Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler, 1940’lı yılların ortalarından itibaren başlamış, Türkiye’nin Kore Savaşı’na katılması ve NATO üyeliğine kabul edilmesi ile birlikte artarak devam etmiştir. Ve bu ilişkiler halen ‘stratejik müttefik’, ‘model ülke’ gibi hiç de aslı olmayan, dostlukla, müttefiklikle asla bağdaşmayacak tarzda devam etmektedir. Bu süreç içerisinde -60/70 senedir- iki ülke arasındaki ilişkiler adeta efendi köle ilişkisi tarzında sürmüş ve halen de aynı şekilde sürdürülmek istenmektedir. Ne yazık ki Türkiye, uzun bir süre bu ilişki tarzına karşı itirazını, karşı çıkışını yüksek sesle dile getir(e)memiştir. Hatta ufak tefek serzenişleri bile ya bir darbe ile ya da bir muhtıra ile engellenerek susturulmuştur. Kısacası iki ülke arasındaki ilişkiler tarihi incelendiği zaman, bu ilişkilerin, hiçbir zaman karşılıklı menfaatlere dayalı, bağımsız iki ülke arasındaki ilişkiler şeklinde devam etmediği açıkça görülecektir. Çünkü ABD ile ilişkilerin başladığı tarihten bu yana Türkiye, ikili anlaşmalarla tam anlamıyla kıskaca alınmış, ABD’nin istemediği herhangi bir ülke ile ilişkiye geçmesi dahi imkânsız hale getirilmiştir. Nitekim 1960 ve 1971 darbelerinin önemli nedenlerden birisi Türkiye’nin Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Birliği (SSCB) ile ilişkiye geçmesi olmuştur. ABD, bu ikili anlaşmalar vesilesiyle Türkiye’de yetkililerin bile giremeyeceği[1] ülkenin çeşitli yerlerinde pıtırak gibi çok sayıda askeri üs inşa etme rahatlığına kavuşmuştur. Haydar Tunçkanat’ın ifadesiyle “günümüzde ikili anlaşmalar, emperyalizmin uygulama araçlarından birisidir. Emperyalist devletler, bu anlaşmalar yoluyla az gelişmiş ülkelerin önce iktisadiyatını ele geçirmekte, sonra siyasi ve askeri alanlarda ağırlıklarını duyurmaktadırlar. Türkiye de bu yollarla emperyalizmin boyunduruğu altına düşürülmüş; iktisadi, siyasi ve askeri alanlarda bağımsızlığını yitirmiştir”[2] demektedir.
15 TEMMUZ DARBE GİRİŞİMİNİN GEREKÇELERİ
Batılı emperyal devletlerin eskiden beri Türkiye’nin başka ülkelerle özellikle de Sovyetler birliği ile (SSCB) ilişkiye geçmesine asla tahammülü olmamıştır. Nitekim 27 Mayıs, 12 Mart darbelerinin yapılış gerekçesine bakıldığı zaman Türkiye’nin SSCB ile ilişkiye geçmesi önemli bir gerekçe olarak gösterildiği görülecektir. Bunu, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel de açıkça söylemiştir.[3]
ABD’nin bu tavrı, sadece Soğuk Savaş dönemine has bir tavır olmayıp şimdilerde de bu tavrın devam etti(rildi)ği görülmektedir. Ne yazık ki, ABD’nin bu emperyal/sömürgeci tavrına karşı, Türkiye, -o gün de, bugün de- bağımsız bir devlete yakışacak tarzda bir tavır geliştirme cesaretini gösterememiştir. Bunu bilen Batılı emperyal/sömürgeci ülkeler, daha da ileri giderek Türkiye’nin başka ülkelerle de ilişki geliştirmesine müsaade etmemişlerdir. Dolayısıyla SSCB/Çin ile kurulmak istenen en makul/sıradan bir ilişki dahi her defasında ‘eksen değişmesi/kayması’ ithamı ile engellenmeye çalışılmıştır. Üzülerek belirtelim ki bunda da başarılı olmuşlardır.
AKP iktidarının 2010 yılından sonra söylem bazında da olsa bazı itirazları gündeme getirmesi Batılıların –özellikle de ABD’nin- hiç hoşuna gitmemiştir. Nitekim AKP Genel Başkanı ve Başbakan Erdoğan’ın Kasım 2013’de Putin’e Şanghay İş birliği Organizasyonu[4] (Shanghai Cooperation Organization-SCO) ile ilgili olarak “Ben diyorum ki Şanghay İşbirliği Teşkilatı’na gelin, Türkiye’yi alın. Bizi de bu sıkıntıdan kurtarın. Biz bunun yanında Avrasya’daki ülkelerle ilgili de serbest ticaret anlaşmasına da varız. Ama dediğim gibi Şanghay İş birliği Teşkilatı olayını daha önce de Başkana izah etmiştim”[5] demişti. Benzeri bir açıklamayı Cumhurbaşkanı olduğu dönemde de gündeme getirmiş, Rusya ve Çin’den de olumlu cevap almıştı.[6] Türkiye’nin –çok da ciddi olmadığını sandığımız- bu girişimi bile Batılı dost ve müttefik devletleri (!) endişelendirmiş ve Erdoğan’dan kurtulmanın yolları ta o günlerden itibaren aranmaya başlanmıştır.
Hele füze savunma sistemi ihalesinin Eylül 2013’te Çin’e verileceğinin Türkiye tarafından açıklanması ABD’yi ve dolayısıyla NATO’yu daha da telaşlandırmıştır. NATO standartlarına uygun olmayacağı bahanesiyle ABD ve NATO yetkilileri tarafından arka arkaya açıklamalar yapılmış ve Türkiye’nin mutlaka bu anlaşmadan vazgeçmesi istenmiştir. Oysa Çin’in bu ihaleyle ilgili verdiği teklif her yönüyle Batılı devletler tarafından verilen tekliflerden daha cazip ve Türkiye menfaatlerine daha uygundu.[7] Kısacası füze savunma sistemi ihalesinin Çinli bir firmaya verilmesi NATO ülkeleri tarafından olumlu karşılanmamış, hatta Türkiye’nin Batıya rağmen bu tür ilişkiler devam ediyor oluşu NATO ülkelerini bir hayli kızdırmıştı. Buna bir de Gelişmekte Olan Ülkeler Grubu olarak tanımlanan BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika)[8] ile olan ilişkiler de ilave olunca Batılı ülkeler daha da öfkelenmiş ve Türkiye’nin gittikçe kontrolden çıktığı yönünden de ciddi endişeye kapılmalarına neden olmuştur.
Batılı ülke yönetimlerinin Türkiye’ye diş bilemesinin bir başka nedeni de Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin Haziran 2016 itibariyle yeniden düzelmeye başlaması olmuştur. Bilindiği gibi Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkiler 24 Kasım 2015’te Rus uçağının Türkiye tarafından düşürülmesi ile bozulmuş ve ilişkiler askıya alınmıştı. Bu ilişkilerin tekrar normale dönmesi Haziran 2016 ayını bulmuştu. Türkiye’nin, Rusya’dan özür dilemesi ve özellikle de Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Rusya Federasyonu Başkanı Putin arasındaki 29 Haziran 2016 görüşmesi, bozulan ilişkilerin tekrar rayına girmesi için bir başlangıç olmuştu. Bu görüşmede Putin’in, turizm, ekonomi, tarım ürünlere, enerji ve diğer yatırımlarla ilgili bütün belgeleri imzalaması ilişkilerin normalleşmesini çabuklaştırmıştır. Hatta Putin, “eskisi gibi yapmayalım, bütün bu antlaşmalar şu bu vs. taktik. Taktik bir ilişki, taktik bir arkadaşlıktır bu, bunu stratejik yapalım”[9] demesi, başta ABD olmak üzere diğer Siyonist ve emperyal ülkeler ile içerideki mankurtlaşmış yerli batılıları da endişelendirmişti.
Bu görüşme özellikle de Putin’in ilişkileri ‘taktik’ten ‘stratejik’ seviyeye çıkaralım sözü Türkiye’nin kaybedileceği endişesi ile Batıyı harekete geçirmiştir. Zaten PKK terörünün çukur ve hendek olaylarıyla kışkırtılmasının önemli bir nedeni de Türkiye’yi içeride meşgul ederek dışarıya açılarak yeni ittifaklar oluşturmasını engellemeye dönüktü. Tabi daha önce Erdoğan’ın Şanghay İş birliği Örgütü ile ilgili sözleri de AB’yi ve dolayısıyla ABD’yi endişelendirmişti.
15 TEMMUZ DARBE GİRİŞİMİNDE ABD’NİN ROLÜ
Yukarıda da belirtildiği gibi ABD ile Türkiye arasındaki ilişkiler 70 küsur sene öncesine dayanmaktadır. Bu süre içerisinde ABD’nin Türkiye’yi kendisine eş/denk değerde bir ülke, karşılıklı menfaatleri olan bir müttefik olarak asla görmemiştir; daima kullanılan, aldatılan, sömürülen, SSCB’ye karşı ileri karakol görevi yüklenilen, gerektiğinde kendi menfaatleri için -Kore’de olduğu gibi- savaşa sokulan bir ülke olarak görülmüştür. Türkiye’yi yönetenler de çoğunlukla bu ilişki tarzına ya ses çıkarmamış ya da itiraz etmişlerse de, bu itirazı, ilişkileri gözden geçirecek tarzda ciddi bir şekilde gündeme getir(e)memişlerdir. Zaten ABD de buna fırsat vermemiştir.
Türkiye’de, ABD’nin teşvik ve desteği olmadan bir darbenin gerçekleş(tiril)mesi mümkün değildir. Nitekim 1963-64’de Talat Aydemir ve arkadaşlarının, 1969’da Genelkurmay Başkanı Org. Cemal Tural’ın, 1977’de Org. Namık Kemal Ersun’un ve 2004’de birden fazla (Sarıkız, Ay Işığı, Yakamoz, Eldiven gibi) darbe girişimlerinin başarılı ol(a)mamasının nedeni darbecilerin ABD’den onay almamış olmalarıdır. 15 Temmuz darbe girişimi de aynı şekilde ABD’nin bilgisi ve onayı dâhilinde gerçekleştirilmek istenen bir darbe idi. Ancak bu darbe girişiminin başarılı olmamasının birçok nedeninin yanında kanaatimizce Obama yönetimi ile neoconlar arasında bir ittifakın sağlanamamış olmasıdır. Böyle bir girişimin bile ABD ve kanlı örgütü CIA’dan habersiz olması mümkün değildir. Nitekim Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ABD’li yönetmen Oliver Stone’un çektiği 4 bölümlük “Putin Röportajları” (The Putin Interviews”) adlı belgeselde, “ABD istihbarat servislerinin neler olup bittiğinden haberdar olmamasına inanmak çok zor. ABD askerleri, İncirlik Hava Üssü’nde konuşlu ve darbe girişimine etkin bir şekilde katılan askerlerin bir kısmı da oradaydı” ifadesini kullanması[10] da bu düşünceyi teyid etmektedir. Çünkü -ne yazık ki,- geri kalmış/bıraktırılmış ülkelerde ordular, ülke menfaatlerini/sınırlarını korumak için değil, kendi ülke insanlarına karşı emperyal ülkelerin menfaatlerini korumak için konuşlandırılmış ve eğitilmiştir. Nitekim ABD eski Genelkurmay Başkanı William Crowe asker eğitmedeki amaçlarını şöyle açıklamıştır; “Washington’ın dost ve müttefik ülke subaylarına ABD’de eğitim görmeleri amacıyla sağlanan bursların Uluslar arası Askeri Eğitim ve Talim (IMET) programı denilen bir program dâhilinde verildiğini, bu programın dost ve müttefik ülkelere yapılan en etkili ve en çok karşılık alınan yatırım olduğunu ve nüfuz sağlamak açısından son derece başarılı olduğunu, bugün dünyada ordularının başında olan hatta bazı durumlarda ülkelerini yöneten pek çok askerin bu program sonucu ABD’de eğitim gören kişiler olduğunu, IMET’in diğer ülkelerin askeri ve sivil liderlerine yaklaşabilmek açısından ABD’ye önemli imkânlar sağladığını, bu öğrencilerin çoğunun üst kademe askeri lider olma vasfına sahip subaylar olduğunu, söz konusu subayların geçmişte olduğu gibi gelecekte de ülkelerinde önemli görevler üstleneceklerini, örneğin bugün dünyada bakan, büyükelçi, kuvvet komutanı ve askeri okul komutanı pozisyonlarında IMET eğitimi görmüş 1500 kişinin bulunduğunu, IMET’in uzun vadeli bir yatırım olarak çok değerli bir güvenlik aracı olduğunu, ABD’ye sayısız yararlar sağladığını” ifade etmiştir.[11]
15 Temmuz Darbe girişiminde ABD’nin rolünü özellikle de neoconların başını çektiği birçok asker, akademisyen ve yorumcunun bir darbe ortamının oluşması için yaptıkları çalışmaların sonucunda basına yansıyan raporlardan anlamak mümkündür. Aslında AKP Hükümeti, yönetime geldiği ilk günlerden itibaren Millî Görüş geleneğinden geliyor olması nedeniyle içeride Kemalist laik ve batıcılar, dışarıda ise özellikle Siyonist neoconlar tarafından istenmemekteydi. 1 Mart 2003 tezkeresinin TBMM tarafından kabul edilmemesi, Siyonist neoconların harekete geçmesi için önemli bir fırsat oluşturmuştur. Bu konuda ABD’liler tarafından atılan ilk adım ise, 4 Temmuz 2003’te Türk Özel Kuvvetleri’nin Süleymaniye’deki karargâhını basarak Türkiye askerlerinin başına çuval geçirmeleri olmuştur. 1 Mart tezkeresi ABD’lileri, 4 Temmuz çuval krizi ise Türkiye tarafını rahatsız etmiş ve ilişkileri gerginleştirmiştir. Ve aynı yıl içerisinde birden fazla başarısız darbe girişimi de bu neoconların desteğiyle gerçekleşmiştir. Türkiye ise bu darbeleri, ABD’ye ve özellikle de AB’ye dayanarak boşa çıkarmıştır.
Ancak bu başarısız darbe girişimlerine rağmen darbe tartışmaları bütün hızıyla devam etmiştir. Bir taraftan laiklik tartışmaları yapılırken, diğer taraftan da Deniz Kuvvetleri Eski Komutanı Özden Örnek’in günlükleriyle darbe teşebbüsleri yeniden gündeme gelmeye başlamıştır. Saldırılar, suikastlar birbirini izlemiş, ülkede tam anlamıyla bir kaotik ortam oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu çerçevede içeride Rahip Santoro cinayeti (5 Şubat 2006), Danıştay baskını (17.05.2006), Cumhuriyet Gazetesi’ne (05.05.2006-10.05.2006- 11.05.2006) üç farklı zamanlarda bomba atılması ve Hrant Dink (9 Ocak 2007) cinayeti gerçekleştirilmiştir. Amaç halkı terörize ederek bir darbe/muhtıra ile AKP’yi iktidardan uzaklaştırmaktı. Dışarıda ise ABD’den Hudson Enstitüsü Türkiye uzmanı Zeyno Baran, 2006’nın son günlerinde Newsweek Dergisi’nde çıkan bir makalesinde “2007 yılında Türkiye’de yüzde 50 ihtimalle darbe olacağı” ile ilgili öngörüsünü dile getirmiştir. Bu makaleden kısa bir süre sonra 13 Haziran 2007’de Türkiye’de çokça gürültü koparan Hudson toplantısı gerçekleştirilmiştir. CIA elemanı Henri Barkey tarafından Hudson Enstitüsü’nde düzenlenen Türkiye’de darbe konulu toplantının senaryosu şöyleydi: Anayasa Mahkemesi Başkanı Tülay Tuğcu suikast sonucu öldürülecekti… Beyoğlu’nda patlayan bomba 50 kişinin ölümüne neden olacaktı… Türk Ordusu 50 bin askerle Kuzey Irak’a girecekti… Vs. Hudson toplantısı gündemi Türkiye’de “bomba” gibi patlamıştı. Güya, askerler darbeye hazırlanıyordu![12]
Zaten bu toplantıdan kısa bir süre önce de Nokta Dergisi 13 Nisan 2007 günü, 2002 sonrasını kapsayan günlerde darbe planlayan bir cuntanın varlığıyla ilgili yaptığı haberler sebebiyle Askeri Mahkeme kararıyla baskına uğramış ve kapatılmıştı. Bu olup bitenler, ister istemez halkta bir korku, bir endişe meydana getirmişti. Acaba bunlar gerçekten bir darbenin ayak sesleri miydi? Oysa 27 Nisan e-Muhtırası ile birçok yetkili darbe döneminin bittiğini söylemişlerdi.[13]
Halkı endişelendiren olaylar bu kadar da değildi. Atatürkçü Düşünce Derneği’nin (ADD) düzenlediği ‘Cumhuriyet Mitingleri’ halkı daha da endişelendirmişti. ‘Cumhuriyet’e sahip çık’ çağrısıyla düzenlenen bu mitingler; Çankaya Köşkü’nü “yıkılmayacak kaleleri” olarak görenlerin laiklik bahanesiyle meclisin, yani milletin iradesinin yansımasını engellemek adına gerçekleştirdiği gövde gösterilerine dönüşmüştür. ADD Başkanı Şener Eruygur ve gazeteci Tuncay Özkan’ın başını çektiği Cumhuriyet mitinglerinin ilki 14 Nisan 2007’de Ankara Tandoğan’da tertip edilmişti. Bu miting, Atatürk Gençliği imzalı 15 metrelik ‘Ordu göreve’ yazılı dev pankart açılmış, ‘Ordu göreve’, ‘Ya istiklal ya ölüm, ‘Laik bağımsız tam demokratik Türkiye, Molla Başbakan istemiyoruz, üniversiteler değil, AKP yıkılacak’ sloganları atılarak gerçekleştirilmiştir. Bu mitingdeki korteje dönemin YÖK Başkanı Kemal Gürüz ile yine dönemin İstanbul Üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu’nun yanı sıra 72 rektör katılmıştı.[14] Daha sonra CHP İzmir Milletvekili olan Tuncay Özkan, Cumhuriyet mitinglerinden dolayı korkuttuğumuz insanlardan özür dilerim[15] itirafında bulunmuştu.
Tandoğan mitingi e-muhtıra öncesi gerçekleşen bir miting olması sebebiyle üzerinde durulması gereken bir organizasyondur. Mitinglerin ortak özelliği “Mustafa Kemal’in askerleri” olduklarını söyleyen kimselerin sivilliklerini unutup “Türkiye laiktir, laik kalacak” sloganına geri dönmeleri ve askere davetiye çıkarmalarıydı. “Cumhuriyetin bekçisi” olduğu iddiasındaki kesim laikliğin tehlike altında olduğu propagandasını yayarak seçimlere hazırlanırken “cumhurbaşkanlığı seçiminde eşi ‘türbanlı’ birini Çankaya’ya çıkartmayacakları” vaadi ana muhalefet liderinin ağzından da duyulmuştu. Bu mitinglere ve ana muhalefet partisi liderinin açıklamasına rağmen iktidar partisi 24 Nisan 2007 günü Abdullah Gül’ün ismini Cumhurbaşkanı adayı olarak açıklamıştı. Bu günlerde AKP’nin 354 vekiliyle tek başına adayını seçtiremeyeceği, nitelikli çoğunluk olan 367 milletvekili olmadığı için diğer partilerin seçime katılmaması halinde herhangi bir adayın köşke çıkamayacağı fikri Eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu tarafından dile getirilse de gözler seçimlere çevrilmişti. 27 Nisan günü gerçekleşen seçimlerin ilk turuna muhalefetin küçük desteğiyle 361 milletvekili katılmış ve 367 sayısının altında kalınmıştı.
İşte oylamanın olduğu günün akşamı dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt tarafından internet sitesinde, hanımı başörtülü bir Cumhurbaşkanını engellemek için e-Muhtıra[16] yayınlanmıştır. Eğer iktidar direnmeyip seçim kararı almamış olsaydı, bu muhtıra da tıpkı diğer darbe ve muhtıralar gibi amacına ulaşmış olacaktı. Ancak AKP İktidarı 22 Temmuz 2007’de yapılmak üzere erken genel seçimlere gitme kararı ile bu e-Muhtırayı boşa çıkarmıştır. Bu muhtıradan sonra artık darbe dönemi bitti söylemi çokça dile getirilse de darbe tartışmaları bitmemiş ve devam etmiştir.
Dışarıda da özellikle de ABD’de darbe ortamının hazırlanması için yoğun çalışmalar yapılmakta ve gerek Gülen ekibi ile gerekse Kemalist ve ulusalcı komutanlarla görüşmelerini sıklaştırmışlardı. Bu nedenledir ki CNN International tv’ye çıkan ABD’li analistler, 15 Temmuz darbesi ile ilgili olarak “Bu olağan ve beklenen bir askeri müdahaledir!” yorumunu yapmaları boşuna değildi. Çünkü ABD’li kimi danışmanlar Türkiye’de bir darbenin olması için zaten olanca çabalarını sarf etmekteydiler. Bunlardan ilki Dick Cheney’nin ulusal güvenlik danışmanı John Hannah’ın yazdıklarıdır. Hannah, tam bir ay önce Foreign Policy dergisinde: “Erdoğan problemi ABD çıkarları için büyük tehlikeler yaratmaya devam ediyor. Er ya da geç bir hesaplaşma günü yaşanması ihtimal dâhilinde. ABD, zararlarını azaltma hazırlıklarına şimdiden başlamalı…” şeklinde yazmıştır. Diğeri ise Pentagon danışmanı Michael Rubin idi. Rubin, 4 ay önce Newsweek’te darbecilere şöyle güvence vermişti: “ABD’de seçimlerin yaklaştığı şu dönemde Obama idaresinin darbe liderlerini kınamaktan öteye gitmeyeceği açık; hele darbeciler bir de demokrasiyi yeniden inşa etmeye söz verirlerse. Erdoğan, Mısır’ın devrik lideri Mursi’nin sahip olduğu sempatiyi de oluşturamayacak”
Wall Street Journal Türkiye muhabiri Dion Nissenbaum da mayıs ayında darbe olasılığından bahseden Amerikalılardan biriydi. Amerikalı gazeteci Mike Whitney şubat ayında şunu yazdı: “Sorun çıkarıcı Erdoğan, Washington’dan yönetilen bir darbe ile etkisiz hale getirilebilir.”[17]
ABD basınının etkili isimlerinden Washington Post yazarı David Ignatius, 15 Temmuz darbe girişimi öncesi Suriye PKK’sı ile FETÖ’cü generallerin İncirlik Üssü’nde buluştuğunu yazmıştır. ABD’nin mayıs ayında organize ettiği görüşmede PKK’nın Suriye kolu PYD’yi temsilen bir heyet, İncirlik’te görevli bazı Türk generallerle görüşmüştür.[18] Askeri gizlilik çerçevesinde yeterli denetim imkânı bulunmadığı için tercih edilen İncirlik’teki bu toplantılarda, alınan bilgiye göre, FETÖ imamı olduğu iddia edilen sivillerin yanı sıra NATO üyesi bazı ülkelerin üst düzey yetkilileri de hazır bulunmuştur. FETÖ’nün İncirlik’te görevli subay kadrosunun hazır bulunduğu görüşmelere, diğer bazı kritik üslerde görev yapan subaylar da katılmıştır. ABD’nin Suriye ve Irak’ta DEAŞ’a karşı mücadelede ‘müttefik’ olarak seçtiği PYD/YPG’nin temsilcileri ise bu toplantıya Amerikan yetkililer tarafından kargo uçaklarıyla getirilmiştir. Eğer 15 Temmuz’da darbe gerçekleştirilmiş olsaydı, ABD başta olmak üzere batılı güçlerin Suriye ve Irak başta olmak üzere Ortadoğu politikaları çok daha kolaylıkla hayata geçirilmiş olacaktı. Böylece Türkiye’nin güneyindeki terör koridoru da ABD’nin istediği şekilde gerçekleştirilmiş olacaktı. İncirlik’teki toplantılarda bütün hesaplar buna göre yapılmıştı.[19]
Bu darbe girişiminde Afganistan işgali esnasında ABD öncülüğünde oluşturulan Uluslararası Güvenlik ve Destek Gücü (ISAF) komutanı General John F. Campbell de etkin bir rol oynamıştır. General John F. Campbell, basına yansıyan haberlere göre darbe girişiminden önce 2 defa gizlice Türkiye’yi ziyaret etmiştir. Bu ziyaretlerinin birisinde Erzurum’da, diğerinde ise Adana’daki İncirlik Üssü’nde gizli görüşmeler yapmıştır. Hatta ordu içerisinde görev yapan tüm subay kadrosunun eğilimleri konusunda hazırlık sürecini yöneten isim de yine ABD’li General Campbell idi. Mayıs 2016 ayında emekli olan Campbell’ın, darbenin başarılı olması halinde en kısa sürede yeniden Türkiye’ye gelme konusunda cuntacı isimlerle mutabık kaldığı belirtilmiştir. General John F. Campbell’ın darbeye destek amacıyla Nijerya’da bulunan UBA Bank şubesinden CIA aracılığı ile ciddi para akışı sağladığı da basına yansımıştır.
Nijerya merkezli United Bank of Africa (UBA), 6 aylık para trafiğinin üssü olmuştur. Nijerya’dan Türkiye’ye para transferi, CIA tarafından oluşturulan bir ekip tarafından yürütülmüştür. Türkiye’ye gönderilen para, ülke içinde 80 kişilik özel ekibe ait farklı banka hesaplarına havale edilmiştir. CIA’nin oluşturduğu özel ekip üyelerince çekilen para, varacağı son adrese, yani cuntacılara elden teslim edilmiştir. Doğu ve Güneydoğu’da bazı tanınmış isimler bu faaliyette etkin görev alırken, iç ve batı Anadolu’da ise Gülenci çete mensupları kullanılmıştır.[20] (Gelecek sayıda Büyükada’daki toplantı, İncirlik üssünün darbedeki rolü ve ABD’lilerle görüşen Fetöcüler gündeme getirilecektir.)
NOT: 26 Eylül 2017 Tarihinde gençbirikim.net sitesinde yayınlanmıştır.
DİPNOTLAR:
[1] Ali kaçar, Zirvedeki Mankurtlar, Genç Birikim yayınları, III. Bsk. Nisan 2012, Ankara, s.126
[2] Kaçar, age. s. 122
[3] Çetin Yetkin, Türkiye’de askeri darbeler ve Amerika, Ümit Yay. 1.bsk. 1995, Ankara s.112-113
[4] Şanghay İşbirliği Örgütü, 1996 yılında, Çin’in Şanghay kentinde, Rusya, Çin, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın katılımıyla, ‘Şanghay Beşlisi’ adını alan ve bölgesel güvenlik alanında derin işbirliğini öngören oluşum olarak ortaya çıkmıştır. 2001 yılında, Özbekistan’ın da katılımıyla, üye sayısı altıya yükselirken, oluşumun adı da, Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) olarak değişti.
[5] http://www.aksam.com.tr/siyaset/bizi-sangaya-alin-da-su-abden-kurtulalim/haber-263383
[6] http://www.diken.com.tr/erdoganin-abye-alternatifi-sangay-beslisinden-rusya-ve-cinden-destek-geldi/
[7] Çin, Füze Savunma Sistemi ihalesi için ortak teknoloji ve üretim transferi ile birlikte 3.4 milyar dolar teklif vermişlerdi. ABD dahil batılılar ise teknoloji transferi olmaksızın 4.5 milyar dolar teklif etmişlerdi. Türkiye de bu ihaleyi Çin’e verdiğini açıklamıştı. Ancak ABD’nin buna karşı çıkması, ihalenin iptalini beraberinde getirmişti. http://www.sabah.com.tr/gundem/2015/02/20/turkiyenin-fuze-ihalesi-cine-kaldi; ayrıca bkz: https://tr.sputniknews.com/dunya_hali/201507291016830008/
[8] BRIC ülkeleri Brezilya, Rusya, Hindistan (India) ve Çin (China) ülkelerinden oluşmaktadır. BRIC kısaltması bu ülkelerin ekonomilerini ifade etmek için kullanılmaktadır. Sözü edilen 4 ülke, Rusya’nın çağrısı ile Yekaterinburg’da 2009 yılında yapılan ilk Zirve ile BRIC’i bir topluluktan uluslararası bir organizasyona dönüştürmüştür. 2011’de ise Çin’de yapılan 3. Zirve’de Güney Afrika (South Africa) bahsi geçen 4 ülkeye katılmış, BRIC adı BRICS olarak değiştirilmiştir. BRICS kısaltması; Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika Cumhuriyeti’nden oluşan beş önemli ülkenin İngilizce isimlerinin (Brasil, Russia, India, China, South Africa) baş harflerinden oluşan bir grubu ifade ediyor. BRICS, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra IMF ile Dünya Bankası ekseninde kurulan küresel finans düzenine karşı daha fazla söz hakkı kazanmak için kurulmuştu.
[9] http://www.star.com.tr/roportaj/nedret-ersanel-15-temmuzun-arkasinda-amerika-var-haber-1128273/
[10] https://www.dunya.com/gundem/putin-abd-15-temmuzu-biliyordu-haberi-368396
[11] Ali Kaçar, Emperyal Kuşatma ve İslam Dünyası, Genç Birikim Yayınları, 1. Bsk. Haziran 2011 Ankara, s.122
[12] Ali Kaçar, ‘Hudson’daki İşbirlikçilik ve Suçüstü’ başlıklı makale için bkz; Genç Birikim Dergisi Temmuz 2007 Sayı: 98
[13] Erdoğan: “Bir kere şunu herkes bilsin. Bakınız bugün 27 Mayıs 1960’ta değiliz. Bugün 12 Eylül 1980’de değiliz. 28 Şubat 1997’de değiliz. Bugün 27 Nisan 2007’de neredeysek işte oradayız. Darbe dönemi artık bitti.”- http://ikincibolge.net/erdogan-darbe-donemi-artik-bitti/1127/;
TBMM Başkanı Kahraman, “Şimdiye kadar eline bir kağıt alan geçiyordu mikrofonun başına. ‘Darbe yaptık’ tamam. Bundan sonra yok böyle bir şey. Darbe dönemi bitti” dedi. http://www.ntv.com.tr/turkiye/darbe-donemi-bitti,tw_S4q28vkmxlpCUc9BwzQ
[14] http://www.haber7.com/guncel/haber/314915-ordu-goreve-pankarti-da-dosyada
[15] https://www.haber3.com/guncel/tuncay-ozkan-cumhuriyet-mitingleri-icin-ozur-diledi-haberi-3838014
[16] Daha geniş bilgi için bkz; http://darbeler.com/2015/05/18/27-nisan-e-muhtirasi/
[17] http://www.sozcu.com.tr/2016/yazarlar/soner-yalcin/darbeyi-izleyen-bir-cift-goz-1322280/
[18] İncirlik’teki FETÖ-PKK ittifak toplantısına katılan bu generaller darbe girişiminden sonra tutuklanmışlardır.
[19] Yeni Şafak-http://www.ahaber.com.tr/gundem/2016/10/28/15-temmuzdan-once-feto-nato-pkk-incirlikte-toplandi
[20] Yeni Şafak- http://www.yeniakit.com.tr/haber/iste-kanli-darbe-girisimini-yoneten-hain-abdli-196685.html