderdiğini yazıyor” diye nakletmektedir.
Dr. Rıza Nur ise Tevfik Paşa’yı aynı durumda yani muteriz göstermektedir:
“Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçmesinin sebebi hakkında ortada dönen şöyle bir rivayet de var: Ferid Paşa, işgal kuvvetlerine karşı bir kuvvet elde etmek ihtiyacını hissetmiş. Bu rivayete göre de bu ihtiyacı hisseden Vahdeddin imiş. Bu kuvvet, Anadolu’da ordular ve halktan askeri bir kuvvet yapıp, bunu işgal kuvvetlerine ve Padişah’a muarız gösterip bunlara istiklal talep ettirmek imiş. Bu projeyi fiile çıkarmak için Mustafa Kemal’i münasip görmüşler. Padişah, Mustafa Kemal’e para vermiş. Keza hükümet bütçesinden de ona birkaç bin lira vermişler ki, bunun ilmühaberinin fotoğrafını Paris’te “Pepuplique Enchance” gazetesi neşretti. Padişah ve Ferid, Mustafa Kemal’i çağırmışlar, işi söylemişler. Kendisini memur edip eline bir de ferman vermişler. Aynı zamanda bu işi yapacağına ve kendisine verilen emirleri dinleyeceğine, bir gün emir verilince vazgeçeceğine dair namusu üzerine de yemin ettirmişler.
Mustafa Kemal’in tayinini haber alan bütün vatanperverler telaş edip onun gönderilmesini men’e çalışmışlardır. Bunlardan biri de Sadrazam Tevfik Paşa’dır. Hazine-i Hassa Müdürü Refik Bey ile padişaha:
“Mustafa Kemal, …’dur. Yollamasın, başka birini yollasın” diye haber göndermiştir. Bunu, bizzat Refik Bey söylüyor. İşte Mustafa Kemal’in bu namuslu ve millete hizmetler etmiş, ihtiyar aleyhindeki büyük buğz ve adaveti –ki nutkunda görülür- bundan ileri gelmektedir.”

Samsun için Hazırlıklara Başlanması

Anadolu’ya gitmeye ikna edilen Mustafa Kemal, olağanüstü yetkiyle padişah vekili olarak görevlendirmiştir. Kadir Mısıroğlu, “Lozan Zafer mi, Hezimet mi” adlı eserinde bu konuyu şöyle anlatmaktaydı: Mustafa Kemal, “Padişah’ın kendi salâhiyetlerini devralan ve bir nevi ‘Padişah vekili’ gibi hareket etmesini sağlayan bir ‘Ferman-ı Hümayun’la teçhiz edildi. Bütün bunlara ek olarak yanına istediği kimseleri almasına müsaade edildi. Tahsisât-ı Mestûre ve Hazine-i Hâssa’dan külliyetli paralar verildi.” Falih Rıfkı Atay, “Çankaya” adlı eserinde konuyla ilgili olarak şu ifadelere yer vermektedir: “Mustafa Kemal, mühürlü talimatnameyi cebine koydu, yetkisi büyüktü. Karargâhına alacaklarını kendi seçti. 9. Ordu Müfettişi Mustafa Kemal: ‘Ne âlâ şey, talih bana öyle elverişli şartlar hazırlamış ki, kendimi onların kucağında hissettiğim zaman ne kadar bahtiyarlık duyduğumu anlatamam. Harbiye nezaretinden çıkarken heyecandan dudaklarımı ısırdığımı hatırlıyorum. Kafes açılmış, önümde geniş bir âlem, kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanmış bir kuş gibi idim’ diyordu.”
Samsun yolculuğu öncesinin, bugüne kadar yayınlanmamış belgelere göre gün gün seyri ise şeyledir:
Mustafa Kemal’in 9. Ordu Müfettişliğine resmen tayini hakkındaki irade, 30 Nisan günü o zamanın resmî gazetesi olan Takvim-i Vekayi’de yayınlanmıştır.
Harbiye Nezareti o gün Sadaret’e bir yazı göndermiş; 3. ve 15. kolordular bölgesinde bulunan Sivas, Van, Trabzon, Erzurum ve Samsun’daki mülki memurların Mustafa Kemal tarafından yapılacak tebligata uymaları konusunda bir tamim çıkarılmasını istemiştir.
Mustafa Kemal, aynı gün Harbiye Nezareti’ne Samsun’a götüreceği karargâh mensuplarının listesini vermiştir. Bu listede bazı görevlerin karşısındaki isimler henüz belirlenmemişti. Bu liste, Samsun’a beraberce çıkacağı askeri erkânın ilk tasarlanmış biçimiydi ve sonraki günlerde değişikliğe uğrayacaktı. Hemen başlangıç kısmında geçen “Emr-i şifahi-i Nezaretpenahi’ye tevfikan” yani “Bakanlığın şifahi emrine dayanarak” sözünden de anlaşılacağı gibi, işin yazılı aşamaya gelmesinden önce, belki de o günün sabahı yapılmıştı. (…) Talimatname, Osmanlı Tarihi’nde bir Paşa’ya verilmiş en geniş yetki belgelerinden biriydi. Bu talimatnameyle Mustafa Kemal’e benzeri belki de 17. asrın vezir ailesi Köprülüler’e verilmiş olan yetkilerinin aynısı tanınıyor; Paşa sadece askeri değil mülki erkâna da emir verme hakkına sahip oluyor. Mesela müfettişlik bölgesindeki tayinler ve görev değişiklikleri bile onun yetkisine giriyordu…
Mustafa Kemal, 13 Mayıs’ta bu defa Matbuat Umum Müdürlüğü’ne bir yazı göndermiş: Ertesi gün öğleden önce Genelkurmay’da bir toplantı planladığını ve karargâh görevlilerinin bu toplantıdan haberdar olabilmesi için haberin günlük gazetelerin vasıtasıyla duyurulmasını istemiştir. Harbiye Nezareti’nden de karargâhının sabit değil, seferi olması dolayısıyla üç aylık tahsisatının peşin verilmesini, beklenmeyen masraflara harcanmak üzere bir miktar ödeme yapılmasını ve iki binek otomobili tahsisini talep etti, bu işlemlerin bir haftadan bu yana neticeye bağlanmamış olmasından yakındı.
Artık işin ikinci aşamasına gelinmişti: Müfettişlik heyeti görev yerine deniz yoluyla, Karadeniz’den gidecekti ama Karadeniz resmen olmasa bile fiilen İngiliz donanmasının işgalindeydi. Boğazlar’dan çıkışlar ancak vizeyle mümkündü. Paşa, 14 Mayıs’ta maiyetindekilerin listesini Harbiye Nezareti’ne göndermiş ve İngilizlerden vize alınmasını istemiştir.
Listeler bir gün önce, 13 Mayıs’ta hazırlanmış ve ertesi gün Müfettişliğin Erkan-ı Harp Reisi Albay Kazım Bey (sonraların generali Kazım Dirik’i) tarafından imzalanıp mühürlenmişti. En başta Dokuzuncu Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa’nın ismi vardı.
İngiliz İrtibat Bürosu Kumandanı Binbaşı Millingen; 23 subay, 25 erle erbaş ve altı adet (d)eğerli attan ibaret listeyi 15 Mayıs’ta tasdik etmiştir. Ertesi gün isimlerin yazılı olduğu kâğıtların arka tarafına vize basılmıştır. Vizede “Müttefik Pasaport Kontrol Bürosu, İngiliz Bölümü, Samsun’a gidiş için geçerlidir. İstanbul, 16 Mayıs 1919” yazılıydı ve o zaman irtibat zabitliğinde bulunan sonraları istihbarat subaylığına getirilecek olan Yüzbaşı John Godolphin Bennett tarafından imzalanmıştı.
Görüleceği gibi Mustafa Kemal ve maiyetindekilerin İngilizlerden habersiz, onları atlatarak Samsun’a gittikleri iddiası esastan yoksundur. Vizeyi veren İngiliz irtibat subayı Yüzbaşı Bennett’le konuşma Nezih Uzel’in “Atatürk’e Nasıl Vize Verdim” isimli kitabında yer alıyor. Bennett, 34 kişilik bir heyet için vize istenildiğini görünce, İngiliz baş komiserliğini haberdar ediyor. Cevap: “Mustafa Kemal, gitsin ve ne lazımsa yapsın.” Bennett, bunun üzerine vizeleri imzalıyor.

Mustafa Kemal, Anadolu’ya Gitmek İstemiyordu

Mustafa Kemal’in Vahdeddin’e rağmen Samsun’a çıktığı yalanı; resmi tarihin, resmî ideolojinin ilk ve de son yalanı değildi. Dolayısıyla yakın tarih incelendiği zaman Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkması, hiç de iddia edildiği gibi kendi inisiyatifi ile ve ülkeyi kurtarmak için olmadığı açıkça görülecektir. Zira resmi tarihin söylediklerinin aksine Mustafa Kemal, Samsun’a yani Anadolu’ya Vahdeddin tarafından gönderilmiştir. Aslında Mustafa Kemal, Anadolu’ya gitmek yerine Harbiye Nazırı olmak istiyordu ve bunun için çalışıyordu. İzzet Paşa’nın sadrazam, kendisinin de Harbiye Nazırı olmasını temin için harekete geçmiş bulunuyordu. Bu durum da onu Anadolu’ya gitmeye razı etmek için Sultan Vahdeddin’in güçlük çektiğini yaverlerinden Ali Nuri Bey, bize sarahaten ifade ettiği gibi, N. Fazıl Kısakürek Bey’e de tekrarlamış ve onun “Vahidüddin” adıyla yayınlanan eserinde şu şekilde yer almıştır:
“(…) Mustafa Kemal Paşa’nın huzuruna kabul edilişinden bir iki saat sonra Başyaver Naci Paşa (Naci El-Deniz) yaverler odasına geldi ve haykırdı: ‘Hünkâr, Mustafa Kemal Paşa’yı ikna edebildi!’ Bu haykırış, kelimesi kelimesine kulaklarımdadır. ‘İknâ’ tabiri yerindedir.”
Sultan Vahdeddin’in Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya göndermek için çok uğraştığını ve “ısrarla ikna edebildiğini” o zaman kabinede bulunan Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi de sarahaten teyid ve ifade etmektedir.
Mustafa Kemal, Millî Mücadele devam ederken 10 Ocak 1922’de gazeteci Ahmet Emin’e (Yalman) verdiği mülakatta, Anadolu’ya gönderilme teklifinin hükümetten geldiğini, kendisinin de kabul ettiğini ifade etmektedir.
Mustafa Kemal ise bunların olup bittiği bu sırada Anadolu’ya gitmeyi değil, kabineye girmeyi düşünüyor ve bunun için çaba sarf ediyordu. İzzet Paşa’nın sadrazam, kendisinin de Harbiye Nazırı olmasını temin için harekete geçmiş bulunuyordu. Bu amaçla Sultan Vahdeddin’i 1918 yılında Almanya’ya yaptığı gezi esnasında tanımış olmasını bir fırsat bilerek “Vahdeddin padişah olunca, (…) hükümette Harbiye Bakanı olarak görev almak ve ülkenin içinde bulunduğu duruma müdahale etmek amacıyla, birkaç defa Vahdeddin’le görüşmüştür.”
Mustafa Kemal’in Harbiye Nazırlığı (Savaş Bakanlığı) görevini istediğini, gerekçesini ise Mustafa Kemal’in kendi söylemiyle Alev Coşkun şöyle değerlendirmektedir; “Ben, barışın çabuk gelmeyeceğini biliyordum. Barışa kadar çok bunalımlı durumlar karşısında kalacaktık. İşte bu sıralarda vatana ciddi hizmetlerde bulunabileceğim düşüncesindeyim.”
Bu düşünceyi şöyle geliştirebiliriz: O günkü koşullarda Mustafa Kemal’in siyasal iktidarda güç elde etmesinin tek yolu, savaş bakanlığına gelmesiyle mümkündür.
Mondros mütarekesine göre Osmanlı Devleti’nin silahsızlanması gerekmekteydi. Dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin silah kullanması, anlaşmayı ihlal etmek anlamına gelmekteydi. Bu yüzden Sultan Vahdeddin, işgal kuvvetlerini aldatmak için Mustafa Kemal’i suni bir memuriyetle yani resmi olarak “müfettiş”, fakat gerçekte Anadolu’daki kıyamı örgütlemek için Samsun’a göndermiştir. Mehmed Akif’in başyazarı olduğu Sebilürreşad Mecmuası’nın sahibi ve Akif’in yakın dostu Eşref Edib de Millî Mücadele yıllarını anlattığı hatıralarında, Mustafa Kemal’in müfettiş vazifesiyle, fakat hakikatte Anadolu’da harekete geçen Milli Kuvvetleri derleyip toplamak üzere Anadolu’ya gönderildiğini belirtmektedir.
Mustafa Kemal’in 14 Haziran 1919 günü Sultan Vahdeddin’e Samsun’dan çektiği telgraf da yazdıklarımızı destekler mahiyettedir:
Mustafa Kemal, [16] nolu dipnotta sözü edilen telgrafı Meclis kürsüsünde de okumuştu…
Telgrafın bir kısmını sadeleştirerek aktaralım:
Mustafa Kemal: “Huzurdayken İzmir’in işgali karşısında ‘pek mahzun olan’ kalbinizin ‘bu nokta-i necâta ait ilhamatı’nı, (yani ülkenin sizin öncülüğünüzde millî mukaddes bir kudretle kurtulacağına dair verdiğiniz ilhamları) şu an gibi hatırlıyorum. Sizin ‘ilkâ’nızdan, (yani Şemseddin Sami’nin ‘Kamus-i Türkî’sine bakılırsa, ‘benim fikrimi çelmenizden’) aldığım imanın azmiyle görevime devam ediyorum.”
“Bu sırada yüce şahsınız Boğaziçi’nde bulunan İngiliz donanmasının saraya yönelik toplarını göstererek:
‘Görüyorsun’ dediniz.
‘Ben, artık memleket ve milletin nasıl kurtarılması gerekeceği hususunda kararsızlığa düşüyorum.’
Ve ellerinizi kaldırarak ‘İnşallah, millet akıllanır ve uyanır, bu üzücü durumdan hem kendini hem de beni kurtarır’ buyurdunuz.”
Mustafa Kemal, daha sonra bu tayini, bir siyaset merkezi olan İstanbul’dan sürgün ve uzaklaştırılmak olarak anlıyordu. Nitekim bunu, daha sonra yayınladığı “Nutuk”ta:
“Beni nefy (sürgün) ve teb’id (uzaklaştırma) maksadıyla Anadolu’ya gönderenlerin…” tavsifiyle bu düşünce ve hissiyatı ifade edecektir. (Devam edecek…)

Ali KAÇAR

Exit mobile version