Arşiv Yazarlar

19 Mayıs ve Mustafa Kemal – III

Vahdeddin Atatürk’e Kaç Para Verdi?
Sabah Gazetesi’nde çalışan Nuriye Akman, 11 ila 14 Haziran 1995 tarihlerinde yayınlanan “Millî Mücadelenin İki Yüzü” başlıklı birkaç günlük bir röportajında, Cemal Kutay’a soruyor:
“Siz, bugün Vahdeddin’i vatan haini kategorisine sokmuyorsunuz?”
Kutay, cevap veriyor: “Elbette hain değildi. Dünyanın en namuslu adamlarından biriydi. Ölürken yastığının altından parasızlıktan alamadığı ilaçlarının reçeteleri çıktı. Bunu, Tarık Mümtaz Göztepe anlatıyor. Ve cenazesini rehin ettiler San Remo’da. Akrabaları, arkadaşları cenazeyi kaçırdılar da gömüldü. – Bunlar hakkında hüküm verebilmek için önce bilgili olmak lazım. Bakın, Hazine-i Hassa Reisi Refik Bey’i çağırıp sayım yaptırdı gitmeden evvel. Nuriye Hanım, oradan kaşıkçı elmasını alıp gidebilirdi. Hakkıydı, ailesinin çünkü. Kesinlikle bunlar namusu müeccem.
İsmet Bozdağ da: Mesela karısına bir merasimle takmak için bir yüzük ve gerdanlık gelmiştir, onları da teker teker ailesinin üstünden, kızının boynundan alıp hazineye iade etmiştir. Padişahın maaşı var, 23 gün çalışmış o ay, yedi gününü kısmış, öyle almış maaşı. “Çıkıyorum çünkü Türkiye’den. Hakkım yok benim bunda” diyor. Özetle birinin kahraman olması için birinin hain olması gerekmiyor.
Son Padişah Vahdeddin’in, Atatürk’ü Samsun’a göndermeden kendisine ne kadar para verdiği de gene bu röportajda gündeme geliyor.
Kutay’ın cevabı şu:
“25 bin altın. O zaman bu parayla İstanbul’un onda biri satın alınırdı. Ben, bunu Demokrat Parti milletvekili olan hukukçu Celal Fuat Türkgeldi’nin babası Mabeyn Başkatibi olan Ali Fuat Türkgeldi’den dinledim.”
– İsmet Bozdağ: Çiftliğini ve atlarını satarak temin ettiği 40 bin altını, kendisine vermiştir. Bunu, Abdülhamit’in kızı Şadiye Sultan’dan dinledim. Bunun belgesi yok. Belki de belge bulunamazdı; çünkü görev özel ve gizliyse bunlar belgeye bağlanamazdı. Üstelik bu kırk bin altını Vahdeddin’in çiftliğini ve atlarını satarak temin ettiğini söyler. Çok iyi bir binici olan Sultan Vahdeddin, gayet kıymetli yarış atları beslerdi. Bu suretle elde edilen kırk bin altını M. Kemal Paşa’ya vererek, onu Millî Mücadelenin başında ma’nen olduğu kadar maddeten de teçhiz etmiştir. Bu kadar büyük bir meblağın normal bir harcırah veya müfettişlik vazifesiyle alakalı herhangi bir tahsisat telakki edilmesine de imkân yoktur. Üstelik halen Fransa’da ikamet etmekte bulunan “Osmanlı Hanedanı”nın çok değerli bir ferdi: Mahmut Şevket Efendi, (Dipnot: M. Şevket Efendi, Sultan Abdülaziz Han’ın evlatlarından Seyfettin Efendi’nin oğludur.) bu meblağın müteaddit yardımlarla “Dört yüz bin altın”a yükseldiğini ifşa etmiştir. Dört yüz bir altın ne demektir, düşününüz… Üstelik bir başka dört yüz bin lira meselesi daha var. Onu da M. Kemal Paşa bizzat itiraf ediyor. Aydın cephesinin ihtiyacı için kullanılmak üzere “Donanma Cemiyeti”nin elinde bulunan paralardan “dört yüz bin lira” talep etmiş, İstanbul Hükümeti de bu isteği yerine getirmiştir. (M. Kemal, Nutuk, Ankara 1927, sh.206)
40 bin altını nasıl taşımış acaba sorusuna da Bozdağ şöyle cevap vermiştir:
“Bu soruyu, ben Osmanlı hanedanına sordum. Dediler ki, bunlar, kendisine kâğıt para olarak verilmiştir. Ama değeri, 40 bin altındır. Hiçbir şeyi bütün gerçekleriyle bilmek mümkün değildir; tarih, belgelerle sürekli değişen bir bilgidir. Tarih felsefesiyle hareket edip olayların mantığını kavrayabilirsiniz. Elinizde belgeler olabilir de olmayabilir de. Bütün mesele, olayların mantığını, sağlam olup olmadığını tartışmaktır. Benim yaptığım bu.”
Bir başka soru üzerine de İsmet Bozdağ şu gerçeği dile getirmiştir: “Aslında benim söylemek istemediğim, üstadın da dilinin varmadığı bir şey var. O da şu: Mustafa Kemal tarihi doğru anlatmıyor yani hepsini anlatmıyor, bir parçayı vermiş, üst tarafı karanlık.
Nuriye Akman, aynı röportajında 19 Mayıs gününün ulusal bayram olarak ne zaman kutlanmaya başlandığını Bozdağ’a soruyor:
– Sayın Bozdağ, 19 Mayıs, Millî Mücadele tarihinde çok önemli bir gün. İlk ne zaman kutlandı?
– Yıl 1936. Günlerden 19 Mayıs. Atatürk Dolmabahçe’de, yanında Şükrü Kaya, Ruşen Eşref, Kılıç Ali, Salih Bozok, Mehmet Soydan, Nuri Conker var, konuşuyorlar. Birdenbire Atatürk soruyor: “Bugün günlerden ne?” Diyorlar Salı, Çarşamba neyse. Ayın kaçı: 19’u. Aylardan ne: Mayıs. “Ne oldu bugün, söyleyin bakalım?” diyor. Düşünüyorlar, 19 Mayıs’ta ne oldu?
– Bilmiyorlar mı? Nasıl olur?
“Asıl yapacağınız bayram bu.”
– Nasıl bileceksin canım, o zamana kadar 19 Mayıs’ın lafı yok. Onun için soruyor Atatürk. Şimdi bunlar arıyorlar; “İzmir’in işgalinin üçüncü günü” diyorlar. Atatürk, “Değil” diyor. “İsmet Paşa’nın Lozan’dan Gazi’ye çektiği telgraf” diyorlar. “Hayır. O, 1923’te, Mayıs’ta da değil” diyorlar. “Haliç Konferansı” diyorlar, “İngilizlerle Irak meselesi üzerinde konuşmuştuk” diyorlar.
– Kim anlatıyor bunu size?
– Şükrü Kaya anlattı. “Terakki Perver Fırka’nın kapatılması da bu aylarda olmuştu” diyorlar. Atatürk, “Bırakın yahu bunları” diyor, “Öyle bir şeydir ki bu ülkenin kurtuluşudur”. Yine bulamıyorlar. En sonra Şükrü Kaya hatırlatıyor, “Bu, sizin İstanbul’dan ayrıldığınız gün mü?” deyince, “Yaklaştın” diyor, “Samsun’a çıktığımız gün.” Sonra “Asıl yapacağınız bayram bu” diyor. Ertesi sene 19 Mayıs’ta Şükrü Kaya’nın tertibiyle 19 Mayıs bayramı kutlanıyor.
– Yani Atatürk, bu bayramı iki kez mi gördü?
19 Mayıs’ın bayram olması…
– Evet. 37’de bir görüyor. İkincisinde yani 38’de Atatürk hasta. Acar motoruyla önce Florya’ya dönüp Boğaz’ın en ucuna kadar gidiyorlar. Kıyılarda herkes Acar’ı tanıdığı için alkışlıyor, çok memnun oluyor Atatürk; fakat yoruluyor “Dönelim” diyor. Böylece son bayramını da görüyor ama hasta olarak.
– Sayın Kutay, Atatürk, bunca yıl neden bekledi 19 Mayıs’ı bayram yapmak için?
– 19 Mayıs, 23 Nisan Hâkimiyet-i Milliye Bayramı’nın felsefesi içinde ele alındı. Biz, Atatürk’ün gazetesi Hâkimiyet-i Milliye’de 23 Nisan literatürünü yaparken, bunun başlangıç gününün 19 Mayıs olduğunu söylemekle yetiniyorduk. Ayrıca kutlanması hatıra gelmemişti. 19 Mayıs’ın ayrıca bayram olarak kutlanması kararı, bence Atatürk’ün hastalığının acı bir gerçek olarak ortaya çıkmasıyla ilgilidir. Artık ömrünün kısa olduğu kabul edilince, O’nun hayatında önemli olan günler, daha derinden anılmaya başlandı. Ayrıca bir hükümet değişimi olmuş, İsmet Paşa görevden uzaklaştırılmış. Celal Bayar dönemi başlıyor.
– Evet, ekonomik kalkınmayla beraber yepyeni bir devir başladı. Bence Atatürk, öleceğini bilenin psikolojisiyle bu hükümet değişiminden ve ölümünden sonra belki şahsiyeti ve cumhuriyetin temel günleri hakkında bazı yanlış ve vaktiyle söylenmemiş sözlere dönülmek ihtiyacı duyulursa, diye kutlanmasını istedi. Ama Mustafa Kemal, ne yazık ki kendi nutkunda Millî Mücadele’nin kuruluşunu hakiki olarak anlatmamıştır.
1937 yılına kadar akla gelmeyen 19 Mayıs ulusal bayramı, birdenbire Mustafa Kemal’in aklına geliyor ve kutlanmaya başlanıyor. Aslında yıllar önce bu tür sportif faaliyetler yapılmaktaydı. Bu tür faaliyetlerin ilk mucidi ise İsveç’te eğitim gören Selim Sırrı Tarcan’dır. Kendi hatıralarında da belirttiği gibi, Maarif Nezareti Müfettişliği yaptığı sırada, gündeme gelen bu ilk idman bayramı, 29 Nisan 1916’da, İstanbul’daki bazı okulların erkek öğrencileri Kadıköy’de, Fenerbahçe Stadyumu’nun olduğu yerde İttihad Spor Kulübü sahasında düzenlenmiştir. İkincisi de 1 Mayıs 1917 tarihinde, aynı yerde kutlanmıştır. 1918 ve 1919 yıllarında, bayramlar daha sönük geçmiş ve sınırlı katılımla kutlanmıştır. Gençler, Selim Sırrı Bey’in yönetiminde ve komutasında, o dönemki deyişle “İsveç jimnastiklerinden” örnekler vermişler, beden hareketleri yapmışlardır. Bu hareketler, yüksek atlama, sırıkla atlama, cirit atma, disk atma, 100 metre ve 800 metre koşuları gibi birtakım etkinlikler şeklinde yapılmaktaydı.
Kutlama ve etkinlikler sırasında Türkiye’ye yine Selim Sırrı Bey’in tanıttığı bir marş çalınmıştır. İsveççe adı “Tre Trallade Jantor”’ (Şakıyan Üç Genç Kız) olan şarkının bestecisi İsveçli Felix Korling’dir. O zamanlar bu marşa Türkçe sözleri, Ali Ulvi Elöve yazmıştır. “Gençlik Marşı” adıyla anılan bu marş, daha sonra 19 Mayıs ile özdeşleşmiştir. Mustafa Kemal’in, ilk kez ikinci İdman Bayramı’nda dinlediği ve çok sevdiği bu marşı, 1919 Mayıs’ında Samsun’dan Havza’ya giderken maiyetine de öğrettiği anlatılır. “Dağ başını duman almış” adıyla bilinen bu marş, İsveç şarkısından uyarlanmıştır.
Bu idman bayramı, mahalli olarak 1926’da ‘Gazi Günü,’ 19 Mayıs 1927’de, Samsun’a gidiş günü nedeniyle törenler düzenlenmiş, Selim Sırrı Tarcan girişimiyle 10 Mayıs 1928’de ilk olarak Ankara’da, 11 Mayıs’ta İstanbul’da, İzmir ve diğer Anadolu şehirlerinde jimnastik şenlikleri kutlanmaya başlanmıştır. 1931 yılı itibariyle Gençlik ve Spor Bayramı’nın atası İdman Bayramı, ‘Mektepler Bayramı’ adıyla bütün lise ve ortaokullar için tatil ve etkinlik günü olarak resmileşmiştir.
İlk kez 27 Mayıs 1935 tarihinde, “Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun” adlı düzenleme ile ulusal bayram ve genel tatil günleri derli toplu bir şekilde düzenlenmiştir. Ama hala ulusal bayram ve genel tatil günleri arasında Gençlik ve Spor Bayramı yoktur. Zira bu bayram, bir yasa değişikliği ile ancak 3 sene sonra resmi olarak genel tatil günleri arasına girebilmiştir.
Bu arada daha kanun olarak kabul edilmezden evvel Türk Spor Kurumu tarafından, “19 Mayıs Spor ve Gençlik Bayramı” adıyla 1937 yılından itibaren bir bayram kutlanması uygun görülmüştür.
Gençlik ve Spor Bayramı’nın adı, 17 Mart 1981 tarih ve 2429 sayılı kanunla “19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı” olarak değişmiştir. Bayramın adının 1981’de “Atatürk’ü Anma ve Spor Bayramı” olarak değiştirilmesi ise, Atatürk’ü totemleştirmek için akla hayale gelmeyen saçmalıklara imza atan 12 Eylül darbecilerinin işidir…
“19 Mayıs”, 20 Haziran 1938 tarihinde, 3466 sayılı kanunla 2739 Sayılı Kanun’un ikinci maddesine “Gençlik ve Spor Bayramı, Mayıs’ın 19’uncu günü” ibaresi eklenilerek 28. Milli Bayram ilan edilmiştir. Yani 19 Mayıs 1919’dan tam 19 yıl sonra bayram olmuş, hem de yeni bir bayram ihdas etmek şekliyle değil, 1916’dan beri yapılagelen bir şenliğin adı değiştirilmek sureti ile.
Mustafa Kemal’in, Anadolu’ya Gönderilmesi Sürgün mü idi?
M. Kemal Atatürk, Samsun’a “gönderildiğini” zaten Nutuk’ta itiraf etmektedir, fakat bunu, o sıralarda İstanbul’da birtakım temaslarda bulunmuş olmasından dolayı bundan rahatsız olan muhaliflerinin kendisini İstanbul’dan “nef’yi ve teb’idi” yani “yola getirmek maksadıyla sürgün” ettikleri şeklinde yorumlamıştır. Hatta Samsun’daki asayişsizlik meselesinin kendisini İstanbul’dan uzaklaştırmak için sebep olarak icad edildiğini belirtmiştir. Kısaca ifade etmek gerekirse, İstanbul’da rahat durmadığı ve tehlikeli görüldüğü için uzaklaştırıldığını iddia etmiştir.
Eğer İstanbul’daki temaslarından rahatsız olunsaydı ve kendisi, mevcut yönetime bir tehlike teşkil etseydi, geniş yetkilerle donatılmış ferman ve külliyetli miktarda parayla Samsun’a değil, diğer tehlikeli addedilen siyasetçiler gibi o da Malta’ya sürülürdü. Nitekim 1919’un Ocak ile Nisan ayları arasında İstanbul’da, içinde birçok önde gelen politikacı ve subayın da bulunduğu toplam 107 kişi, tehlikeli görüldüklerinden dolayı tutuklanmıştı.
Padişah ve Sadrazam Damat Ferit Paşa, Mustafa Kemal’e tahammül edemediklerinden dolayı gönderildiği iddiası gerçekle bağdaşmaz. Çünkü bu iddia doğru olsaydı ‘Kemal’i her ikisi de herhalde ‘şüpheli’ kaydiyle İngiliz istihbaratına (Intelligence Service) haber verirlerdi.
Mustafa Kemal’e verilen yetki ve sorumluluk alanı, adeta Batı Karadeniz, Orta ve Güneydoğu Anadolu’yu kapsayacak şekildeydi. Nitekim yetki ve görev alanı, “M. Kemal’in ordu üzerindeki yetkilerinden başka, Trabzon, Erzurum, Sivas, Van vilayetleri ile Erzincan, Canik (günümüzde Samsun ve civarını içine alan bölge) müstakil sancaklarının sivil idarecileri üzerinde de geniş yetkileri mevcuttur. Bu bölgenin, bugünkü idari bölünme dikkate alınırsa, Anadolu’nun bütün kuzey doğusunu içine aldığı anlaşılır. Öte yandan müfettişlik hududuna mücavir (çevre) vilayet ve müstakil livalar (sancaklar) üzerinde de yetki sahibidir. Bu durumda Batı Karadeniz, Orta ve Güneydoğu Anadolu da yetki sınırlarına dâhil edilmekte, bir ifadeye göre de yetki alanı hemen hemen bütün Anadolu’yu kapsamaktadır.
Sadrazam Damat Ferit Paşa, yolculuk öncesi Mustafa Kemal’e, “Bir isteğiniz olursa, doğrudan bana bildirin. Hiç gecikmeden yerine getirileceğinden emin olabilirsiniz” demiştir.
Mustafa Sabri Efendi, bu konuda; “Nef’yi ve teb’id edilmesi, kendisinden korkulmakta olması manasını ifade eder ki, bu takdirde kendisinden korkulduğu için daha fazla korkulacak bir hale getirilmek üzere avuçlarının içindeyken serbest hareket edebileceği uzak bir yere gönderilmesi, üstelik de onu daha kuvvetli kılan, sıfat, selahiyet ve imkânlarla techiz edilmesi, idrak ve iz’an dışı bir hareket olur. Binaenaleyh, kendisine verilen sıfat ve selahiyetler nazar-ı itibare alındığı takdirde gösterilen sebeplerin varid olamayacağı sarahaten ortaya çıkar” demektedir.
Cambridge Üniversitesi’nde doktora yapmış olan Prof. Dr. Bülent Gökay da M. Kemal’in iddiasını gerçekçi bulmayarak şöyle itiraz ediyor:
“(…) şüpheli bir subayın, neredeyse sınırsız yetkilerle donatılarak böyle nazik bir göreve atanması, pek mümkün değildi. Eğer bir muhalif olarak görülüyorduysa, İstanbul’da İngiliz denetimi altındaki Türk yetkililer için, başka birçok ulusçu aktivist gibi onu da cezaevine koymak, çok daha basit bir yol olurdu.”
Ayrıca Dr. Zekeriya Türkmen de bu yaklaşımı inandırıcı ve tutarlı bulmaz ve “uzaklaştırmak amacıyla gönderilmiş olsaydı, bu ölçüde geniş yetkiler vermeyecekleri gibi, tutuklarlar veyahut da İngilizlere tutuklattırabilirlerdi.” der.
Hakikaten M. Kemal’e verilen yetkiler, çok genişti. M. Kemal’in yakın arkadaşı ve eski Bitlis valisi olan Mazhar Müfit (Kansu) Bey, “M. Kemal’in sadece askeri değil, mülki yetkilerle de donatılmış olarak tayin edildiğini öğrenince, O’nu Damat Ferid’in adamı sandım.” demekten kendini alamaz.
II. Ordu veya Yıldırım Kıtaları Müfettişi Mersinli Cemal Paşa’nın yaveri Cevat Rıfat (Atilhan) Bey ise, M. Kemal’e verilen geniş yetkilerin Mersinli Cemal Paşa’ya verilmemesinden dolayı Paşa’nın bu duruma çok içerlediğini ve bu yüzden sadarete (Sadrazamlığa) bir şifre yazdığını belirtir. Bu şifreye, sadaretten verilen cevapta ise, geniş yetkilerin verilmesinde M. Kemal Paşa’nın Padişah Vahdeddin ile olan dostluk ve samimiyetinin rolü olduğu ifade edilmiştir.
Sabahattin Selek de “Paşanın o sıralarda İstanbul’dan uzaklaştırılması gereken tehlikeli bir şahıs olarak görüldüğünü kabule de pek imkân yoktur. Kendisine verilen görevin önemi ve geniş yetki, bu kabil iddiaları çürütmektedir” diyerek Mustafa Kemal’in sürgün edilmesi ya da İstanbul’dan uzaklaştırılmasının söz konusu olmadığını söylemektedir.

Exit mobile version